Sizler de
biliyorsunuz “gönüllü sürgün” Kuzey Kafkasya halklarının kimi
düşünürleri (!), politikacıları(!), sık, sık Birleşik Kafkasya’yı,
Bağımsız Kafkasya’yı dile getirirler. Sanırsınız ki bulundukları
ülkelerde halkımızın çözülmemiş hiçbir sorunu kalmamıştır. Bu
konudaki eleştiriler görmezden duymazdan gelinir.
Anavatanın ürettikleri dışında elinde kültür ürünü kalmayan
diaspora, anavatana ne yapması gerektiğini anlatmayı sürdürür. Ne
kendi gerçeğimizi ne de dünya gerçeklerini bilme, bu gerçeklere
göre politika üretme çabasının izini bile bulamazsınız
yazdıklarında. Eğer kimi merkezlerin bilinçli sesleri değillerse
büyük saflık olarak nitelenebilecek görüşleri ile aynı görüşte
olmayanlar mutlaka haindir, satılmıştır, işbirlikçidir… Akla
gelebilecek tüm “güzel sıfatları” yakıştırırlar. Bunları da “en
kahraman Çerkes” edası ile yazar söylerler…
Ancak, sadece hakaret edilen kişiler değil, dünya gerçeklerini
derinlemesine kavradığına inandığım, yazılarını sürekli okuduğum
Sayın Mahir Kaynak da sanal ortamda yazışarak devlet
kurulamayacağını düşünmektedir:
“Devlet kurmak''
Devletleri
halkın ya da bir kadronun kurduğunu inanılır. Oysa bugün dünyada
var olan iki yüze yakın bağımsız devletin pek azı bu şekilde
kurulmuştur. En son bağımsızlık örneği olan SSCB’nin dağılmasından
sonra ortaya çıkan devletlerin hemen hiçbirinin bağımsızlığında ne
halkının ne oralarda var olan kadroların rolü yoktur. Bir sabah
uyandıklarında bağımsız olduklarını görmüşlerdir.
Üstelik bağımsız devlet olmanın herhangi bir ön şartı da yoktur.
Birbirinin fotokopisi gibi olan Araplar sayısız devletlere
bölünmüştür. Birbirine hiç benzemeyen Yugoslav halkı, bir dönem,
üniter bir devlet olarak varolmuştur. Devletlerin büyük çoğunluğu,
siyasi şartlar ve ihtiyaçlara göre, büyük güçler tarafından
yaratılır.
Bugün Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmak peşinde olduğu
söyleniyor. Bu çapta ve vasıfta bir halk, kendi başına devlet
kuramaz. Bunu Kürtleri küçümsediğim için söylemiyorum ve birkaç
yüz bin kişilik bağımsız devletlerin olduğunu da biliyorum.
Bu durumda konunun iki tarafı da, yani hem Kürtler hem de Türkiye
ciddi bir yanlışlığın içindeler. Kürtler dünyadaki şartların
uygunluğunu irdelemeden bir maceraya atılıyor, Türkiye de aynı
nedenle Kürtleri ayrılıkçılıkla itham ediyor.
Vardığım sonuçlar yanlış olabilir ama metodumun geçersiz olduğunu
düşünmüyorum ve bir devletin kurulmasının halkların ve onları
temsil edenlerin niyetleriyle değil, dünyadaki siyasal şartların
böyle bir yapıyı gerektirip gerektirmediğine bakılarak
anlaşılacağını söylüyorum.
Ülkemizde terör başladığında hemen bir bölücü hareket olduğuna
karar verildi. Ben bunun hem dünya şartları açısından, hem de
harekete katılanların gücü açısından mümkün görmüyordum. Bir Kürt
devletinin Kuzey Irak’ta kurulacağını 1990 yılında söyledim ve bu
söz değil yazılı bir beyanat olarak yayınlandı. Ülkemizdeki terör
hareketlerinin bağımsızlıkla sonuçlanamayacağını söylemem onları
savunma olarak algılandı. Oysa silahlı bir isyan da suçtu ve
idamla cezalandırılırdı. Hareketi silahlı bir isyan hareketi
olarak nitelemek onları kurtarır mıydı yoksa bölücü olurlarsa iki
kere mi idam edilirlerdi? Ayrılıkçı bir hareketin halkın tüm
sınıflarını kapsayacağı, sınıf temeline dayalı bir siyasal
hareketin bölücü olamayacağı düşünülmedi. Hareketi bölücü olarak
nitelemenin ve bu yönde sürekli yayın yapmanın uyuyan etnik
farklılığı gün yüzüne çıkaracağını, başkalarının yapmak istediğini
kolaylaştıracağını düşünüyordum. Oysa olayın siyasi ve sınıfsal
boyutunu öne çıkarmak ve tartışmayı bu çerçeveye sokmak etnik
söylemlerin dozunu önemli ölçüde hafifletecekti.
Kürt hareketi hem Avrupa ülkelerinin hem de ABD’nin yakından
ilgilendiği bir alandı ve bunların siyasi hedeflerinin ne olduğunu
saptamak gerekiyordu. Biz kolay yolu seçtik ve bunların ülkeyi
bölmek istediğine karar verdik. Oysa ben farklı iki proje
görüyordum. AB, Kürtlerin Türkiye’den ayrılmasından yanaydı ve
bunların o zamanki Irak devletinin içinde yer almasını istiyordu.
