|
|
|
|
|
AJANS
KAFKAS'IN İKİ HABERİ |
11.11.2006 |
|
|
Dr. MEŞFEŞŞU
Necdet Hatam |
|
|
Yazılarımı izleyenler artık
biliyorsunuz. Sorunumuza, ayakları yere basar hiçbir çözüm
önerisi getirmeyen, önerilerinin gerçekte ne anlama geldiğini
hiç irdelemeyen, önerilerinin nasıl gerçekleştirilebileceği
konusunda tek bir görüş belirtmeyen, kimileri demokrat(!),
kimileri anavatandakilerden daha vatansever ama diasporada daha
mutlu olanların kimilerinin, bana bir çok güzel(!) sıfatı
yakıştırmasına karşın, görüşümü değiştirmem, hep savunurum:
Evet diaspora, anavatan kesimine, izlemedikleri sitelerde,
anlamadıkları bir dilde akıl verme, politika belirleme, ulus
severliklerine değer biçmeyi bırakmadıkça, “hariçten gazel
okur” duruma düşmekten kurtulamayacaktır. Her kesimin
önceliği, kendi bulunduğu ülkede ulusal haklarını nasıl
genişletebileceği, ulusal kültürel varlığını nasıl koruyup
geliştirebileceği olmalıdır.
Anlatmak istediğimizi bir türlü anlatamayız ya da anlamak
istemezler. Geçmişte de kendilerini sosyalist, komünist sanıp
biz dönüşçüleri, gericilikle suçlayanların çoğuna da derdimizi
anlatamamıştık ya da kendileri anlamak istememişti. Örneğin
dönüşçüler okuma yazma öğrenir, öğretir, alfabeler yayınlarken
bunu gereksiz bir çaba olarak görürlerdi. “Zaten
enternasyonalizm olmayacak mı tek dile gidilmeyecek mi”
derlerdi. ''Enternasyonalizm eğer uluslar arası birlik
ise bu birliğin oluşabilmesi için ulusların var olması gerekmez
mi'' sorumuz da hep yanıtsız
kalırdı. Tıpkı bugün “Bağımsız Adigey Cumhuriyeti’ni
nasıl kuracaksınız”, “Birleşik
Bağımsız Kuzey Kafkasya’yı nasıl oluşturacaksınız”,
“Hangi dünya gücünün desteği ile bunu sağlamayı
düşünüyorsunuz” benzeri daha
sorulabilecek bir çok sorumuzun yanıtsız kaldığı, akılcı yanıt
bulamayacağı gibi…
Bu yazımızda, diasporanın, anavatanı
uzaktan sağlıklı değerlendirilemeyeceğini, dolayısı ile de
gerçekçi politika belirleyemeyeceğini, Ajans Kafkas’ın aynı
olayın öncesi ve sonrasına ilişkin birbirini izleyen iki
haberini irdeleyerek bir kez daha vurgulamaya çalışacağım.
Haberin ilki şu:
'Rus yürüyüşü' Adigey'i hedef alıyor
31.10.2006 - 17:24:49
Maykop/Ajans Kafkas - Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in 7
Kasım'da kutlanan 1917 Bolşevik İhtilali bayramını lağvedip
1612'de Polonyalılara karşı Çarlık Rusya'nın birleşmesinin
anısına bayram ilan ettiği 4 Kasım yaklaşırken Adigey'de
Adigelerle Slavlar arasında gerilim yaşanıyor.
Adigey'in feshedilmesini savunan
Adigey Slav Birliği, 1. Petro'ya özenen Putin'in ilk kez geçen
yıl kutlattırdığı 4 Kasım Halklar Birliği gününde tüm Rusları
yürüyüşe çağırdı.
Yürüyüşü Adigey'in ortadan
kaldırılması kampanyasına dönüştüren Adigey Slav Birliği'nin
Yönetim Kurulu Başkanı Vladimir Karatayev, "Benim rızam olmadan
benim yaşadığım bu bölgede Adigey devletini kim kurdu? Bunda
akıl, adalet var mı?" diye konuştu. Karatayev, "Evet biz bugün
milli Rus bilincinin büyüyüşünü görüyoruz. Yani bugün Rus
nüfusundan çok sayıda insan, Sovyetler döneminde onları
birbirine bağlayan enternasyonal şiarları tekrar gözden
geçirmeye başladılar. İnsanlar milli menfaatlerini savunmayacak
olursa bu dünyada hiçbir şey elde edemeyeceğini anlamaya
başlıyorlar" dedi. Birliğin gazetesi Zakubanye de, okuyucuları
'Rus yürüyüşüne' katılmaya çağırırken 'Kaderini Rus halkının
kaderinden ayırmayan herkes katılmalı' ifadesini kullandı.
Adigeler öfkeli
Slavların
yürüyüşle Adigey Cumhuriyeti' nin varlığını hedef alması
Adigeleri kızdırdı. Xhabze adlı sivil örgütün lideri Askerbi
Namitokov, Slav Birliği'nin Rus yürüyüşüne katılma çağrısına
'anayasal yapının alaşağı edilmesi' girişim olarak niteledi.
