Dün bir ileti çok
sevdiğim bir arkadaşımdan bir yazı aldım. 2005 Nobel Edebiyat
Ödülü'nü kazanan, ödül törenine katılmayan, ancak konuşmasını
görüntülü olarak kaydederek gönderen Harold Pinterin Yalçın
Yusufoğlu tarafından yapılmış çevirisi.
Yazı beni çok etkiledi. Daha önceki bir yazımda vurguladığım,
“kendi çıkarlarına öncelik vermeden safiyane insan hakları
savunucusu ülke olmadığı, uluslar arası organizasyonların da
örgütü destekleyen güçlü ülkeler doğrultusunda kararlar aldıkları”
görüşümü pekiştirdi. Uzun olmakla birlikte yazının, yararlı olduğu
ve anlatılan ABD’nin Kafkasya ya da dünyanın bir başka yöresinde
demokrasi savunucusu, insan hakları savunucusu kesilmesinin bir
kara mizah olduğu, Kafkasya’daki sorunları dış
destekli güçlerin değil iç dinamiklerin çözebileceği görüşünü
güçlendirdiği konularında bana katılacağınızı düşünüyorum.
Dünyanın bir çok yöresindeki olaylara ışık tutan ve beni çok
etkileyen yazıyı, Kafkasya’daki olayları da daha bir derinlemesine
anlamamıza yardımcı olacağı umudu, çevirmeninin izni ile ve
katkıda bulunanlara teşekkürü unutmadan köşeme alıyorum.
Sanat, gerçek ve siyaset
Gerçek ile gerçek olmayan ya da hakiki ile sahte arasında kesin
ayırımlar yoktur. Bir şeyin hakiki veya sahte olması mutlaka
gerekmez, o şey hem hakiki hem sahte olabilir. Bu iddialarımın
geçerli olduğu ve gerçeği sanat yoluyla keşfetmeye uygulanabileceği kanısındayım. Bu nedenle, onları bir yazar
olarak savunurum, ama bir yurttaş olarak savunamam.
Yurttaş olarak, ne gerçektir, ne değildir sorgulamak
zorundayım.
Tiyatro sanatında hakikatin anlaşılması daima zordur. Onu hiç bir
zaman kolay keşfedemezsiniz, ama ister istemez ararsınız. (Yazar
tiyatroda gerçek dışılık kapsamında kendi piyeslerinden örnekler
veriyor.)
Siyasetçilerin kullandığı dil bu alanda verdiğimiz örneklerin hiç
birisine girmez, çünkü, gördüğümüz kadarıyla politikacıların çoğu
gerçekle ilgilenmez, iktidarla ve o iktidarı korumakla ilgilenir.
O iktidarı sürdürmek için halkın hakikatten, hatta bizzat kendi
hayatlarına ait hakikatlerden yoksun bırakılması özellikle önem
taşır. Şu halde, etrafımız çepeçevre yalanlarla çevrilmiştir ve
biz yalanla beslenmekteyiz. Buradaki herkes gayet iyi biliyor ki,
Irak'ın işgal edilmesinin mazereti Saddam Hüseyin';in son derece
tehlikeli bir kitle imha silahları kitlesine sahip olduğu,
bunlardan bazılarının 45 dakika içinde ateşlenebilecekleri ve
korkunç yıkımlara yol açabilecekleri şeklindeydi. Bize bunun
gerçek olduğu söylendi ama değildi. Irak'ın El Kaide'yle ve 11
Eylül 2001 saldırılarıyla ilişkili olduğu dile getirildi. Bunun
da gerçek olduğu söylendi. Ancak değildi. Irak’ın dünya
güvenliğini tehdit ettiği söylendi. O da doğru değildi.
