İşte sözünü ettiğim 140.
yıl Tarih Konferansı'nın çalışma grup başkanlarının gruplarda
sunulan bildirilerin tartışıldığı, sonuç bildirisi taslağının
okunup tartışıldığı, ekleme çıkartmaların yapıldığı, son biçiminin
verildiği genel toplantıdayız.
Henüz sonuç bildirisine gelinmezden önce kimi arkadaşlar
soykırımın oylanmasını dile getirdi. Öneriyi destekleyenler de
oldu karşı çıkanlar da. Karşı çıkan genç tarihçiler arsında
Krasnodar’dan, Rostov’dan gelen ve soykırım yapıldığını kabul
etmeyen genç tarihçiler çoğunlukta idi. Çeşitli bölgelerden,
cumhuriyetlerden katılım sınırlaması olmadığı gibi oy kullanım
hakkı da belirli bir kurala bağlı değildi. Dolayısı ile “soykırım
yapılmamıştır” kararının çıkma olasılığı daha büyüktü. Oylama
yapılıp böyle bir kararın, “140. yılda yapılan bilimsel toplantıda
Çarlık Rusya’sının Adigelere soykırım yapılmadığı sonucuna
varılmıştır” kararının çıkmasından ise hiç oylanmamasının daha
doğru olacağını düşünenleri destekledim. Dahası bu bilimsel
toplantıda “evet Çarlık Rusya’sı Adigelere soykırım uygulamıştır”
kararının çıkmasının uygulamada önemi de olmayabilecekti. Çünkü
oylamada evet diyecekler Rusya Federasyon’u Duma Üyeleri değildi.
Rusya Federasyonu bakanları değildi. Uygulamada bir gücü
olmayacaktı.
Ayrıca oylama konusunda ısrar edenlerin büyük bir bölümü de
içlerinde olmak üzere salondakilerin büyük çoğunluğu, soykırımın
kabul edilmesine yönelik yapılan çalışmaları bilmiyordu. Tıpkı bu
konunun ancak son iki yılda gündeme getirildiğini, daha önce hiç
konuşulmadığını sananlar gibi. Daha önce bu konuyu gündemde
tutanlar olarak bizler, böylesi toplantılarda alınan kararların
önemli olmakla birlikte yönetimlerce kolaylıkla benimsenmediğini
yaşayarak öğrenmiştik.
Söz gelimi, Adigey Sosyal Bilimler Araştırma Enstitüsü öncülüğünde
24-25 Nisan 1990’da gerçekleştirilen, Koşhable Forumu, Çarlık
Rusya’sının Adigelere soykırım yaptığı kararının alındığı ilk
toplantı idi. Henüz anavatanda olmadığım için bu toplantıya
katılamamış, katkıda bulunamamıştım.
Bu arada izninizle, kendi katıldığım, bire-bir katkıda
bulunduğum kimi çalışmaları da anayım:
- 1990 Kabardey Balkar Araştırma Enstitüsü'nde bilimsel
konferansta Çerkeslerin sürüldüğü sonucuna varılmış. (Bu konferans
sırasında ben de bir rastlantı sonucu, Koca Meşe (Sevgili Wubıh
dede) ve önderimiz İzzet Aydemir ağabeyimizle birlikte
Nalçik'teydim. Konferansta bizlere de söz verilmişti. Koca Meşe,
hala kulaklarımda olan, sanırım yaşadığım sürece hep benimle
birlikte olacak, halkını gerçekten seven diasporadaki her
insanımızın tüylerini diken, diken edebilecek duygu yüklü,
konuşmasında: ''Keşke anavatana, ayaklarım beni daha iyi taşıdığı,
gözlerimin daha iyi gördüğü, kulaklarımın daha iyi duyduğu,
gönlümdekini istediğim gibi söyleyebildiğim bir zamanda
gelebilseydim.'' demişti.
İzzet ağabey ile birlikte girişimlerimizle, konferans adında yer
alan Muhaciristve terimi yerine, sonuç bildirisinde, tehcir-sürgün
anlamına “izgnaniye”nin yer alması sağlandı.
- DÇB’nin, kurulduğu 19-22 Mayıs 1991’deki benim de Türkiye adına
kurucu delegelerinden biri olduğum birinci genel kurulunda,
Çerkeslerin Çarlık Rusya’sınca soykırıma uğradığı ve sürüldükleri
kararı alındı.