Kavkazki
Uzel'e konuşan Namitokov, "Aslında bu organizasyon yürürlükte
olan kanunun, anayasal yapının alaşağı edilmesine çağrıda
bulunuyor. Bu tür çağrılar ise ceza gerektiren suçtur. Eğer
böyle bir suç bizim tarafımızda meydana gelseydi, yerimiz çoktan
uzaklar olurdu" dedi. ÖZ/FT
Şu da aynı konuya
ilişkin ikinci haber: 04.11.2006 - 16:51:13
Maykop/Ajans Kafkas- Rusya genelinde 4 Kasım Ulusal Birlik Günü
nedeniyle düzenlenen Rus yürüyüşü Adigey’de sönük geçti.
Adigey Slav Birliği’nin çağrıları üzerine başkent
Maykop'ta yapılan yürüyüşe yaklaşık 30 kişi katıldı. Slav
Birliği’nin gazetesi Zakubanya’nın en az 300 kişinin
katılacağını yazarak Rusları teşvik etmesine karşın, yürüyüş
beklenen ilgiyi görmedi. Önceki gün Adige sivil toplum örgütleri
Adige Khase ve Çerkes Kongresi, Adigey yönetimine yürüyüşün
engellenmesi için müracaat etmiş, provakatif olaylara karşı
uyarıda bulunmuştu.
Adigey Cumhuriyeti’nin statüsünün ortadan kaldırılarak Krasnodar
Kray’a bağlanması kampanyalarında başı çeken Adigey Slav Birliği
günlerdir yaptığı çağrılara rağmen Lenin Meydanı’na 30 kişi
toplayabildi. Maykop Belediye Başkanı Nikolay Pivovarov’un
düzenin kontrolünü bizzat sağlamak için Lenin Meydanı’na gelmesi
yürüyüşe olan ilgili bir süreliğine artırdı. Ekonomi ağırlıklı
pankartların yoğun olduğu gösteride bir istisna vardı: 'Rusya'da
Rus egemenliği'.
Slav Birliği tepki çekmemek için Adigey’in statüsü ile ilgili
taleplerini yürüyüşe taşımayacaklarını açıklamıştı. (KVKM)RZ/FT
Şimdi bu iki haberi
irdelemeye çalışalım:
- İlk haberi okuduğunuzda bütün
Rus kökenlilerin Adigey’in statüsünün kaldırılması amacı ile
birleştiği, Federal merkezin de bunları desteklediği gibi bir
izlenim edinmiş, alabildiğine canınız sıkılmıştır
- Halbuki ikinci haberde “Slav
Birliği’nin gazetesi Zakubanya’nın en az 300 kişinin
katılacağını” yazmış olduğunu okuduğumuza göre
tehlikenin ilk haberde verildiği kadar büyük olmadığı baştan da
belliydi diyemez miyiz? İki yüz bin kadar nüfusu olan bir kentte
beklenen katılım “en az 300 kişi” olduğuna göre, ilk haberin
veriliş şekli abartı değil mi? Hele yaklaşık 500 bin nüfusu olan
ve nüfusun çok büyük bir çoğunluğu Rus olan Adigey’de, 300
kişinin katılması beklenen yürüyüş haberini “Adigey'de
Adigelerle Slavlar arasında gerilim yaşanıyor.” şeklinde
vermek yanlış değil mi?
- Adigey’in cumhuriyet statüsü
kazandığından beri yaşanan gerilimin, demokrasiden, insan
haklarından, federalizmden yana olan, Adigelerin haklarının
nüfuslarına oranla daha fazla oluşunu, Adigelerin tarihi
haklarından kaynaklandığını kabullenen her etnik gruptan
insanlarla, Slav milliyetçileri arsında olduğu, az sayıda da
olsa kimi Adigelerin Rus milliyetçilerini desteklediği
bilinmiyor olabilir mi?
- Peki, bayramın adı, birinci
haberde Rusça’sının çevirisi olarak, yani doğru olarak verilmiş, “Halkların Birliği Bayramı” denmişken,
ancak nedense ikinci haberde adın “Ulusal Birlik Bayramı”
olarak değiştirilmesinin gerçekçi bir açıklaması olabilir mi?
Siz de “iki terim arasındaki farkın, “Türk Halkı”
ile “Türkiye Halkları”
gibi çok önemli bir fark olduğunu, ikincisini kullananların
yakın zaman kadar çok büyük sıkıntılar yaşadığını bilen Türkiye
diasporasının bu iki terimi birbirinin yerine kullanabilmesini”
anlamakta güçlük çekmez misiniz?
- Olayları sadece
dışarıdan ve uzaktan izleyenlerin, Sayın Aslan Namıtoko’nun
başkanı olduğu kuruluşu, çok yaygın tabanlı bir STK kuruluşu
sanması yanılgı olmaz mı? Bu ve benzeri yanılgılar temelinde
geliştirilen politika sağlıklı olabilir mi?
