Sizler de okurken
mutlaka düşünüyorsunuzdur. Kimileyin “işte benim dediğim de
bu, ne kadar güzel söylemiş” diyorsunuzdur. Kimileyin de “amma da
saçmalamış” dediğiniz oluyordur mutlaka. Daha önce birkaç kez
çeşitli konulardaki görüşlerini okuduklarınızdan kendisine ters
düşen yazılarıyla sizi şaşırtanlar da az değildir.
Ben de sizler gibi; okuduğum yazılarda görüşlerimin doğrulandığını
duyumsadığım yazılarda coşku duyar, olayımızla bire bir örtüşmese
de kimi genel değerlendirmeleri kendi olayımız çerçevesinde
yorumlamaya çalışırım. Kendi paradigmama bir dönüşçü paradigmasına
göre yorumlarım. Okuduğum her yazıda da bizim olayımıza ilişkin
ayrılıkların, gruplaşmaların, bilincinde olunsun olunmasın,
kişilerin dönüş konusundaki duruşlarından kaynakladığını
düşünürüm.
Hele kendilerini demokrasi, insan hakları havarisi sanan
kimilerinin, kendileri ile aynı görüşte olmayanlara saldırıları ve
susturmakla tehdit etmeleri karşısında, “bu zihniyeti taşıyanlar
iyi ki ülke yönetiminde değiller” diye düşünürüm. Saldırıyı,
eleştiri sananların yazılarını okuduğunuzda “bu zihniyette
olanlar, iyi ki devletlerin gizli örgütlerine emir veren,
devletlerin hukuk sistemini gizli açık etkileyebilen konumda
değiller…” diye düşünmez misiniz siz de?
Evet sorun algı farklılığı; okunan, duyulan, görülen, yaşanan
şeylerden aynı şeyin alınmaması. Bunda da asıl etmenin kişinin
paradigması olduğunun bilincinde olunmaması olmalı. Okuduğumuz bir
çok yazıda geçen, birçok konuşmada, tartışmada duyduğumuz bizi hep
yönlendiren, yönlendirdiğinin farkında olmadığımız bu olguyu sayın
Doğan Cüceloğlu’nun yapıtlarını temel alarak daha önceki
yazılarımda açıklamaya çalışmıştım.
“Paradigma, bireyin iç ve dış dünyasını algılayıp yorumlamasında
etkili olan tüm faktörleri kapsar. Algılama, yorumlama, ve bilme
süreçleriyle ilgili tüm etkenlerin yarattığı örgütlü ve dinamik
düşünsel sisteme, algı düzeneği yada paradigma adı verilir.
Paradigma farkına varmadan taktığımız bir psikolojik gözlüktür; iç
dünyamızı olduğu kadar dış dünyamızı da bu gözlük aracılığıyla
görürüz.”
“Algılamayı etkileyen kişiye ait tüm iç etkenler bir araya gelerek
bir algı düzeneği oluşturduğu zaman bu sisteme paradigma adı
verilir. Paradigma dinamiktir ve çoğu kez kişi kullandığı
paradigmanın farkında değildir.”
Bu alıntılar, sayın Cüceloğlu’nun yapıtından paradigmaya
ilişkin kimi bölümler…
Okuma-düşünme ilişkisine dönelim dilerseniz;
Sayın Mustafa
Erdoğan’ın Star gazetesindeki köşesinde,
02 Aralık 2006’da yayımladığı “'Aydın' Karanlığı” adını
verdiği yazısını okuduğumda ben de bizlerin “demokrat
aydınlar”ını düşünmezlik edemedim.
“ 'Aydın' sıfatını, mensup oldukları zümrenin jenerik adı olarak
kabul edenlerin karakteristik özelliklerinden biri, kendilerini
aynı zamanda açık fikirli, hoşgörülü ve demokrat olarak
nitelemeleridir. Bunlar kendilerinde vehmettikleri bu gibi
hasletleri sıradan insanları -yani, kendileri dışında kalanları-
‘uygarlaştırmak’ ve ‘aydınlatmak’ misyonlarının meşruluk dayanağı
olarak görür ve gösterirler.