Gerçek denilen şey
Bu konuda gerçek tamamen başka bir şeydir. Gerçek denilen şey
ABD’nin dünyadaki kendi rolünden ne anladığı ve onu nasıl
gerçekleştirdiğidir. Günümüze gelmeden önce yakın geçmişe bir göz
atmak ve Amerika Birleşik Devletlerinin İkinci Dünya Savaşı
bitiminden bu yana izlediği dış politikaya değinmek istiyorum. O
döneme ait gerçeklere parmak basmak için bunu yapmak zorunda
olduğumu hissettiğimden, biraz zamanınızı alacağım.
Herkes savaş sonrası dönemde Sovyetler Birliğinde ve Doğu
Avrupa’da ne olduğunu biliyor: O döneme ait vahşet, yaygın
çirkinlikler ve bağımsız düşüncenin acımasızca bastırılması
yeterince belgelendi, doğrulandı. Gel gelelim, aynı dönem içinde
ABD’nin işlediği suçlar sadece yüzeysel olarak not edildi, doğru
dürüst belgelenmedi ve suç olarak tanımlanmadı. Mevcut koşullarda
bunların üzerinde durmak gerektiğine inanıyorum.
Sovyetler Birliği’nin varlığı nedeniyle bir ölçüde kısıtlanmış
olmakla birlikte, ABD gene de her istediğini yapabilmişti. Bununla
birlikte, hükümran bir devletin topraklarının doğrudan doğruya
istila edilmesi ABD’nin öncelikli tercihi değildi. ABD evvel
emirde düşük yoğunluklu çatışmayı yeğlerdi. Düşük yoğunluklu
çatışma demek doğrudan savaşta attığınız bombayla insanları toplu
halde öldürürken, onun yerine, aynı miktardaki insanı yavaş,
yavaş öldürmek demektir. O ülkeye ta kalbinden hastalık
bulaştırmak ve için, için ilerlemesini, sonunda kangrene
dönüşmesini beklemektir. Ülke halkına bir kez boyun eğdirildi mi
;veya halk aynı şey olan ölümcül bir yenilgiye uğratıldı mı;artık
sizin dostlarınız, askerler ve büyük şirketler rahat, rahat
iktidarda oturabilirler, siz de kameraların önüne geçip
demokrasinin galip geldiğini söyleyebilirsiniz. ABD’nin İkinci
Dünya Savaşı sonrasındaki yaygın politikası işte böyleydi.
Nikaragua'da yaşanan trajedi
Nikaragua’da yaşanan trajedi bu dediğimin hayli tipik bir
örneğidir. ABD’nin dünyada o zamanki ve şimdiki rolünü göstermek
için bu örneği anmak istiyorum. (Pinter bu bölümde Nikaragua
delegasyonunun bir üyesi olarak ABD heyetiyle yaptıkları
görüşmeye dair bir anısını anlatıyor.) ABD acımasız Somoza
diktatörlüğünü 40 yıldan fazla süreyle destekledi.
Nikaragua halkı Sandinistaların liderliğinde 1979da bu rejimi
yıktı ve eşsiz bir halk devrimini gerçekleştirdi. Sandinistalar
elbette mükemmel değillerdi, kibirliydiler ve siyasi
anlayışlarında birçok çelişkili öğeyi barındırıyorlardı. Ama
zekiydiler, akıllıydılar ve uygardılar. İstikrarlı, dürüst ve
çoğulcu bir toplum oluşturmak istiyorlardı. Ölüm cezası
kaldırıldı. Yoksulluk içindeki yüz inlerce köylü ölümden
kurtarılıp hayata kazanıldı. 100 bin aile topraklandırıldı. İki
bin okul inşa edildi.
Oldukça önemli bir okuma-yazma seferberliği yürütüldü, okuma-yazma
bilmeyenlerin oranı yedide bire düşürüldü. Parasız eğitim ve
parasız sağlık hizmetleri gerçekleştirildi. Çocuk ölümleri üçte
bir azaltıldı. Çocuk felcinin kökü kazındı. ABD bütün bu
başarıları Marksist-Leninist bölücülük olarak niteledi. ABD
hükümetine göre orada tehlikeli bir örnek sergileniyordu.