- İkinci haberde, adın
değiştirilmiş olmasına, bayramı yönetim ve her etnik gruptan
çoğunluk halkın görkemli bir şekilde kutladığı belirtilmemiş
olmasına karşın, milliyetçilerin yürüyüşüne sadece otuz kişinin
katılmış olduğunun vurgulaması bir objektivite kriteri olarak
değerlendirilemez mi? Ancak bu haberin de; “İki yüz bine
yakın nüfusu olan başkent Maykop’ta, 500 bine yakın nüfusu olan
cumhuriyette sadece otuz kişi toplanabildiğine, Zakubani (Kuban
Ötesi) gazetesinin beklentisi de 300 kişi olduğuna göre demek ki
Adigey’in statüsü konusunda bir tehlike yoktur” gibi çok
yanlış bir sonuca götürme ihtimali yok mu?
- Peki her iki haberin de
pek ilgi uyandırmayışını, dönüş yapıp anavatanın kaderini
paylaşma niyeti olmayan çoğunluğun, uzaktan hiçbir şey
yapılamayacağını anladığına mı yormalı? Eğer öyle ise,
yapılabilecek çok şey varken bu sonucu çıkartmak çok yanlış
olmaz mı?
Dolayısı ile ve izninizle, gerçekçi olduğuna inandığımız
yaklaşımımızı belirttiğimiz, sitemizde yayında bulunan yazımı
bir kez daha anımsatayım:
''ADİGEY, KROSNADAR
KRAY'A KATILMASIN'' DİYENLERİN DİKKATİNE
Maykop, 05 Mayıs 2005
Değerli Arkadaşlar,
Son zamanlarda Adigey’in
cumhuriyet statüsünün kaldırılacağı haberlerinden tedirgin
olanlarınızın sitelere, platformlara yansıyan kimi mesajlarınızı
okudum. Kimi girişimlerinize tanık oldum. Çoğunun gerçekçi bir
durum değerlendirmesinden uzak olduğunu üzülerek gördüm. Hele
anavatanın bugüne kadar bekçiliğini yapmış kardeşlerimizi hiçe
sayan önerileri hayretle okudum.
Anavatan kesiminin hiç dile
getirmediği, düşünmediği Rusya’dan ''bağımsızlık'', ''Birleşik
Bağımsız Kuzey Kafkasya'' önerileri anavatandakilerin takip
edemeyecekleri platformlarda, bilmedikleri bir dille nasıl
tartışılabilir diye kendi kendime sordum. Hele henüz merkezden
resmi bir girişim yok iken içlerinde profesörlerin bulunduğu
kimi arkadaşlarımızın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ni
toplantıya çağırması istemiyle Kofi Annan’a başvurma
girişimlerini ise itiraf edeyim çok gülünç buldum.
Çatışmalarda ölenlerin, öldürülenlerin sayısının kimi haftalar
onları, kimi haftalar yüzleri bulduğu haberleri görülmüyor,
duyulmuyor mu? Bu sorunları önleyemeyen Birleşmiş Milletler
Örgütü’nün, görünen bölümü birkaç gazete haberi, ayak üstü
verilen bir iki demeç olan bir sorun için Güvenlik Konseyi’ni
toplantıya çağırabileceğini düşleyebilmek, sizce de gülünç değil
mi?
Değerli Arkadaşlar,
Adigey’in Cumhuriyet olarak varlığını sürdürebilmesi için
elinizden geleni yapmak istediğinizden kuşkum yok. Ancak
strateji gerçekler üzerine oturtulmaz, doğru bir strateji
belirlenemez ise, statünün korunması çalışmalarına katkıda
bulunamaz ama olmasın istediğiniz sonucun gerçekleşmesine
yardımcı olursunuz.
Yanılmamak için de bilgilenmenin sağlıklı, tahlillerin gerçekçi
olması gerekiyor. İlk elde Adigelerin, 18 ve 19.yy.larda Çarlık
Rusya’sına karşı verdiği bağımsızlık savaşını kaybettiğimizi
içimize sindirmemiz gerekiyor. Nüfusunun % 90’ını Anavatan’dan
uzaklara savuran Adige sürgününün asli etkeni insansız bir
Kafkasya isteyen Rus İmparatorluğu’nun kolonyalist
politikasıdır.
Bununla birlikte Kafkasya’nın Müslüman nüfusunu topraklarına
çekmek isteyen Osmanlı İmparatorluğu’nun payının da az olmadığı
bilinmelidir. Rusya İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu
arasında 1856 ve 1860 yıllarında iki göç anlaşması
imzalanmıştır. Savaşlar süresince Osmanlı İmparatorluğu da Büyük
Britanya İmparatorluğu'da bağımsızlık savaşı veren Kuzey
Kafkasyalılara yardım eder görünmüşler ancak gerçek anlamda
yardım etmemişlerdir.
Rusya Federasyonu ile Adigeler arasında ortaya çıkacak bir
anlaşmazlıkta, geçmişte İngiltere’nin vermediği desteği
günümüzde batılı ülkelerin, Osmanlı’nın vermediği desteği
Türkiye Cumhuriyeti’nin verebileceğinin hayali kurulmamalıdır.
TC’nin bizler için Rusya Federasyonu ile ilişkilerini bozacak
politika geliştirmeyeceğinin bilincinde olunmalıdır.