Ne var ki, ‘aydınlar’ın çoğu kendilerinde var olduğunu
vehmettikleri hasletlere sahip olmadığı gibi, belki de ‘aydınlık’a
asıl ihtiyacı olan onların kendisidir. Bütün aksi yöndeki
iddialarına rağmen bağnazlıkta bu tür aydınlarla pek az kişi
yarışabilir. Çünkü nihaî hakikati bulduklarından, daha doğrusu
statüleri gereği hakikate zaten sahip olduklarından o kadar
emindirler ki, bu onların bakar-kör olmalarına ve yalın olguları
bile yanlış görmelerine neden olur.“
Bunlar da sayın Yalçın Küçük’ün “Aydın Üzerine Tezler” adlı
yapıtının birinci cildinde ilginç bulduğum, düşündürücü bulduğum
kimi alıntılar:
“…Sevgi sezmeye yardım eder. Her düşünüre gereklidir. Çünkü
düşünür, bir anlama, düşündüğüne aşık olmuş kimsedir.” (s.13)
“Tek başına eylem aydını büyütmez. Aydın, tanımı gereği, kafasıyla
ve çok büyük bir inatla, toplumu değiştirmek için inat eden bir
hayvandır. Tanımı kısaltmak gerekirse aydın, kafası ile mücadele
eden insandır. Mücadele etmeyen aydın olmaz. Eyleme inmeyen aydın
olmaz. Güzel, ancak kafasız mücadele aydını büyütmez. Aydını,
tarihin diğer faktörlerinden ayıran en önemli çizgi, mücadeleye
kafasını koymasıdır. Bu yüzden zaman, zaman önce aydının kafası
koparılır.” (s.16)
“Yalnızlık, sınıflı tüm dünya aydınlarının trade mark’ı, alamet-i
farikasıdır” (s17)
“Düşün gücü olan, teorik dayanağı olan aydın, yalnızlığa en çok
dayanabilen insandır. Eğer daha önceki zorunlu tanımlamaları
tamamlamak gerekirse, aydın yalnızlığa dayanabilen hayvandır. Ve
teorik güç ile yalnızlığa dayanma gücü doğru orantılıdır. Çok
büyük bir doğallıkla; çünkü teori dünyadır.” (s.19)
“Biyolojik insana göz, düşünen insana bakış açısı gerek. Bakış
açısı olmadan bakmak, bakmamak demek. Bir araştırıcı eğer, somutun
zenginliğinden doğan bir teorik şema olmadan tarihe bakıyorsa,
aslında bakmıyor demektir. Kördür; göremez. Görmek, teori
demektir. Teorik şemanın geçerliliği, görebilmekte yatar…” (s.56)
Sayın Taha Akyol’un -hemşerimiz olduğu söylenir- 03 Aralık 2006
tarihli Milliyet'teki yazısı ise bir başka “Çerkesmiş’e” Orhan
Pamuk’a ilişkin. Yazıda benim ilgimi çeken sayın Akyol’un sayın
Pamuk’a ilişkin değerlendirmesi, Nobel almış yazara nasihatleri
değil, anımsattığı iki araştırma ve sonuçları.
”Pamuk'a iki araştırmayı hatırlatmak istiyorum:
• Gallup ile Ermenistan Sosyoloji Enstitüsü'nün araştırmasına
göre, "Türkiye'nin soykırım iddialarını kabul etmesini" önemli bir
dava olarak görenlerin oranı Ermenistan'da yüzde 1'den ibaret!
Büyük çoğunluğun derdi işsizlik, demokrasi, insan hakları gibi
konular.
• İkinci araştırma, Sakarya Üniversitesi'nden Dr. Hüseyin
Çakıllıoğlu'nun "Diasporada Ermeni Kimliği" adlı akademik
çalışmasıdır. Paris ve Halep'te diaspora Ermenileriyle görüşerek
yapılmış bu araştırma, ruhsal gerilimler içindeki diaspora
Ermenilerinin "soykırım" iddiasını milliyetçi bir ideoloji haline
getirdiklerini gösteriyor. Ama Ermenistan'a yerleşmeyi de
düşünmüyorlar! (altını ben çizdim)
Nobel kazanmış bir yazarın, artık böyle mariz (hasta) bir
diasporanın sözcüsü gibi gözükmeyi kendisine yakıştıramaması
lazım!”
