06 10 2006 Pazartesi.
Pazartesi olduğu halde dinleniyoruz. RF’nda ilginç bir uygulama
var. Bayramlar resmi bayram günlerine rastladığında daha sonraki
çalışma günlerinden biri dinlence günü oluyor. Kasım'ın dördündeki
bayram da Cumartesi'ye rastlamıştı. Bayrama rastlayan Cumartesi
günü karşılığı işte Pazartesi dinlence günüydü. Dört Kasım
bayramını da merak etmişsinizdir. Sadece bizim sitelerde değil
Türk basınında da yanlış bir adlandırma ile ''Ulusal Birlik
Bayramı'' denen bayram. Devrim bayramı olarak kutlanan yedi Kasım,
2005 yılından beri içeriği de değiştirilerek, Kasım'ın dördünde
kutlanmaya başladı: Rusya Halklarının Birliği Bayramı. Yani Ulusal
Birlik değil Halkların. Rusya Federasyonu yerine Rusya denmesi de
anayasal bir hak. RF Anayasası'nda Rusya sözcüğünün Rusya
Federasyonu anlamında kullanıldığı vurgulanıyor. Tıpkı Respublika
Adıgeya’nın Adige dilinde Adige Respublik olarak yazılıp
söylendiği gibi.
İşte böyle bir dinlence günü akşama doğru, Maykop merkez pazarına
gitmiştim. Tüm gün evde okumaktan, yazmaktan sıkılmış, biraz hava
alır biraz da alışveriş yaparım diye düşünmüştüm. Kafamda da hep
sözünü ettiğim bayrama ilişkin bayram öncesi ve sonrası sanal
ortama taşınan iki haber vardı.
İlkini ciddiye aldığınızda Adıghey’deki tüm Rus kökenlilerin
cumhuriyet karşıtı yürüyüşe katılacağını, tehlikenin çok büyük
olduğunu düşürdünüz. Yürüyüşe sadece 30 kişinin katıldığını
belirten ikinci haberi okuyanlar ise böyle bir tehlikenin olmadığı
yanlış izlenimini edinirlerdi. Evet, aynı olaya ilişkin, aynı
ajansın verdiği sadece bu iki haber bile uzaktan anavatanda olup
bitenlerin sağlıklı olarak değerlendirilemeyeceğinin bir
göstergesi değil miydi?
Derken, küçük alışverişimi yaptım, pazarın çıkışına yöneldim.
Pazarın hemen yanında küçük bir onarım atölyesi açmış, dayı oğlu
Yusuf ağabeye uğrayacaktım. Hani şu Ankara 59/1 adresi ve
çevresinin “damat” olarak hatırlayacakları Kanşat Yusuf.
Ankara’da olduğumuz sürece aynı evde, farklı çevrelerdeydik.
Bizler arkadaşlarla anavatan, dönüş, dernek… der geceler boyu
uykusuz kalırken bizlerden uzakta ama hep bir Çerkes
çevresindeydi. İlginçtir ki, dünyanın başka ülkelerini de dolaşıp
eşi ve üç kızımızla anavatanda demir attı. Şimdilerde, döneminde
hep “dönüş”ü ağzından düşürmezken bugüne kadar bir kez bile
anavatanı ziyarete gelmeyenleri bekliyor…
Yine ipin ucunu kaçırmak üzereyim. Başka bir olay anlatayım. Bizim
Maykop’ta hatırı sayılır sayıda Çingene var. Nereden ne zaman
geldiklerini de bilmiyorum. Ama artık bizim gerçeğimiz. Pazarın
girişi kaynar bunların genci yaşlısı kadını, kızı ile. Kimileri
büfelerde giyecek satar kimileri de dolaşır Pazar kalabalığında
çantası, parası kapılabilecek dalgın birilerinin peşi sıra… Birden
on beş, on yedi yaşlarında etine dolgun güzelce bir kızın ince
yapılı, enerjik duruşlu, yine on yedi yaşlarında, bir başkasıyla
konuşup duran esmer bir delikanlıya dokunduğunu gördüm. Delikanlı,
hemen peşinden biri, biri daha kızın peşine takıldılar. Çok
çalışmış olduğu belli senaryo, şaşmaz saat gibi uygulamaya
konuyordu. Ancak izlendiklerini, gözlerimin onlarda olduğunu fark
etmemişlerdi.