Stratejinin, ezeli ebedi Rus-Adige düşmanlığı temeli üzerine
kurulması çok büyük bir yanlışlık, çok büyük bir talihsizlik
olur. Bu hem gerçekçi olmaz hem de anavatanda Adigey’in
statüsünün korunması mücadelesini verenlerle daha işin başında
yolları ayırır. Dahası mücadeleye de büyük ölçüde zarar verir.
Nedeni de burada böyle bir ayrımın olmayışı. Adigelerin tamamı
Adigey’in Krasnodar Kray ile birleştirilmesine karşı olmadığı
gibi Rusların ya da Adige olmayanların her biri de birleşmeyi
doğru bulmuyor. Örneğin statünün kaldırılması konusunda,
yıllardır en etkin çabayı gösteren Khelekhutekhue bir Adige hem
de Adigey Parlamentosu üyesi. Bunun karşın birçok Rus aydını,
halk temsilcisi, Kazak Atamanı statün korunması mücadelesi
verenlerimizle birlikte hareket ediyor.
Yani burada saflar etnik kökene göre oluşmadı. Bir tarafta Rusya
Federasyonu’nunda karışıklık çıkartacak genel bir plana bilerek
bilmeyerek hizmet edenler, (Marje’de yayınlamış Prof Anıl Çeçen
değerlendirmesini yeniden okuyun lütfen) Rus milliyetçiliğinin
Rusya Federasyonu’nun yararına olduğuna inanlar, bu birleşme ile
daha iyi bir yaşam standardına ulaşacağına inandırılmış Adigeler
ve farklı halklardan insanlar bulunmaktadır. Diğer tarafta ise
ulusal bilinç sahibi Adigeler ile, insan haklarına saygılı,
Adigelerin tarihte uğradıkları haksızlıkların -soykırımın ve
sürgünün- ayrımında olan, ülkedeki karışıklıkların Rusya
Federasyonu parçalansın isteyenlere hizmet ettiğini gören, ülke
bütünlüğünün demokrasinin geliştirilmesine, federatif yapının
sağlıklı olmasına bağlı olduğuna inanan her halktan sağduyulu
insanlar var.
Ayrıca, bilinmesi gerekir ki; sağduyulu Rusların, Kazakların
bizlere yardımı sadece son olayla da sınırlı değil.
Hatırlayalım:
Adigey’in çok az nüfus oranına karşın, önce özerk statüsü daha
sonra cumhuriyet statüsü kazanması, Krasnodar’dan ayrılması
sağduyulu, insan haklarına saygılı Rusların yardımları ile
mümkün olmuştur.
Sadece dönüş yapanlara değil; muhaceretteki Kafkaslılara da
bulundukları ülkeyi değiştirme, vatandaşlıklarından vazgeçme
zorunda bırakmadan Rusya Federasyonu vatandaşlığını kazanma
hakkını veren Rusya Federasyonu Vatandaşlık Yasası'nı kabul eden
Devlet Duması ve Federal Meclis’in çoğunluk üyesi de şimdi
olduğu gibi Rus idi.
Üzücüdür ki, 1992’de kabul edilen ve on yıla yakın yürürlükte
kalan bu yasadan Türkiye’den bir tek kişi bile yararlanmadı.
1994’te, sürgünün
130. yılında Kafkas halklarının dönemin Rusya’sına karşı
savaşlarının, ülkelerini, değerlerini koruyan haklı bir savaş
olduğu bildirisini yayımlayan dönemin Federasyon Devlet Başkanı
Yeltsin’de bir Rus’tur.
1998'de Kosova Adigeleri, Adigey’e Rusya Federasyonu
Hükümeti’nin kararları, politik ve ekonomik yardımları ile
getirilebilmiştir. Yeni bir köy kurulmuş, beş kilometre
uzaklıktan getirilen doğal gazın giderleri Lukoil adlı petrol
firması karşılanmıştır. Bir çok Rus aile dönüş yapanları konuk
etmek için başvurmuştur. Deneyimsizlik gerçeklerimizi iyi tahlil
edememenin getirdiği kimi yanlışlıklar, muhaceretten daha çok
katkı gelebileceği beklentisi, sonucu üzücüdür ki beş aile henüz
kalıcı konut sahibi yapılamamıştır. Kimi yayınlarda, 7 milyonu
bulduğu söylenen Türkiye diasporasının bu olaya katkısının ise,
nüfusuna oranla ne kadar az olduğunu yazmak istemiyorum.
Bu söylediklerim Rusya Federasyonu’nda imparatorluk ruhunu
diriltmek isteyen politikacıların, bunların etkili olduğu kimi
politik örgütlerin, onların etkileyebileceği halk kitlelerinin
olduğunu yadsıdığım anlamına alınmasın sakın. Tek tip Adige,
tek tip Rus olduğu yanlış sonucuna kapılmamanız için yazıyorum
bunları.