Size ne düşündürür bilemem ama bu satırları okuduğumda ben;
“Adıghelerin anavatan ve diaspora kesimlerinde sayın Pamuk’a
anımsatılan bu araştırmaların benzerleri yapılsaydı sonuç daha mı
farklı olurdu acaba? Buyurun “ülkenizin vatandaşı olun”
dendiğinde yaz çizen, yaşadığı ülkede gerçekçi hiçbir hak
talebinde bulunmayan Adıghe diasporası, kendilerini
anavatandakilerden “daha kahraman, daha insan hakları
savunucusu” sansa, soykırım ve sürgünü dillerine
pelesenk etseler de gerçekçi değerlendirmede “mariz diaspora”
tanımından kurtulabilir mi acaba, diye düşünmekten kendimi
alamadım.
Doğrusu, “demokrat aydınlarımız”ın sitemizde Ana
Sayfa'da bir süre yayında kalan, halen “Basından Seçtiklerimiz”
bölümünde yayında duran “Yeni Şafak” gazetesinden alıntıladığımız
Hrant Dink röportajını okuyup okumadıklarını, eğer okumuş iseler,
Türkiye’de halkı için mahkemeye verilen ve Türkiye’nin AB
beklentisi olmasaydı büyük ihtimalle hüküm de giyecek olan Hrant
Dink’in, “ACIMIZI KULLANAN ERMENİLERE ÇOK KIZIYORUM”
ve benzeri diasporaya ters düşen sözlerini nasıl
anlamlandırdıklarını da düşünmezlik edemiyorum?
Bu yazının, “demokrat aydınlar”ımıza, “mariz
diaspora”yı, “hariçten gazel okumakla” suçlayanları haklı
göstermiş olduğunu umabilir miyiz? “Arkadaşlar haklı. Yaşadığım
ülkede hak talebinde bulunamıyorsam, yaşamadığım, yaşamayı
düşünmediğim, ziyaret bile etmediğim bir ülkedeki hak talebini
ülkede yaşayanlara, ülke kaderini paylaşanlara gerektiğinde bedel
ödeyenlere bırakmalıyım” dedirtmiş olabilir mi?
Sayın Ali Bayramoğlu’nun, 21 Ekim 2006 tarihli Yeni Şafak
gazetesindeki şu cümleler sitelerimizdeki, eleştirmenleri değil
saldırganları aklınıza getirmez mi?
“Tepki doğaldır...
Benim kendi görüşlerimi ifade etmem, hiçbir koşulda bunlardan
taviz vermemem doğalsa, bu görüşlere tepki duymak, aksini dile
getirmek doğaldır...
Ama tepkiler küfür diliyle ifade olunca, meseleye böyle bakmak
kolay olmuyor.
Açık: Küfür farklı görüşe tahammül edemeyen şiddet dolu zihniyetin
dışavurumundan başka bir değildir...”
Sayın Yalçın Küçük’ün adı geçen yapıtındaki şu yaklaşımı
okuduğunuzda, siz de; “saldırganlığın bir başka nedeni de bu ruh
hali olmalı” diye düşünür müsünüz?
“…Osmanlı’dan bir miras var. Şu: Kendini korumak, alternatifi yok
etmek demek. Osmanlı Sultanı, kendisine yönelik bir tehdit olunca,
cılız da olsa, cenin de olsa, var olan alternatifi ortadan
kaldırmayı en büyük savunma sanıyor. Daha sonra Türkiye’de düzen,
gücüne bakmadan, alternatifleri ortadan kaldırmayı, temel bir
politik yasa olarak görüyor….”
Peki, internet sayfalarında hakkında bir çok iftira dolaştırılan
biriyseniz, sayın Osman Tamburacı’nın 03 Aralık 2006 tarihli Yeni
Şafak gazetesinde yayımladığı şu minik anısı sizi rahatlatmaz,
güveninizi tazelemez mi?
“Ben tükenmez bir soyum
Rahmetli babaannem kendisine iftira atıldığında, hiç istifini
bozmaz; "ben tükenmez bir soyum kim ne derse ben oyum" derdi...
Sorardık ne demek diye;
"Ben kendimden öyle eminim ki, benim soyum sopum öylesine belli
ki, kim ne derse desin ben kendimi biliyorum" diye cevaplardı.”
Vurgulanan, “soy-sop” değil, “kendinden emin olmak, kendini
bilmek”tir.
|