Hani, “göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede” denir ya, evet
o kadar kısa bir sürede kızımız, yüzü; çamaşır tozu, sabun vb
şeyler satan tezgaha dönük bir bayanın para çantasını aşırır.
Hemen peşi sıra gitmiş olan delikanlılardan birine aktarır. O da
elinde tutmaz hemen ikinci delikanlıya aktarır… O anda ne
düşündüm, nasıl oldu bilmiyorum para cüzdanını çoktan gocuğunun
cebine indirmiş olan delikanlıyı yakaladım. Tek elim plastik
poşetlerle doluydu, kıskıvrak yakalayamamıştım. Ancak tüm grup
üzerime çullandı, itişme kakışmalar arasında delikanlı yine
kimseler görmeden para cüzdanını sahibinin ayaklarının dibine
atıverdi. “Polis… polis” diye seslendim… Ama siz de bilinirsiniz
polisin gereken zamanda, gereken yerde olması çok az gerçekleşen
bir rastlantıdır.
Sonrası mı nasıl gelişti? Cüzdanı kurtulan bayan yarım-yamalak
teşekkür edip kayboldu… Kimseler polis noktasına gidip haber
vermedi… Tezgahtarların olsun, pazarı dolaşanların olsun hiçbiri
yardıma gelmedi… Bu işi sürekli yaptıkları zaten bilinenlerin
suçüstü yakalanabilecek olmaları kimseleri sevindirmemiş gibiydi…
İtiş-kakış biraz daha sürdü, grup olarak yarı kaçar gibi
yaptılar… Elbette ki benden değildi korkuları… Hani olay çok uzun
sürerse, polisin de geldiği olur ya… Bağırıp, çağrışmalar arasında
tüm olayı gördüğümü anladıklarında yelkenler biraz daha suya indi…
Cüzdanı cebine indirmiş olanın adına, özür diler gibi yaptılar…
Yine de uzaktan karşılıklı yumruk sallamalar… Tekrar buluşulacağı
tehditleri… Ve…
Ve düşünüyor, düşünüyorum… Ya olay daha dramatik gelişseydi… Üç
delikanlı beni ciddi olarak tartaklasaydı… Ya da üzerlerinden hiç
eksik olmadığını sandığım sustalı çakılarını üzerimde denemeye
kalksalardı… Hem benim gördüğümü benim dışımda hiç kimsenin
görmemiş olması mümkün müydü? Peki olayı gördüğü halde ses
çıkartmayanlar, gözlerinin önündeki itiş kakışa karşın sadece
seyirci kalanlar… Peki kimi izleyicilerin seslerini
çıkartmamalarına karşın senden yana olduklarını duyumsama.. İçi
gülen gözleri ile bakışlarını yakalamaya çalışmaları…
Başparmakları açık sağ yumrukları, okşayan bakışları ile takdir
ettiklerini, birlikte olduklarını anlatma çabaları…
İnsan bir anda ne kadar çok şey görüyor, ne kadar çok şey
düşünüyormuş: “Ya olayda yaralansaydım, yara hayati tehlike
oluştursaydı, tanıyanların, tanımayanlar neler söyler, olayı nasıl
değerlendirirlerdi acaba? Bir kez çoğunluk “Ona mı kalmıştı
pazarın düzenini sağlamak...”, “Çingenelerin ne yaptığını polis
sanki bilmiyor mu?...”, “Bir kişiyi yakalatmakla sanki sorun
çözülmüş mü olacak?..”, “Bu ülkenin polisi, görevlisi yok mu?”
gibi kim bilir daha neler.. Hani Hoca Nasrettin’e “Peki de
kardeşim hırsızın hiç mi suçu yok” dedirten sorular, fikir
yürütmeler, sorgulamalar…
Kişi yaşıyorsa, soluk alıyorsa düşünmezlik edemiyor biliyorsunuz.
Düşüncenin durağan olmadığını, daldan dala atladığını, birbiri ile
ilişkisi olan olmayan birçok durağa uğradığını da bilirsiniz…
Benim düşüncelerim de yaşadığım olayda demirlemedi.