Aslında derin bir incelemeye gerek kalmadan çevreye
bakıldığında, bunun Türkiye’de ve hemen her ülkede de böyle
olduğun görülecektir. Örneğin Türkiye’de de olayları
imparatorluk ruhuyla değerlendirenler yok mu? Türkiye’deki
politikacıların, partilerin anadilleri konusundaki tutumu aynı
mı? Irak’taki savaşa bakış açıları, AB’yi değerlendirişleri,
Türkiye-Suriye ilişkileri, Başbakanın İsrail ziyareti, Kıbrıs
sorunu…
Hemen her konuda yaklaşımları farklı politikacıların mücadelesi
gözünüzün önünde cereyan etmiyor mu yada taraflardan birinin
içinde değilseniz bile birilerine daha yakın değil misiniz?
Dahası Türkiye’deki her Çerkes’in bilinç düzeyi olaya ilgisi
aynı mı? Türkiye’de sayıları milyonlara varan Çerkeslerin çok
sayıdaki derneklerinin etkin üye sayısı sadece 1000 dolayında
değil mi? Sitelerde tartışanların -üyelerin değil- sayısı yüzü
buluyor mu? Hele yazanlardan görüş birliği içinde olanların
sayısı?
İşte her ülkede olduğu gibi Rusya Federasyonu politikacılarının
ve onlardan etkilenen halk gruplarının da böyle farklı olduğunu;
dönem, dönem gruplardan birinin ülkede daha etken olduğu da göz
önünde bulundurulmalı.
Yinelersek, özellikle Adigelerin yoğunlukta olduğu Kuzey
Kafkasya Cumhuriyetlerinin yöneticisi ile halkının Rusya
Federasyonu’ndan ayrılmak gibi bir dertleri olmadığı hiç
unutulmamalı. Anavatandakilerin arzusu, hatta bilgisi dışında
cumhuriyetler kağıt üzerine birleştirilip gülünç duruma
düşülmemeli. Bu yaklaşım sadece, günümüze kadar vatan bekçiliği
yapmış insanların buradaki konumunu sarsar, dönüş yapmış
insanların yaşam şartlarını zorlaştırır.
Onun için gelip-gitmeyeceğiniz, dönüş yapıp yerleşmeyeceğiniz,
kaderini paylaşmayacağınız anavatanınıza zarar verecek
söylemlerden kaçınma sorumluluğu gösterilsin lütfen.
Kara kaş kara göz
için, hakların teslim edilmediği bir dünyada yaşadığımız
unutulmasın. Ulusal varlığın, ancak gerçekleri göz önünde tutan
bir politika ile sürdürülüp geliştirilebileceğinin bilincinde
olunsun. Gücümüz, yapabileceklerimiz, başarabileceklerimiz
ölçüsünde konuşulsun.
Günümüzde özellikle Kafkasya için olağanüstü bir dönemden
geçildiğinin ayrımında olunsun. Türkiye’nin olağanüstü hal
olduğu dönemlerdeki uygulamalar ile şimdiki uygulamaların çok
farklı olduğu hatırlansın.
Yakın geçmişte Birleşik Bağımsız Kafkasya tezini savunanların
günümüzde nerelerde, nelerle uğraştığı da bir incelensin.
Birinci savaş sırasında Türkiye’de açılan kampanyaların
Çeçenlere ne kadar yardımcı olabildiği, birinci savaş sırasında
Türkiye Cumhuriyeti’nin tutumu ile şimdiki tutumunun ne kadar
farklı olduğu değerlendirilebilsin. Genel Kurmay Başkanı’nın
Abhazya ve Güney Osetya konusundaki politikasının bizim ulusal
çıkarlarımıza ters düşse de, bizlerin gücünün TC politikasını
değiştirmeye yetmeyeceğinin bilincinde olunsun.
Gücümüzün, 1000 kişiyi bulmayan sığınmacıya sağlıklı konut,
oturma, çalışma, öğrenim görme haklarını, olanaklarını bile
sağlayamadığı göz önünde tutulsun. Anavatandakilerin takip
etmediği sitelerde, anlamayacakları dilde yazılanların sadece
bunları anavatandakilerin aleyhine kullanmak isteyeceklerin
işine yarayacağının -özellikle öyle olunsun istenmiyorsa- artık
bilincinde olunsun, sorumlu davranılsın.
En önemlisi sizleri, bizler kadar tanımayan anavatandaki
kardeşlerimize, olduğumuzdan daha güçlü olduğumuz sanısı ve
yapılmayacak, yapılamayacak şeyler için onlara umut verilmesin.
Çünkü bu yersiz umut sadece, Rus-Kafkas savaşları sırasında
Batı’da yardım kampanyaları açan, bildiriler dağıtan, makaleler
yayınlayan, yardım heyetlerini ağırlayıp İngiltere
Parlamentosu’nda konuşturan, onların ağzından Kraliçe’ye
mektuplar yazan sivil toplum kuruluşlarının çabalarının verdiği
sonucu verecektir. Bu sonucu da rahmetli Osman Çelik,
yayımladığı “İngiliz Belgelerinde Türkiye ve Kafkasya” adlı
kitaptaki bizler için derslerle yüklü incelemesindeki şu özlü
iki cümle beyinlere kazılsın: “İngiltere’nin sözden öteye
gitmeyen vaatleri bir işe yaramadı. Karadeniz’in karanlık
ufuklarını gözleyen Kafkasyalıları gerçek olmayan hayallerin
peşinde sürüklediği için, iyilik yerine, aksine kötülük etmiş
oldu.”