Nikaragua’da sosyal ve ekonomik adaletin kurulmasına izin
verildiği, sağlık ve eğitim hizmetleri düzeyinin yükselmesine göz
yumulduğu, sosyal birlik ve ulusal onur yükseldiği takdirde komşu
ülkeler aynı soruları sormak isteyecek, aynı şeyi yapmaya
kalkacaklardı. Öte
yandan, ülkede statükonun korunması için yönetime karşı şiddetli
bir karşı koyuş da söz konusuydu. Demin dört bir yanımızdan
çepeçevre yalanlarla kuşatılmış olduğumuzu söylemiştim, ABD
Başkanı Reagan Nikaragua’yı totaliter bir zindan diye niteliyordu.
Bu söz medya ve Britanya hükümeti
tarafından isabetli ve haklı bir tanımlama olarak
benimsenmekteydi.
Ancak, Sandinista hükümetinde ölüm mangalarına dair hiç bir emare
yoktu. İşkence yoktu. Sistemli veya resmi bir askeri kötü muamele
yoktu. Nikaragua’da rahip öldürmemişti. Tersine, ikisi Cizvit biri
de Maryknoll misyonerlerinden olmak üzere üç din adamı kabinede
yer almaktaydı.
Doğrusu istenirse, asıl totaliter zindan komşu El Salvador ve
Guatemala’daydı. ABD Guatemala’da 1954te seçimle işbaşına gelen
hükümeti devirmiş e kurulan askeri diktatörlük altında 200.000
insan öldürülmüştü. ABD’de Georgia’daki Fort Benin askeri üssünde
eğitilmiş Alcati Alayı'nın bir taburu 1989'da San Salvador’da Orta
Amerika Üniversitesi'nde dünyaca tanınmış altı Cizvit rahibini
öldürdü.
Son derece yürekli bir insan olmakla tanınan Başpiskopos Romero
ayin sırasında suikasta kurban gitti. Tahminen 75 bin kişi
öldürüldü. Bu insanlar niçin öldürüldüler? Öldürüldüler, çünkü
daha iyi bir yaşamın mümkün olduğuna ve bunu başarabileceklerine
inanmışlardı. Bu inançları yüzünden komünist addedildiler.
Öldürüldüler, çünkü statükoyu, alın yazısı gibi doğumla başlayan
sınırsız yoksulluğu, hastalığı, çürümeyi ve
baskıyı sorgulamaya cesaret etmişlerdi. ABD Sandinista hükümetini
en sonunda devirdi. Bir hayli direnişle karşılaştıysa da, büyük
ekonomik badirelere ve 30 bin insanın yaşamına mal olduysa da,
önünde sonunda Nikaragua halkının ruhunu esir alabildi. Halk
yeniden yorgun düştü, yoksulluğun pençesine düştü. Kumarhaneler
ülkeye geri döndüler. Parasız sağlık, parasız eğitim sona erdi.
Büyük sermaye intikam duygusu içinde
tekrar geldi.
Demokrasi yeniden egemen olmuştu. Ne var ki, bu politika
Orta Amerika’yla sınırlı değildir. Tüm dünyada uygulanmaktadır.
Sonu gelmeyen bir politikadır ve sanki hiç bir şey olmamışmış gibi
yürütülmektedir. ABD İkinci Dünya Savaşının sonunda ve sonrasında
hemen her sağcı askeri diktatörlüğü desteklemiştir. Endonezya,
Yunanistan, Uruguay, Brezilya, Paraguay, Haiti, Türkiye,
Filipinler, Guatemala, El Salvador ve tabi ki Şili.
ABD’nin 1973de Şili’de yol açtığı dehşet hiçbir zaman aklanamaz ve
asla mazur görülemez. Bu ülkelerde yüz binlerce insan ölmüştür.