Evet çok uzun bir yaşam dilimi, dahası tüm yaşam ne kadar kısa
sürede göz önünden geçebiliyormuş. Işık hızı dersek yeterli olur
mu acaba düşüncenin hızı için... İşte ulusal bilinçlenme, ulusal
kurtuluşun “Anavatana Dönüş” dışında, çıkış yolu olmadığını
anlama. Kendi anladığını içselleştirme, sonra nasıl
gerçekleştirilebileceğini hem kendine hem başkalarına anlatma
çabası… Anavatana dönebilme şansını yakaladığında, bunu uygulama…
Nerdeyse bilinçli bir kırk yıl… Kırkında, ellisinde kaybettiğimiz
sevgili dostları düşününce bir ömür…
Birliktelikler, dostluklar, birlikte sevinip birlikte
umutlanmalar, birlikte alınan kararlar, yardımlaşmalar,
paylaşıldığı için dayanılabilen üzüntüler, paylaşıldığı için
büyüyen mutluluklar… Sonra üzücüdür ki ayrılıklar, ayrılıklar…
Yabancılaşmalar… Birimizin üzüntüsüne diğerlerimizin bigane
kalması, başarısızlığına belki de içten içe sevinmesi…
Sevincimizi, mutluluğumuzu dolu, dolu paylaşamama…
Düşüncenin uğradığı duraklardan biri de sorunlarımızı konu edinen
internet siteleri. Eleştiri sanılan akıl almaz küfürler,
suçlamalar… Aslında yukarıda biraz değindiğim çabalar için
ödüllendirilmeyeceğimizin bilincindeydim. En azından beklentim
yoktu. Beklentimizin olmaması gerektiğini düşünüyordum. Bu
inancımı Yamçı sorumlusu Huvaj Fahri de paylaştığı için “Yamçı”nın
1975 Aralık'ında yayımlanan henüz ikinci sayısında, ünlü Macar
ozanı Petöfi Sandor’un, ulusal sorun karşısındaki duruşumuzu dile
getiren iki şiirine yer vermiştik.
“Ondokuzuncu Yüzyıl Ozanlarına” adlı şiirinde Petöfi, ulus için
gösterilen çabalarda ödül beklentisine girilmemesi gerektiğini
bakın ne güzel anlatmıştı:
“O güne değin dur durak yok
Ha bire savaşmak, vuruşmak gerek
Ve bütün çabalarımıza belki yaşam
Hiçbir ödül de vermeyecek.
Ama güzel ve tatlı bir öpücükle
Gözlerimizi kapayacak ölüm
Ve çiçekler içinde toprağa girip
İpek yastıklarda uyuyacağız tüm”
İlk iki dize bu güne dek yazabildiğim tek şiirime;
“Yürümeli yürümelisin
İnancın
doğrultusunda sağlam adımlarla…
Taaaa ki ereğine varıncaya dek
Ya da ölünceye…”
diye yansımıştı…
Evet kesinlikle ödül beklentim yoktu. Ama sitelerde uçuşan akıl
almaz suçlamalar da hiç aklıma gelmemişti. Hele her platformda
dönüş ilkelerini savunanlara, ortak ilkelerimizde direnenlerimize
karşı yapılan “hırpalanacağımız”, “susturulacağımız” tehditlerine,
geçmişte birlikte olduklarımızın sessiz kalması… Desteklerin,
yardımlaşmaların son bulmuş olması… Dahası kimilerinin nerdeyse,
“yazdıklarınızla saldırıları hak ediyorsunuz” havaları… dahası…
dahası… Mümkün mü üzülmemek…
Elbette mümkün değil üzülmemek… Aslında umut kırıcı da olabilirdi,
aramıza yeni katılan gençlerle hep çoğaldığımızı görmeseydik…
Başparmakları yukarıyı gösterir şekilde açık, sağ yumruklarını
görmeseydik… Destek anlamına gelen, okşayan bakışlarını
duyumsamasaydık…
Peki tüm akıl almaz saldırılara karşın, ayakta kalabilme gücümün
kaynağı mı ne?
Mutluluğum, yaşanmadan anlaşılamayacak mutluluğum…
Mutluluğumun kaynağı mı?
Daha dün yad ellerde yad ellerdeki kardeşlerine “yok olmak
istemiyorsak dönmeliyiz, dönmemiz gerekir “ diye seslenirken,
bugün anavatandan yad ellerdeki kardeşlerine “yok olmak
istemiyorsanız dönmelisiniz, dönmeniz gerekir” diye seslenebilme
şansını yakalayabilmiş olmak…
Dilerim özlemini duyan her biriniz bu mutluluğu yaşasın, birlikte
yaşayalım…
Paylaşarak mutluluğumuzu büyütelim… Büyütelim… |