Muhaceret insanının çoğunun sorunlarımıza ilgisizliğinin de,
gençliklerinde mangalda kül bırakmazken şimdi seslerinin
duyulmaz oluşunun artık sır olmayan nedenleri için, Mehmet
Fetgeri Şoenu’nun “Çerkes Sorunu Hakkında Türk kamuoyu ve T.B.M.M’ne
Sunu” adlı broşürüne yeniden bir göz atılsın: “En
sağlıklı asimilasyon aracı ise genellikle okul ve kültürdür.
Bunlar iki ajitasyon koludurlar ki insanları az bir zamanda aynı
düşünür, aynı görür bir duruma getirebilirler. Spor dernekleri
ve karşılaşmaları, ulusal tiyatro ve sinemalar en büyük
kolaylığı yaratırlar. Hele bunlara güvenlik ve güven, huzur,
refah ve varlık da eklenirse iş kendiliğinden ortaya çıkar.
Çünkü birçok insanların ulusal sevgileri onların biraz fazlaca
olan kişisel çıkarlarının sınırını aşamaz.”
Değerli
arkadaşlar bugünkü durumda Rostov’dan Güney Bölge
sorumlularından biri böyle bir girişim olmadığı açıklamasında
bulundu. Krasnodar Kray Valisi daha önceki açıklamalarından
farklı bir görüşünü belirtti. En önde gelen Kazak Atamanlarından
Gromov böyle bir girişimin yanlış olacağı acı sonuçlar vereceği
görüşünü dile getirdi. Adigey’deki hemen her halkın sivil toplum
kuruluşlarının katıldığı birlik oluşturuldu. Ayrıca her halkın
temsilcisinin katıldığı Adigey’in Cumhuriyet statüsünün
korunması amaçlı Forum oluşturuldu.
Bizce muhaceretteki yurtsever insanlarımız; yapılması gerekeni,
kiminle ve nasıl mücadele edilmesi gerektiğini iç
dinamiklere bırakmalıdır. Anavatandaki kardeşlerine ve
Rusya Federasyonu’ndaki her halktan demokrasiden ve
federalizmden yana güçlerine güvenmelidir. Yardım
etmek isteyenler nasıl daha yararlı olunabileceğini, Forum’a
sormalı, Forum’un kendilerinden istediklerinden öte girişimlerde
söylemlerde bulunmamalıdır.”
|
Sizler de okurken
mutlaka düşünüyorsunuzdur. Kimileyin “işte benim dediğim de
bu, ne kadar güzel söylemiş” diyorsunuzdur. Kimileyin de “amma da
saçmalamış” dediğiniz oluyordur mutlaka. Daha önce birkaç kez
çeşitli konulardaki görüşlerini okuduklarınızdan kendisine ters
düşen yazılarıyla sizi şaşırtanlar da az değildir.
Ben de sizler gibi; okuduğum yazılarda görüşlerimin doğrulandığını
duyumsadığım yazılarda coşku duyar, olayımızla bire bir örtüşmese
de kimi genel değerlendirmeleri kendi olayımız çerçevesinde
yorumlamaya çalışırım. Kendi paradigmama bir dönüşçü paradigmasına
göre yorumlarım. Okuduğum her yazıda da bizim olayımıza ilişkin
ayrılıkların, gruplaşmaların, bilincinde olunsun olunmasın,
kişilerin dönüş konusundaki duruşlarından kaynakladığını
düşünürüm.
Hele kendilerini demokrasi, insan hakları havarisi sanan
kimilerinin, kendileri ile aynı görüşte olmayanlara saldırıları ve
susturmakla tehdit etmeleri karşısında, “bu zihniyeti taşıyanlar
iyi ki ülke yönetiminde değiller” diye düşünürüm. Saldırıyı,
eleştiri sananların yazılarını okuduğunuzda “bu zihniyette
olanlar, iyi ki devletlerin gizli örgütlerine emir veren,
devletlerin hukuk sistemini gizli açık etkileyebilen konumda
değiller…” diye düşünmez misiniz siz de?
Evet sorun algı farklılığı; okunan, duyulan, görülen, yaşanan
şeylerden aynı şeyin alınmaması. Bunda da asıl etmenin kişinin
paradigması olduğunun bilincinde olunmaması olmalı. Okuduğumuz bir
çok yazıda geçen, birçok konuşmada, tartışmada duyduğumuz bizi hep
yönlendiren, yönlendirdiğinin farkında olmadığımız bu olguyu sayın
Doğan Cüceloğlu’nun yapıtlarını temel alarak daha önceki
yazılarımda açıklamaya çalışmıştım.
“Paradigma, bireyin iç ve dış dünyasını algılayıp yorumlamasında
etkili olan tüm faktörleri kapsar. Algılama, yorumlama, ve bilme
süreçleriyle ilgili tüm etkenlerin yarattığı örgütlü ve dinamik
düşünsel sisteme, algı düzeneği yada paradigma adı verilir.