- DÇB başvuruları sonucu, Kabardey-Balkar Yüksek Sovyeti 07 Şubat
1992’de soykırım ve sürgünü onayladı
- 12 Mayıs 1994’te Kabardey-Balkar Parlamentosu, soykırım ve
sürgünü onayıp, Rusya Federasyonu DUMA ve Federasyon Meclisine
başvuruda bulundu.
- Haziran 1993’te DÇB ikinci genel kurulu soykırım ve sürgünü
yeniden onadı ve kabulü için ilgili organlara yazılarını gönderdi.
- 1994 Mayıs'ında gerçekleştirilen Sürgünü Anma Etkinlikleri
kapsamında, Adigey Sosyal Bilimler Araştırma Enstitüsü’nce
düzenlenen Tarih Konferansı'nda, soykırım ve sürgün onandı.
- Aynı etkinlikler kapsamında DÇB olarak tarihçilere
hazırlattığımız olayı anlatan broşür, RF yöneticileri, DUMA ve
Federasyon Meclisi yetkililerine gönderildi.
- Dönemin Adigey Devlet Başkanı Carım Aslan, Kabardey-Balkar
Devlet Başkanı Queque Valera ve Karaçay-Çerkessk Devlet Başkanı
Xuibiyev Vladimir’in ortak imzaları ile yapılan başvuru sonucu
Dönemin RF Devlet Başkanı Yeltsin’in 18 Mayıs 1994'de Kafkas
Halkaları için yayınladığı bildiride; Kafkas halklarının savaşının
haklı bir savaş olduğunu. Savaşın bir kahramanlık savaşı olduğu,
kendi topraklarında kültürünü ulusal özelliklerini koruma amaçlı
bir savaş olduğu dile getirildi.
- 1995 6-7 Ekim Estonya'daki UNPO bölgesel toplantısına katılan
DÇB Genel Başkanı ve Genel Sekreteri'nin önerileri ile soykırım
ve sürgün kararı alındı kabulü istemi ile DUMA’ya başvuruda
bulunuldu.
- 29 Nisan 1996 DÇB'nin başvurusu üzerine Adigey Parlamentosu
soykırım sürgün ve geri dönüş hakkını onadı.
-24 Mart 1997 Birleşmiş Milletler Ulusal Haklar Komisyonu konu
gündeme getirildi.
Daha sayılabilecek her biri de belgelenebilecek bir çok sayıda
etkinlik beklenen sonucu vermemişti… Konferansta soykırıma itiraz
eden, sanırım Rostov’dan gelmiş genç bir tarihçi, savaşta çok
sayıda Rus askerinin de öldüğünü söylemiş ben de haklı bulduğumu
dile getirmiştim. Kimileri saçma bulsa da savaşlarda, çatışmalarda
ölen erlere, sıradan insanlara acıyabilmenin insani bir duygu
olduğunu düşünmüştüm. Halkları savaştıranların yönetimler
olduğunu, “git” dendiğinde savaşa gitmekten başka çaresi
olmayanlardan savaşta ölenlerin günahsız olduğunu düşünmüştüm.
ANZAC anıtı örneğini vererek dünyanın ulaştığı bu bilinçlilik
halini anlatabileceğimi düşünmüştüm. Konuşmamı Adigece yapmış ve
soykırım anlamı ile hemen her yazımda bulabileceğiniz
Лхэпкъ-гъэкІод (Lhepkh-ğequed) sözcüğünü kullanmamıştım. Bundan
eminim.
Ayrıca soykırım, aynı soydan olanların kırılması değil mi? Çeşitli
soydan olan Çarlık Rusya'sı askerlerine nasıl soykırım
uygulanabilir, ne kadar acımasızca olursa olsun sadece askerlerin
yaşamını yitirdiği bir kırım soykırım olarak adlandırılabilir
miydi?
Aslında;
- Adigece ve Türkçe yayımlanmış yüze yakın yazı, radyo televizyon
konuşmasının, röportajların, mitinglerdeki, dernek
toplantılarındaki konuşmaların hemen hepsinde Çarlık Rusya'sının
Çerkeslere soykırım uyguladığı yinelenmesine karşın, ancak birinde
bile “Çerkeslerin de Ruslara soykırım yaptığı”nın dile
getirilmemiş olması.
