Sayın M. Tınaz Titiz Kendi Web
sayfasında bulduğum ilişikteki yazıyı sizlerle de paylaşmak
istedim. Yazı bana, tatmak istedikleri lezzetin girdilerini bulmak
ile hiç uğraşmayanları, lezzetin adını çok anarlarsa bunun
kendiliğinden geleceğini sanan arkadaşlarımızı düşündürdü. Sayın
Titiz’in yazısının kendileri için yararlı olacağını düşündüm.
DEMOKRASİ, KALİTE, EROZYON VE PİLAV LEZZETİ!
Birbiriyle ilişki kurulması güç dört kavram bulunması istenilse,
acaba başlıktaki dörtlüden daha iyisi bulunabilir mi?
Amerikan bilmecelerinin yanıtlarında olduğu gibi, "hepsi
dondurulamaz", "hiçbiri fakirleri ilgilendirmez" gibisinden laf
cambazlıkları bir yana bırakılırsa, ilişkisizlik testi açısından
her halde bu dörtlü epey iyidir.
İlişki bulma yolunda daha fazla kurcalama yapmadan önce, pilavın
lezzeti ile o lezzeti oluşturan girdiler arasındaki bağlantıya bir
göz atmakta yarar vardır.
Bu satırların yazarınca 1994 yılında yazılmış bir yazıdan kimi
alıntılar..
«Pirinç, yağ, su, aşçılık hüneri gibi somut girdilerden oluşan
pilav değil, tamamen soyut bir çıktı olan pilavın lezzeti önem
taşır. Bu yalnız pilava özgü bir özellik olmayıp, insanlara yarar
sağlayan hemen her şey aynı ilginçliğe sahiptir. Somut girdiler
soyut yararı oluşturur, tek başlarına pek bir önem taşımazlar.
Bu gerçek, şu şekilde de doğru ve belki daha da çarpıcıdır :
İnsanlara yarar sağlayan soyut kavramlar, ancak onların somut
girdileri mevcutsa söz konusudur, yoksa kendi başlarına
"yok"turlar. Yani bir lokantada, "pirinçsiz", "yağsız" yada "pilav
pişirme hünersiz" bir "pilav lezzeti" bulamazsınız.
İnsan hakları (onun bir alt-küme'si olan kadın yada çocuk hakları
yada daha doğru bir kavram olan canlı hakları) veya demokrasi adı
verilen kavramlar da aynen pilavın lezzeti gibidirler. İnsanlar
için çok yararlıdırlar ama girdileri yoksa onlar da yoktur, ne
kadar var olmaları arzulansa da var olamazlar.
Örneğin, (soyut) demokrasinin (somut) girdilerinden birisi ve de
en önemlisi, "yüksek nitelikli insan malzemesi"dir. Bu olmaksızın
demokrasiden söz etmek, pirinçsiz pilav istemeye benzer.
"Demokrasi her şeyin ilacıdır; demokrasinin kurumları
oluşturulursa o kendi girdilerini de oluşturur" gibisinden bir
"temenni", pilavın lezzeti'nin, pirinci, yağı, suyu yoktan
üretebileceği anlamına gelir ki bu, mümkün bir iş değildir.
Girdileri mevcut bulunan bir demokrasinin dönerek girdilerinin de
niteliğini geliştirdiği ise, yalnız demokrasi için değil tüm
"somut girdi - soyut yarar" döngüleri için doğrudur. Pilavın
lezzeti arttıkça, onu pişiren aşçı daha nitelikli pirinç ve yağ
kullanmak, aşçılık hüneri'ni daha da geliştirmek eğilimine girer.
Ama bu, "çıktının, girdilerin niteliğini yükselmeye zorlaması"
özelliği aşırıya vardırılıp, "çıktının, mevcut olmayan girdileri
bile yoktan var edebileceği" gibi anlamsız bir noktaya
getirilmemelidir.
Yıllardır en yetkin sayılan ağızlar, bu "yoktan var etme"nin
savunusunu yapagelmiş, demokrasi, insan hakları, kadın hakları
gibi "lezzet"ler yoluyla, çağdaş niteliklerle donanmış bir
toplumu, yani pilavın pirincini üretmeye çalışmaktadırlar.