Böylece AB üyesi olacak Türkiye’nin birlik içindeki gücü ve etkisi
sınırlandırılacak, Irak’ı da kontrol altına alacaklarını
düşündükleri için, bölgenin su ve enerji kaynaklarını, Türkiye
gibi güçlü bir ülkenin aracılığı olmadan, doğrudan kontrol
edeceklerdi. ABD farklı bir politika izliyordu. Türkiye’nin tek
uluslu bir devlet olması yerine çok uluslu bir yapıya kavuşmasını
ve bölgedeki etkinliğinin artmasını istiyor ve Türkiye’yi ekonomik
ve siyasi açıdan kontrol ederek bölgedeki etkinliğini pekiştirmeyi
düşünüyordu. Şöyle bir benzetme yapmıştım: Türkiye’yi boyalı bir
su gibi düşünün. Eğer suyun miktarı artar ama boya aynı kalırsa
renginiz açılır. Boya gücünüzdür ve ABD’nin politikasını buna
benzetebilirsiniz.
Kürtler farklı olmanın devlet kurmaya
yetmeyeceğini görmeli, olayın siyasi boyutlarını düşünerek büyük
bir gücün ortağı mı olmanın yoksa küçük ve kullanılan bir yapı mı
oluşturmanın daha doğru olacağına karar vermelidir. Türkiye,
siyasi projeyi değerlendirmeden politika üretmekten
vazgeçmelidir.''
(Star Gazetesi 17.09.2006)
Yazılanları temel alarak kendi özelimizde neler söylenebileceğine
gelince:
Rusya-Kafkasya
savaşları yıllarında, Kuzey Kafkasya’da bir devlet kurulması,
dönemin büyük güçlerinin gündeminde hiç yer almamıştır. Bizce,
bunun nedenlerinden biri Kuzey Kafkasya halklarını, devlet
kurabilecek nitelikte görmemeleridir.
“Gönüllü
Sürgünler”, anavatan Adigelerinin, büyük bir gücün (Rusya
Federasyonu’nun) ortağı olmanın daha doğru olacağı kararını
verdiğini, küçük ve kullanılan bir yapı oluşturma çabası içinde
olmayı, hiç akıllarına bile getirmedikleri gerçeğini bilmelidir.
Anavatanın
üretimleri ile beslenmek durumunda kalan “Gönüllü Sürünler” ya da
kendi deyimimizle sürgünümsüler, anavatana akıl vermeyi,
deplasmanda oynamayı bırakıp daha önce bir başka platformda
sorduğumuz şu soruları yanıtlamalıdır:
“Acaba kaçınız
anavatanınızı gördünüz?
Acaba kaçınız
bir Avrupa gezisi yerine anavatanınızı tercih ettiniz?
Acaba kaçınız
anadilinizi biliyorsunuz?
Acaba kaçınız
anadilinizde üretilmiş literatürü takip edebiliyorsunuz?
Acaba kaçınız
anadilinizde üretebiliyorsunuz?
Acaba kaçınız
kültür değerlerimizi yaşamaya geliştirmeye çalışıyorsunuz?
Acaba kaçınız
anadilinizi öğrenek okur yazar olmak çabası içindesiniz?
Acaba kaçınız
Abhazya’da şehit düşenlerin yetim çocuklarının eğitimi için,
harcamalarınıza göre devede kulak kalacak yıllık 120 dolarlık
programa katıldınız?
Mali durumu el vermediği için bu programa katılamayanlardan
kaçınız, ekonomik durumu elverdiği halde bu programı
katılmayanları eleştirdiniz?
Acaba kaçınız
her güzelliği üreten kültür işçilerimizin kimi bölgede 50 doları,
hiçbir bölgede 100 doları bulmayan aylık gelirlerine katkıyı
düşündünüz?
Zevkle dinlediğiniz, kasetlerini birbirinize aktardığınız
müzikler için kaçınız telif ücreti ödemek gereğini duydunuz?
Acaba kaçınız
çevirisi yapılan hemen hiçbir kitabın yazarının izninin
alınmadığını, hemen hiçbir yazara telif ücreti ödenmediğini,
dahası eserlerinde değişiklik yapıldığını biliyorsunuz?
Bunları
bilenlerden kaçınız bu medeni olmayan davranışa tepki gösterdiniz,
bunu yapanı en azından kınadınız?…”
(“Marje ve Genel Bir Değerlendirme
Necdet Hatam
Maykop, 06.02.2005 CC’de yayımda)
Bilinen çevrelerin, sayın Mahir Kaynak’ın görüşlerini de
sorduğumuz soruları da yine görmezden, duymazdan gelineceğini
bilmiyor değilim. Ama yine biliyorum ki; anavatan bekçilerine,
anavatanı bugünlere getirebilmek için çile çekenlere, zindanlarda
çürütülenlere, köyünden götürülüp yok edilenlere, canlarını
verenlere teşekkür borcumuz olduğunun bilincinde olan sessizler,
sözünü ettiğimiz çevrelerden kat be kat daha çok.
Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar’ın kuruluş yıldönümlerini de
suskunlukla geçiren bu sessiz çoğunluğu, 30 Eylül Abhazya zaferi
ve 5 Ekim Adigey Cumhuriyeti Kuruluşu yıldönümleri vesilesi ile
her platformda, anavatan bekçilerine teşekkür borcunu ödeme çabası
içinde olacağını umuyorum. |