- Bana mal edilen “Ruslar Çerkeslere soykırım uyguladıysa,
Çerkesler de Rus askerlerine soykırım uygulamıştır” söyleminin,
süreç içerisinde "Ruslar Çerkeslere soykırım yaptıysa Çerkesler de
Ruslara soykırım yapmıştır"a dönüştürülmesi, gerçeği arayanlar
için, böyle bir sözün tarafımdan söylenmediğine yeterli kanıttır
diye düşünüyorum.
Peki sözlerimin yanlış anlaşılma ve yansıtılma nedenleri ne
olabilir?
Bu nedenlerin birincisi
çevirinin hatalı yapılmış olması olabilir. Çünkü bizlerin en büyük
sıkıntılarından biri Rusça’mızın yeterli olmayışıydı. En derin
politik konuları bile Adigece yapmak zorunda olmamız ve kendi
yorumunu eklemeyen çevirmen bulmaktaki güçlük bu yanlış anlaşılma
sonucunu vermiş olabilirdi.
İkincisi neden olayları yorumlama, algılama farklılığı olabilir
diye düşünüyorum. Günümüzde bile emir kulu askerlerin
sorumluluğunu yöneticilerle aynı görenlerin, verilen örneklerin
birebir birbirinin kopyası olması gerektiğini düşünenlerin
(örneğin açıklamayı bile bekleyemeden ANZAC anıt örneğinden
çıkışla, Rus askerleri için anıt yapılmasını önerebileceğimi
düşünenlerin olduğu gibi), algılayanların sayısı toplumumuzda az
değil. Halbuki “Vatandaş Türkçe Konuş”u ilke edinen bir TC Devleti
ile, Adigece kurslara izin veren, haftada yarım saat de olsa
televizyonunda yayın olanağı veren bir TC Devleti nasıl bir
tutulabilir. Her iki dönem için de Türkler demek yanlış olmaz mı?
Şu yıllardaki devlet yapıları demek daha doğru değil mi?
Konferans sonrasında Adige Xase danışma kurulu toplantısında
sınırlı bir çevrenin beni Türkiye sanal ortamında gezinenlere
benzer söylemlerle suçlamaları, esen elektrikli hava,
samimiyetimize inanan ve suçlamalara katılmayan çoğunluğun tutumu
da, yaklaşımımı yeterince anlatamadığım ya da yaklaşımımı doğru
bulmadıklarının göstergesi olarak algılanabilir.
Ancak işin ilginç yanı Hatam’ın; Rusya-Kafkasya savaşlarında
Çerkeslere soykırım yapıldığı bunun yanında çok sayıda Rus
askerinin de öldüğünü söyleyen ne ilk ne de tek kişi oluşu idi.
Konferansın hemen sonrasındaki 21 Mayıs mitinginde dönemin
Başbakanı aynı içerikte konuşmuştu. Dergilerde, gazetelerde
politikacılarımızın dışında bilim adamlarımızın,
gazetecilerimizin, tarihçilerimizin yazdığı bu yaklaşımı yansıtan
çok sayıda yazı bulmak mümkündü. Örneğin, Khelekhuıtekhue adında
bir Adige, Adigey’in Krasnodar’a katılması gerektiğini savunarak
oy toplamış milletvekili olmuştu. Şimdi da Adigey’in bir
bölgesinin başkanıydı. Ancak soykırım konusunda çok duyarlı
olanların, Adigey’in Krasnodar’a katılmasına karşı olan ve Hatam’a
şiddetle karşı çıkanların hiçbiri, sözünü ettiğim kişilere bana
gösterdikleri tepkinin onda birini bile göstermemişlerdir.