Ancak gerçekten ölmüşler midir? Bunlardan ABD dış politikası mı
sorumludur? Bu sorunun yanıtı: Evet o ölümler vuku bulmuştur ve
sorumlusu ABD dış politikasıdır. Ancak siz bundan
habersizsinizdir. Sanki onlar hiç olmamıştır. Sanki hiç bir şey
olmamıştır. Onların hapsi vuku bulduğu halde, adeta hiç vuku
bulmamışlar gibidir. Çünkü kimse bunlara aldırmamıştır. Onlar
kimseyi ilgilendirmemiştir. ABD’nin suçları sistematik, sürekli,
ahlâksızca ve acımasızca olmuştur, fakat pek az kimse onlardan
söz etmiştir. Teslim etmelisiniz ki, ABD 'klinik vaka' denilecek
ölçekte bir gücü dünya çapında kullana gelmiş ve bunu yaparken
de alay edercesine evrensel çıkarlar için güç kullandığını
ileri
sürmüştür. Bu, parlak, zekice ve hayli başarılı bir hipnoz
halidir.
Sizi temin ederim ki, şu sıralarda ABD en büyük gövde gösterisi
içindedir. Zalim, aldırmaz, tehditkâr ve acımasızdır, ama öyle
olduğu kadar aynı zamanda çok zekidir de. Tıpkı bir satıcı gibi
satılacak en iyi malını, kendisine dönük sevgisini pazarlar.
Kazanan daima kendisidir. Bütün ABD başkanlarını dinleyin,
televizyon konuşmalarında Amerikan halkı derler ve örneğin şöyle
konuşurlar: Amerikan halkına diyorum ki, şimdi dua
etmenin ve Amerikan halkının haklarını savunmanın zamanıdır ve
Amerikan halkından başkanlarını Amerikan halkı adına yapacağı
işlerde desteklemelerini istiyorum. Bu parlak bir hiledir. Burada
dil düşünceyi dışarıda tutmak için kullanılmaktadır. "Amerikan
halkı" sözü yaslanılacak kocaman bir güvence yastığı gibi
kullanılmaktadır. Hiç düşünmeniz gerekmiyor. Geriye yaslanıp bu
yastığa dayanın, yeter. Sırtınızı yasladığınız bu yastık her ne
kadar zekânızı köreltecek ve eleştirme yetinizi alıp götürecekse
de, ne beis, yastığınız rahat ya, siz ona bakın. Tabi, bu
dediklerim ülkede yoksulluk sınırının altında yaşayan 40 milyon
kişiye özgü değil, ABD’nin dört bir yanına yayılmış Gulag
hapishanelerinde ikamet eden 2 milyon erkeğe ve kadına dair hiç
değil.
ABD artık düşük yoğunluklu çatışmayla ilgilenmiyor. Gizli kapaklı
davranmak ya da hatta hileye başvurmak gereğini de duymuyor.
Kartlarını masaya açık açık ve korkusuzca seriyor. Ne Birleşmiş
Milletlere, ne uluslararası hukuka aldırıyor ne de kendisine karşı
yapılan eleştirilere kulak veriyor, öyle yapmayı bir güçsüzlük
sayıyor ve yersiz buluyor. Küçük kuzusu, patetik ve miskin Büyük
Britanya’nın meleye meleye peşinden gelmesi ona yetiyor. Bizim
ahlaki duyarlılığımıza ne oldu? Yoksa öyle bir şeyimiz hiç olmadı
mı? Bu sözcüklerin anlamını acaba biliyor muyuz?
Bu sözcüklerin şimdilerde çok nadiren kullanılan vicdan
kelimesiyle bir ilişkisi var mı? O vicdan ki, sadece kendi
davranışlarımızın sorumluluğunu değil, aynı zamanda başkalarının
yaptıkları ama bizim de paylaştığımız sorumluluğu temsil
etmektedir. bunların hepsi öldü mü?