Çağdaş niteliklerle donanmış toplumu oluşturacak olan yüksek
"nitelik dokusu"na sahip bireylerin özelliklerini belirleyip,
eğitim - aile - sosyal çevre üçgenini ona göre tasarlayıp
yönlendirmesi gereken aydın kesim ise bu özellikleri yanlış
belirlemiş, ağzı kalabalık, sokuşturma bilgi ezbercisi çocuk ve
gençler üretmeye "eğitim" adını vermiştir. Bu yolla yetişen(!)
insanlarımız şimdilerde kendisinin benzerlerini yetiştirmek üzere
bol\ bol okul binası inşa etmekte, öğretmen çalıştırmakta,
sistemler kurmaya çalışmakta ve bu yolla "lezzet"lere (demokrasi,
insan hakları gibi) ulaşmaya çabalamaktadır.
Ama, hedeflenen topluma varmak bir yana, her geçen gün ondan
uzaklaşılmakta, onun yerine fanatizmin her türü gelişmekte, bunun
sebepleri ise yetiştirilen insan tipinde değil, o "tip"in yol
açtığı vakum ortamında yeşeren karanlık kafaların içinde
aranmaktadır. Bir diğer deyimle sebep, o sebebin yol açtığı
sonucun içinde sanılmaktadır.
"Ne" olduğuna değil "neden" olduğuna gözlerimizi çevirene,
"nedensel düşünme" yetersizliğimizi keşfedip bunu geliştirmeyi bir
"ulusal akım", hatta bir moda haline getirene kadar bu çöküş devam
edecektir??...»
Aralarında bağlantı yokmuş gibi görünen bu dört kavram arasındaki
bağlaç, "soyut lezzet isteyen, onun somut girdilerini
sağlamalıdır" biçiminde özetlenebilecek bir yargıdır.
Aydınlarımızın önemli bir bölümünün, her sorunun çözümü olarak
"bütün kurum ve kurallarıyla işleyen bir demokrasi"yi -yani
lezzeti- önermeleri, doğru bir önermenin yanlış kullanımına en iyi
örneklerden birisidir.
Pilav lezzeti ve demokrasi arasındaki bu bağlantı, son yılların
gözde kavramlarından "kalite" ve "erozyon" için de geçerlidir.
Kalite ya da erozyon -ile mücadele-, elde edilmek istenilen
"lezzet"lerdir. Ama bu üst-kavramları oluşturan alt-kavramlar,
yani onları oluşturan somut girdiler ön plana getirilip onlar
üzerinde çalışılmadığı sürece, bu üst-kavramların adlarından
sürekli söz edilir, ama kendilerine ulaşılamaz. Aynen pirinçsiz
pilavın lezzetine ulaşılamayacağı gibi.
Kalite, kalitesizliğe yol açan yüzlerce nedeninin tek, tek ortadan
kaldırılması demektir. Bir mal yada hizmet ürününün tasarımından
müşteriye sunum sonrası hizmetlere varıncaya kadar her aşamasında,
"müşteri isteklerine uygunluk" demek olan kaliteyi zedeleyebilecek
onlarca öğe vardır. Bu öğelerin her biri, insanlarımızın
alışkanlık dokuları içine işlemiş, onların doğal davranış
tercihleri haline gelmiştir. Öyle ki, hiç kimse, davranışlarını
kalitesizliğe yol açması için değil, aksine doğru-iyi-güzel
değerler yolunda yaşarken yaptığına inanmaktadır.
Karısına iki gün boyunca işkence yapan sadist bir adamın kız
kardeşi ağabeyini, "iyi yapmış, az da yapmış, ben olsam daha
beterini yapardım" diye savunurken kendi doğruları yönünde
davranmaktadır.
Bu basit açıklama dahi, her sorunu için kestirme -ve uydurma- bir
yol arayan insanlar için kalitenin ne denli erişilemez olduğunu
göstermeye yeter.
Denilebilir ki, kalite, bir toplumun değer ölçülerinin mal ve
hizmet biçiminde kristalleşmiş halidir.
Peki, kalitesizliğe yol açan bu değerler değişmedikçe, boyuna
kaliteyi övmenin nasıl bir etkisi olur?
Ortaçağ Avrupası’nda henüz su ile temizlenme adeti yokken, çeşitli
esanslar yoluyla pis kokuların giderilmesi nasıl bir etki
bırakıyor idiyse, kaliteye yol açan değerlere sahip olmayan
insanlara kalite propagandası yapmak benzer etki yaratacaktır. Ama
iş, kalite esansı -örneğin TSE'nin ISO 9000 belgeleri- sürünmüş
kalitesizlik olgusunun daha ilerisine varır.