Tüm bunlar karşısında, üzücü de olsa , olayın bu şekilde
yansıtılmasının asıl nedeni, “acaba Hatam’ın anavatanda bir
köyünün olmayışı mı”, “kayıtsız şartsız arkasında duracak geniş
bir ailesinin olmayışı mı” diye düşünmezlik edemiyor insan. Çünkü
Hatam tüm bu ilkel gücü ile birlikte daha başka birçok birikimini
de diasporada bırakmıştı…
Diasporadakilerden araştırma, sorma gereği duymadan, Hatam’ın
diğer yazdıkları ile karşılaştırmadan söylentiyi doğru kabul
edenlerin nedeni de ancak, “söylenti doğru olsun” istemi ile
açıklanabilir sanırım. Çerkes ulusal sorununun çözümünde çok
farklı düşündüğümüz ve söylentiyi saldırılarının temeli yapanları,
bunu malzeme olarak kullananları da hiç muhatap almadım. Almayı da
düşünmüyorum. Çünkü onların ve anavatandaki bağlantılarının
bilgilenme ve bilgilendirmede kullandıkları amaçlarına özgü
elekleri vardır. Bu amaca uygun olmadığını düşündükleri anavatan
haberleri iletilmez, iletilse bile diasporadakiler bunun üzerinde
durmaz. Bu savımızı sizlere yansıtılmayan çok önemli iki olayla
belgeleyelim:
29 Nisan 2007 tarihindeki Adige Xase ve Çerkes Kongresi ortak
toplantısında Çerkes Kongresi yetkilileri, “İlk günlerde 450. yıl
kutlamalarına karşı olduğumuz halde şimdilerde bu yaklaşımda,
Adigeler için politik yarar getirecek yönler olduğunu düşünüyoruz.
Ancak Maykop 150. yıl kutlamalarına kesin kes karşı olmalıyız”
şeklinde görüş belirtmişlerdir. Adige Xase de aynı görüşte olduğu
için ortak kararlar alınmış birlikte mücadele sürdürülmüş,
sürdürülmektedir.
30 Nisan 2007’deki Kıyı Boyu Adigeleri-Shapsughların parlamento
toplantısında gerçekten çok ciddi sorunlar yanında Soçi Olimpiyat
hazırlıkları da gündeme gelmiş, tek bir delege bile olimpiyatlara
karşı çıkılması gereğini dile getirmemiştir. Oy birliği ile
olimpiyatlarda Adigeler olarak nasıl yer alabileceğimiz,
kendimizin yerli halk olduğumuzu nasıl gösterebileceğimiz
çalışmalarının yapılmasına karar verilmiş, yeni yönetim
görevlendirilmiştir.
Sanırım her iki haber de sanal platformunda dolaşan hamasi
söylemleri zayıflatır korkusu ile diasporaya iletilmemiştir. Ama
Hatam’ın, daha nerede olduğu bilinmeyen torunlarına dili öğretip
öğretemeyeceği Çerkes ulusal sorununun çözümünde sözünü ettiğimiz
olaylardan çok daha önemli olmalı ki .gündeme taşınmaktadır.
Bu konuyu diasporada tartışmayışımın en temel nedeni de
ilkeseldir. Diaspora sanal ortamını anavatan sorunlarının
tartışılabileceği alan olarak görmüyorum. Bilinçli yada bilinçsiz
hakkımda yanlışı üretenler de dahil olmak üzere Anavatanın asıl
sahiplerinin, diasporadakiler, dahası biz dönüş yapmış olanlar
değil anavatan bekçileri olduğunu düşünüyorum. Bugünlere gelmek
için bizlerden çok daha büyük bedeller ödediklerini, halen
bizlerden çok daha büyük bedeller ödemekte olduklarını ve daha
iyiye ulaşmak için bizlerden çok daha büyük bedeller ödemeye hazır
olduklarını düşünüyorum. Elbette ki sanalda değil gerçekte…
Anavatanda kendi yönetimlerimize ve RF yönetimine karşı olanların,
diasporadaki Rus ve Rusya karşıtları ile aynı düşüncede
olmadıklarını, yine diasporadaki Rus ve Rus karşıtlarının
anavatandaki yönetim karşıtlarının umduğu Çerkes olmadıklarını çok
iyi biliyorum Süreç içerisinde tarafların birbirlerini daha iyi
anlayacaklarına ve mücadelenin daha sağlıklı bir zemine
oturacağına inanıyorum. Bunun da ilk adımının her birimizin kendi
yaşadığı coğrafyadaki sorunların çözümüne öncelik vermek olduğunu,
Anavatandakilerin izlemedikleri sitelerde, anlamadıkları dilde
eleştirmenin en hafif deyimle dedikodu olduğunu, kişinin
arkasından konuşmak olduğunu, bunun da xabzeye hiç sığmadığını
yineleyip duruyorum.
Bu yazdıklarımın savunma değil açıklama olduğunu, isteyenin inanma
istemeyenin inanmama özgürlüğü olduğunun altını bir kez daha
çiziyor, kuyrukçuluk, danışılmayan danışmanlık, biraz akrabalık
konularını bir dahaki yazıya bırakalım diyorum… |