Guantanamo Körfezi’ne bakınız. Orada yüzlerce insan üç yıldır
sorgusuz sualsiz tutuluyor. Hiçbir hukuki temsil hakkına sahip
olmadıklarına ve bugüne değin duruşmaya da çıkarılmadıklarına
göre, teknik bakımdan ebediyen gözaltında kalacaklar demektir.
Bu durum tümüyle gayri meşrudur ve Cenevre Konvansiyonu'nun
ihlali demektir. Gel gelelim, "uluslararası camia" denilen şey bu
kanunsuzluğa sadece göz yummakla kalmıyor, o durumu aklına bile
getirmiyor. Suç kendisini "hür dünyanın önderi" diye
tanıtan bir ülke tarafından işlenmektedir.
Guantanamo körfezi sakinleri
Sahi, Guantanamo Körfezi’nin sakinlerini hiç aklımıza
getirdiğimiz oluyor mu? Medya oradaki insanlar için ne diyor? Ayda
yılda bir altıncı sayfanın bir köşesinde üç beş satırla onlardan
söz ediliyor. Onlar sanki bir 'no man's land' dediğimiz sınırlar
dışı yere götürülmüşlerdir ve bu gidişle belki de asla geriye
dönmeyeceklerdir. Hali hazırda bu insanların çoğu
açlık grevindeler, kendilerine zorla gıda veriliyor, aralarında
Britanya oturumlu olanlar da var. Sözünü ettiğimiz zorla gıda
verme işleminde hiç bir yumuşaklık bulunmamakta, hiç bir ağrı
kesici veya anestezik madde kullanılmamakta, burnunuza ve
boğazınıza tüpleri kabaca sokuyorlar. Siz de kan kusuyorsunuz. Bu
bir işkencedir. Böyle bir durum karşısında Britanya Dışişleri
Bakanı ne demiştir? Hiç. Britanya Başbakanı ne söylemiştir? Gene
hiç? Neden? Çünkü, ABD "Guantanamo’daki tutumumuzu eleştirmek
bize karşı hiç de dostane olmayan bir davranıştır. Ya bizimle
berabersiniz veya bize karşısınız" demiştir. Blair de sesini
kesmiştir. Irak’ın işgali bir haydutluk fiilidir, uluslararası
hukuk kavramını hiçe sayan apaçık bir devlet terörizmidir.
İstila, yalan üstüne yalan söyleyerek, medyayı ve dolayısıyla
kamu oyunu maniple ederek başvurulan keyfi bir askeri
harekattır, Orta Doğu'da ABD’nin askeri ve ekonomik hakimiyetini
pekiştirmeyi amaçlamaktadır, diğer bütün bahaneler iflas ettikten
sonra
insanlarla alay edercesine özgürlük masalına sarılmışlardır. Bu
harekat binlerce ve binlerce insanın hayatına mal olan mutlak bir
askeri zor kullanımıdır.
Biz Irak halkına işkence getirdik, bombalar, hafifletilmiş
uranyum, haddi hesabı olmayan rasgele öldürmeler, sefalet, çürüme
ve ölüm getirdik, bütün bu yapılanların adını da "Orta Doğu’ya
özgürlük ve demokrasi getirmek" koyduk.
Savaş suçlusu ilan edilmek için daha ne kadar öldürmeniz
gerek?
Kitlelerin katili ve savaş suçlusu ilan edilmeniz için daha ne
kadar insan öldürmeniz gerekir? Yüz bin mi? Bana kalırsa bu
miktardan fazla insan öldürdünüz. Öyleyse, Bush ve Blair
Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne çıkarılmalıdırlar. Bush akıllı
davranmış ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesi'ni
imzalamamıştır. Eskaza her hangi bir ABD’li asker ya da
politikacı bu mahkemeyle sevk edilecek olsa, Bush onu kurtarmak
için deniz piyadelerini yollayacağı uyarısında bulunmuştur.