Paradigma farkına varmadan taktığımız bir psikolojik gözlüktür; iç
dünyamızı olduğu kadar dış dünyamızı da bu gözlük aracılığıyla
görürüz.”
“Algılamayı etkileyen kişiye ait tüm iç etkenler bir araya gelerek
bir algı düzeneği oluşturduğu zaman bu sisteme paradigma adı
verilir. Paradigma dinamiktir ve çoğu kez kişi kullandığı
paradigmanın farkında değildir.”
Bu alıntılar, sayın Cüceloğlu’nun yapıtından paradigmaya
ilişkin kimi bölümler…
Okuma-düşünme ilişkisine dönelim dilerseniz;
Sayın Mustafa
Erdoğan’ın Star gazetesindeki köşesinde,
02 Aralık 2006’da yayımladığı “'Aydın' Karanlığı” adını
verdiği yazısını okuduğumda ben de bizlerin “demokrat
aydınlar”ını düşünmezlik edemedim.
“ 'Aydın' sıfatını, mensup oldukları zümrenin jenerik adı olarak
kabul edenlerin karakteristik özelliklerinden biri, kendilerini
aynı zamanda açık fikirli, hoşgörülü ve demokrat olarak
nitelemeleridir. Bunlar kendilerinde vehmettikleri bu gibi
hasletleri sıradan insanları -yani, kendileri dışında kalanları-
‘uygarlaştırmak’ ve ‘aydınlatmak’ misyonlarının meşruluk dayanağı
olarak görür ve gösterirler.
Ne var ki, ‘aydınlar’ın çoğu kendilerinde var olduğunu
vehmettikleri hasletlere sahip olmadığı gibi, belki de ‘aydınlık’a
asıl ihtiyacı olan onların kendisidir. Bütün aksi yöndeki
iddialarına rağmen bağnazlıkta bu tür aydınlarla pek az kişi
yarışabilir. Çünkü nihaî hakikati bulduklarından, daha doğrusu
statüleri gereği hakikate zaten sahip olduklarından o kadar
emindirler ki, bu onların bakar-kör olmalarına ve yalın olguları
bile yanlış görmelerine neden olur.“
Bunlar da sayın Yalçın Küçük’ün “Aydın Üzerine Tezler” adlı
yapıtının birinci cildinde ilginç bulduğum, düşündürücü bulduğum
kimi alıntılar:
“…Sevgi sezmeye yardım eder. Her düşünüre gereklidir. Çünkü
düşünür, bir anlama, düşündüğüne aşık olmuş kimsedir.” (s.13)
“Tek başına eylem aydını büyütmez. Aydın, tanımı gereği, kafasıyla
ve çok büyük bir inatla, toplumu değiştirmek için inat eden bir
hayvandır. Tanımı kısaltmak gerekirse aydın, kafası ile mücadele
eden insandır. Mücadele etmeyen aydın olmaz. Eyleme inmeyen aydın
olmaz. Güzel, ancak kafasız mücadele aydını büyütmez. Aydını,
tarihin diğer faktörlerinden ayıran en önemli çizgi, mücadeleye
kafasını koymasıdır. Bu yüzden zaman, zaman önce aydının kafası
koparılır.” (s.16)
“Yalnızlık, sınıflı tüm dünya aydınlarının trade mark’ı, alamet-i
farikasıdır” (s17)
“Düşün gücü olan, teorik dayanağı olan aydın, yalnızlığa en çok
dayanabilen insandır. Eğer daha önceki zorunlu tanımlamaları
tamamlamak gerekirse, aydın yalnızlığa dayanabilen hayvandır. Ve
teorik güç ile yalnızlığa dayanma gücü doğru orantılıdır. Çok
büyük bir doğallıkla; çünkü teori dünyadır.” (s.19)
“Biyolojik insana göz, düşünen insana bakış açısı gerek. Bakış
açısı olmadan bakmak, bakmamak demek. Bir araştırıcı eğer, somutun
zenginliğinden doğan bir teorik şema olmadan tarihe bakıyorsa,
aslında bakmıyor demektir. Kördür; göremez. Görmek, teori
demektir. Teorik şemanın geçerliliği, görebilmekte yatar…” (s.56)
Sayın Taha Akyol’un -hemşerimiz olduğu söylenir- 03 Aralık 2006
tarihli Milliyet'teki yazısı ise bir başka “Çerkesmiş’e” Orhan
Pamuk’a ilişkin. Yazıda benim ilgimi çeken sayın Akyol’un sayın
Pamuk’a ilişkin değerlendirmesi, Nobel almış yazara nasihatleri
değil, anımsattığı iki araştırma ve sonuçları.
”Pamuk'a iki araştırmayı hatırlatmak istiyorum:
• Gallup ile Ermenistan Sosyoloji Enstitüsü'nün araştırmasına
göre, "Türkiye'nin soykırım iddialarını kabul etmesini" önemli bir
dava olarak görenlerin oranı Ermenistan'da yüzde 1'den ibaret!
Büyük çoğunluğun derdi işsizlik, demokrasi, insan hakları gibi
konular.