Kalitesizlik özleri değişmeden kalite propagandası yapıla, yapıla
bir süre sonra kalitesizlik kalite olarak anlaşılmaya başlanır.
Nitekim bugün durum bu değil midir? Uyduruk malı için ne yapıp
edip bir kalite sertifikası edinen kuruluşlar, kaliteyi
geliştirebilecek bir şey yapmadan kaliteye kavuşabilmektedirler ve
de bu devlet eliyle yapılmaktadır. Kurtlar sofrası haline gelen
global rekabet ortamında, bir toplumun rekabet gücünü kırmak
isteyen güçler melun bir yöntem arasalar acaba bundan daha etkin
bir yol bulabilirler mi?
"Ulusal kalite kampanyası", "kalite bizim canımız feda olsun
kanımız", "siz de kaliteyi seçin" gibisinden sloganlar eğer böyle
bir bilinçli tasarımın eseri değilse acaba neyin ürünüdür?
Kalite "lezzet"tir; ona erişmek isteyenler, adıyla uğraşmayı
bırakıp somut girdilerine -değer sistemi gibi- bakmalıdırlar.
Erozyon ile kalite arasındaki paralellik açıktır. Erozyon, tek
nedenden kaynaklanmayan -aynen kalitesizlik gibi- bir olgudur.
Hatta doğrudan doğruya, "erozyon bir kalitesizlik türüdür"
denilebilir.
Çok sayıda ve birbiriyle doğrudan ilişkisi bulunmayan –her şey
dolaylı olarak ilişkilidir- nedenin birleşerek ürettiği sorunlara,
ifade kolaylığı bakımından kısa bir ad vermek doğrudur. Trafik
terörü, ayrılıkçı terör, irtica, erozyon gibi adlandırmalar bu
işlevi görmektedir. Ama diğer yandan da sorunun -adı kadar- kısa
ve yalın olduğu, eğer o ada karşı bir savaş açılırsa sorunun alt
edilebileceği gibi bir kanı da yaratmaktadırlar. Erozyon da bu
yalınlaştırma eğiliminin sonunda savaş ilan edilen bir sorun
haline gelmiştir. Aynen trafik yada enflasyon canavarı olarak
sıkıştırılmış-adlandırılmış -somutlaştırılmış ve böylece mücadele
edilebilir bir düşman haline getirilmiş sorunlarda olduğu gibi.
Halbuki bu sorunlar da birer "lezzet"tirler -lezzetin mutlaka
güzel olması gerekmez- ve tek başlarına "yok"turlar.
Evet, ülkemizde trafik, enflasyon, erozyon, kalitesizlik, insan
hakları ihlali, demokrasi eksiği gibi sorunlar "yok"tur. Bunları
"var" ilan edip mücadele etmek -eğer bilinçli bir tasarımın eseri
değillerse-, yalnızca sorunların bu koruma altında serpilip
irileşmelerine ve sorun kimyası uyarınca yeni sorunlar üremesine
yol açmaktadır.
Şimdi bir saptama: Özellikle son yıllarda iletişim açısından altın
bir çağ yaşıyoruz. Ulusal ölçekte olduğu kadar yerel ölçekte de
yayın yapan çok sayıda radyo ve TV istasyonumuz, sayıları yüzlerle
ölçülebilecek dergilerimiz, büyük bir hızla yayılan internet
kullanımımız, panellerimiz, sempozyumlarımız ve benzer kitlesel
iletişim etkinliklerimiz var. Buralarda, en yakası açılmadık
konular bile tartışılıyor. Bir anlamda bir iletişim sarhoşluğu
yaşıyoruz.
Bütün bu iletişim yoğunluğunun büyük bir bölümünü "sorunlar"
kaplıyor. Bu da doğaldır.
Ama ilginç olan nokta, sorunların -yukarıdaki örneklerde olduğu
gibi- daima "sorun adları"ndan ibaret olması, o "lezzet"leri
oluşturan somut girdiler ile çıktılar arasındaki ilişkiden tek
kelimeyle dahi söz edilmemesi.
Bunda bir tuhaflık var. Bu eğilim normal olamaz. Normal dağılım
kuralı uyarınca, işin bu yönünü gündeme getiren bir radyo, bir TV,
bir yazar nasıl olamaz.Hayır bu bir kabustur ve mutlaka
uyanılacaktır.
Uyanılmalıdır. |