Blair ise sözleşmeyi onaylamış, Mahkemeyi tanımıştır, şu halde
onun hakkında kovuşturma başlatılabilir. Lazım olursa diye
adresini verelim: Downing Sokağı No.10 Londra.
Ölüme gelince, konunun sanki ölümle ilgisi yokmuş gibi
davranılmaktadır. Hem Bush hem de Blair ölüm konusunu arka plana
itmişlerdir. Irak’ta daha direniş başlamadan önce en az 100 bin
Iraklı Amerikan bombaları ve füzeleriyle öldürülmüştür. Bu
insanlardan hiç söz edilmemektedir. Sanki hiç ölmemişlerdir.
savaş istatistiklerinde onların ölümleri
atlanmıştır. Ölmüş oldukları kayıtlara bile geçmemiştir. Nitekim,
"biz cesetleri saymıyoruz" demektedir Amerikan generali Tommy
Frank.
İşgalin ilk zamanlarında, Britanyalı gazetelerin ön sayfalarında
Tony Blair'i Iraklı bir çocuğun yanağını öperken gösteren bir
resim
yayınlanmıştı, resmin altına "Müteşekkir bir çocuk" yazmışlardı.
Bir kaç gün sonra, bir gazetenin iç sayfalarından birinde kolları
kopmuş dört yaşındaki bir başka çocuğun fotoğrafı ve öyküsü
yayınlandı. Tüm ailesi bir füzeyle havaya uçmuş, sadece kendisi
sağ kalmıştı. "Kollarıma ne zaman kavuşacağım?" diye
soruyordu yavrucak. Tony Blair kolları kopmuş çocuğu kollarının
arasında almamıştı, ne de bir başka kanlı vücudu tutuyordu
kollarında. Çünkü, kan kirlidir. Siz televizyonda içinizden
geldiğince konuşurken, kan gömleğinizi, kravatınızı kirletir.
2000 Amerikalının ölümü de bir utanç vesilesidir. Bu cenazeler
adeta karanlıkta mezarlarına gömülüyorlar.
Cenaze törenleri sessiz sedasız yapılıyor. Sakat kalanlar, kolu
bacağı kopanlar yataklarında aciz şekilde yatıyorlar, belki de
hayatları boyunca yatalak kalacaklar. Yani, ölüler de, sakatlar
da ayrı ayrı yataklarda çürümeye terkedilmiş durumdalar.
(Pinter ölüm konusunda Pablo Neruda'nın İspanya İç Savaşı üzerine
yazdığı bir şiiri okuyor.) ABD’nin elindeki kartları apaçık
masaya serdiğini biraz önce söyledim. Zaten önemli olan da budur.
ABD’nin resmen ilan edilmiş politikası "tam kapsamlı hakimiyet"
diye tanımlanmaktadır. "Tam kapsamlı hakimiyet"
karanın, denizin, havanın, uzayın ve mevcut tüm kaynakların
kontrolü demektir. Amerika Birleşik Devletleri yeryüzünün dört bir
yanındaki, 132 ülkede 702 askeri üsse sahip, İsveç’in o ülkeler
arasında bulunmaması tabi ki, saygıdeğer bir istisna teşkil
ediyor.
ABD’nin oralara nasıl ulaştığını bilemiyoruz, bildiğimiz tek şey
o
üslerin oralarda bulunduğudur. Amerika Birleşik Devletleri 8000
aktif ve işlevli nükleer harp başlığına sahip. Onlardan iki bin
tanesi alarm verildikten 15 dakika sonra ateşlenmeye hazır
durumda. ABD Bunker vurucu denilen yeni nükleer güç sistemleri
geliştiriyor. Britanya her zamanki gibi gene yardımcı ve
kolaylaştırıcı. Trident adlı kendi nükleer füzelerini yerleştirmek
hazırlığında. O füzelerle kimleri vuracaklarını merak ediyorum.