• İkinci araştırma, Sakarya Üniversitesi'nden Dr. Hüseyin
Çakıllıoğlu'nun "Diasporada Ermeni Kimliği" adlı akademik
çalışmasıdır. Paris ve Halep'te diaspora Ermenileriyle görüşerek
yapılmış bu araştırma, ruhsal gerilimler içindeki diaspora
Ermenilerinin "soykırım" iddiasını milliyetçi bir ideoloji haline
getirdiklerini gösteriyor. Ama Ermenistan'a yerleşmeyi de
düşünmüyorlar! (altını ben çizdim)
Nobel kazanmış bir yazarın, artık böyle mariz (hasta) bir
diasporanın sözcüsü gibi gözükmeyi kendisine yakıştıramaması
lazım!”
Size ne düşündürür bilemem ama bu satırları okuduğumda ben;
“Adıghelerin anavatan ve diaspora kesimlerinde sayın Pamuk’a
anımsatılan bu araştırmaların benzerleri yapılsaydı sonuç daha mı
farklı olurdu acaba? Buyurun “ülkenizin vatandaşı olun”
dendiğinde yaz çizen, yaşadığı ülkede gerçekçi hiçbir hak
talebinde bulunmayan Adıghe diasporası, kendilerini
anavatandakilerden “daha kahraman, daha insan hakları
savunucusu” sansa, soykırım ve sürgünü dillerine
pelesenk etseler de gerçekçi değerlendirmede “mariz diaspora”
tanımından kurtulabilir mi acaba, diye düşünmekten kendimi
alamadım.
Doğrusu, “demokrat aydınlarımız”ın sitemizde Ana
Sayfa'da bir süre yayında kalan, halen “Basından Seçtiklerimiz”
bölümünde yayında duran “Yeni Şafak” gazetesinden alıntıladığımız
Hrant Dink röportajını okuyup okumadıklarını, eğer okumuş iseler,
Türkiye’de halkı için mahkemeye verilen ve Türkiye’nin AB
beklentisi olmasaydı büyük ihtimalle hüküm de giyecek olan Hrant
Dink’in, “ACIMIZI KULLANAN ERMENİLERE ÇOK KIZIYORUM”
ve benzeri diasporaya ters düşen sözlerini nasıl
anlamlandırdıklarını da düşünmezlik edemiyorum?
Bu yazının, “demokrat aydınlar”ımıza, “mariz
diaspora”yı, “hariçten gazel okumakla” suçlayanları haklı
göstermiş olduğunu umabilir miyiz? “Arkadaşlar haklı. Yaşadığım
ülkede hak talebinde bulunamıyorsam, yaşamadığım, yaşamayı
düşünmediğim, ziyaret bile etmediğim bir ülkedeki hak talebini
ülkede yaşayanlara, ülke kaderini paylaşanlara gerektiğinde bedel
ödeyenlere bırakmalıyım” dedirtmiş olabilir mi?
Sayın Ali Bayramoğlu’nun, 21 Ekim 2006 tarihli Yeni Şafak
gazetesindeki şu cümleler sitelerimizdeki, eleştirmenleri değil
saldırganları aklınıza getirmez mi?
“Tepki doğaldır...
Benim kendi görüşlerimi ifade etmem, hiçbir koşulda bunlardan
taviz vermemem doğalsa, bu görüşlere tepki duymak, aksini dile
getirmek doğaldır...
Ama tepkiler küfür diliyle ifade olunca, meseleye böyle bakmak
kolay olmuyor.
Açık: Küfür farklı görüşe tahammül edemeyen şiddet dolu zihniyetin
dışavurumundan başka bir değildir...”
Sayın Yalçın Küçük’ün adı geçen yapıtındaki şu yaklaşımı
okuduğunuzda, siz de; “saldırganlığın bir başka nedeni de bu ruh
hali olmalı” diye düşünür müsünüz?
“…Osmanlı’dan bir miras var. Şu: Kendini korumak, alternatifi yok
etmek demek. Osmanlı Sultanı, kendisine yönelik bir tehdit olunca,
cılız da olsa, cenin de olsa, var olan alternatifi ortadan
kaldırmayı en büyük savunma sanıyor. Daha sonra Türkiye’de düzen,
gücüne bakmadan, alternatifleri ortadan kaldırmayı, temel bir
politik yasa olarak görüyor….”
Peki, internet sayfalarında hakkında bir çok iftira dolaştırılan
biriyseniz, sayın Osman Tamburacı’nın 03 Aralık 2006 tarihli Yeni
Şafak gazetesinde yayımladığı şu minik anısı sizi rahatlatmaz,
güveninizi tazelemez mi?
“Ben tükenmez bir soyum
Rahmetli babaannem kendisine iftira atıldığında, hiç istifini
bozmaz; "ben tükenmez bir soyum kim ne derse ben oyum" derdi...
Sorardık ne demek diye;
"Ben kendimden öyle eminim ki, benim soyum sopum öylesine belli
ki, kim ne derse desin ben kendimi biliyorum" diye cevaplardı.”
Vurgulanan, “soy-sop” değil, “kendinden emin olmak, kendini
bilmek”tir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|