Usame Bin Ladin'i mi? Sizi mi? Beni mi? Joe Dokes' u mu? Çin'i
mi? Paris'i mi? Kim bilir kimi? Bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey
bu çocukça çılgınlığın, yani nükleer silahlara sahip olmanın ve
onları kullanma tehdidini diri tutmanın mevcut Amerikan siyasi
zihniyetinin kalbini oluşturduğudur. Kesinlikle aklımızdan
çıkarmamalıyız ki, ABD, askeri gücünü sürekli arttırıyor ve buna
asla ara vermek niyetinde değil. ABD’de binlerce, belki hatta
milyonlarca insan hükümetlerinin yaptıklarından rahatsız olmakta,
utanmakta ve öfke duymaktadır ama hali hazırda bu insanlar uyumlu
bir güç oluşturmaktan çok uzaktırlar. Buna rağmen,
kaygının, güvensizliğin ve korkunun ABD’de günden güne arttığını
ve azalacağa hiç de benzemediğini görüyoruz. Gayet iyi biliyorum
ki, Başkan Bush son derece ehil çok sayıda söylev yazarına sahip,
buna rağmen ben gönüllü olarak bu göreve talibim. Örneğin,
aşağıda okuyacağım kısa konuşmayı televizyonda ulusa sesleniş
olarak okumasını ona önerebilirim.
İtinayla taranmış saçlarıyla, vakur, muzaffer, çoğu kez
eğlendirici, bazen yüzünde çarpık bir tebessüm, tam bir erkek
gibi şaşırtıcı derecede çekici haliyle şöyle konuşurdu: "Tanrı
iyidir. Tanrı büyüktür. Tanrı iyidir. Benim Tanrı'm iyidir. Bin
Ladin'in Tanrısı kötüdür. O kötü bir Tanrı'dır. Saddam'ın da
Tanrı'sı olsaydı kötü bir Tanrı olurdu ama onun Tanrı'sı yoktur. O
bir barbardır. Biz barbar değiliz. Biz kimsenin kafasını kesmeyiz.
Biz hürriyete inanırız.
Tanrı da inanır. Ben bir barbar değilim. Hürriyetçi demokrasinin
demokratik yoldan seçilmiş lideriyim. Biz merhametli bir
toplumuz. İnsanları elektrikle şefkatli bir şekilde idam ederiz
veya şefkatli enjeksiyon kullanırız. Biz büyük bir ulusuz. Ben
diktatör değilim. Diktatör olan odur. Ben barbar değilim. O
barbardır. Evet, o barbardır. Onların hepsi barbardırlar. Benim
otoritem ahlakidir. Bu yumruğu görüyor musunuz, bu yumruğu? İşte
benim ahlâklı otoritem budur. Sakın bunu unutmayın"
Yazar kendisinin ölüm üzerine yazdığı bir şiiri okuduktan sonra
sözlerini şöyle bitiriyor: Bir aynaya baktığımız zaman
karşımızda duran görüntünün gerçek olduğunu düşünürüz, ama bir
milim öteye kaysak başka bir görüntüyle karşılaşırız. Böyle
böyle, sayısız farklı görüntü elde edebiliriz. Bu durumda yazar
bazen aynaya bir yumruk atıp onu tuzla buz etmek ve arkada
duran, bize bakmakta olan hakikatle yüzleşmek zorundadır.
Karşı karşıya bulunduğumuz tüm aykırılıklara rağmen, yurttaş
olarak kararlı, şaşmaz ve azimli bir entelektüel kararlılıkla
davranmalı, hayatımıza ve toplumumuza değgin doğru hakikati
önümüzde duran görevleri yerine getirme zorunluluğu olarak
tanımlamalıyız. Bizim gerçek misyonumuz budur. Şayet böyle bir
kararlılık siyasal öngörümüzde mevcut değilse, hemen hemen
yitirdiğimiz şeyi geri alma şansına sahip değiliz demektir.
Yitirmekte olduğumuz şey; insan onurudur. |