Ben
senin tüm yazdıklarını ilgiyle, severek okuyorum ama
benim yazdıklarımı ilgiyle okuduğunu bilmiyordum.
Doğrusu senin gibi bir kalem erbabının yazdıklarımı
okuyor olması, bununla yetinmeyip ayrıca konu da
edinmesi gerçekten çok hoş…
Ancak doğrusunu söylemek gerekirse; yazını okuduktan
sonra, “Erhan bu yazıyı acaba neden yazdı?” sorusunu
kendime sormazlık edemedim. Deyimlerimle kimleri
hedeflediğimi anlamadığını söylemeni mutlaka şakadır
diye düşündüm. Gerçekten yazdıklarımın hepsini okumamış
olsan bile, aralarla da olsa konularımızı yıllarca
tartışmadık mı? Şu ünlü Paris gidişi söylemine karşın,
senin kadar anavatan anısı derleyebilen, sevgiyle
anlatabilen kaç kişi var eleştirilerimden pay almasını
beklediklerim arasında... Hem halkıma olan saygımı iyi
bildiğini düşünüyordum sevgili Erhan.
İlk tanıştığımız yıl, benim üniversite senin lise
öğrencisi olduğumuz yıl, sizin köye gelin almaya
gidişimizi sen hatırlıyor musun bilemem ama köyünüzü,
yaşadıklarımı, hele bir olayı hiç unutamıyorum ben. İnan
insanlarla ilişkilerimin şekillenmesinde çok büyük bir
etkisi olmuştu o olayın. Unutmuş da olsan sözünü
ettiğimde beni bu denli etkileyen olayı sen de mutlaka
hatırlayacaksın:
O yıllardaki başkanımız, her akşam gençlerden bir gurubu
ağırlamak zorunda bıraktığımız Kemal Cankat’ın kardeşi
Metin Cankat’a gelin almıştık köyünüz Şagujhable’den.
Provalarına gittiğim ancak elendiğim için aralarına
katılamadığım halk oyunları (o zamanlar daha dansları
demiyorduk) ekibimizin tüm asları da birlikte idi. Bir
odaya almışlardı bizi. Grand tuvalet mi derlerdi, koyu
kostümler, kravatlar. O gün, köylüler arasında bizler
gibi giyinik tek bir kişi bile görememiştim. Dahası
yanımıza yaklaşmaya, birlikte olmaya çekindikleri
duygusuna kapıldım. Nitekim gençler olarak buyur
edildiğimiz odaya, genç bısımlerden hiçbiri gelmemişti.
Ağabeyleri birkaç kez uyarmıştım. Odadan çıkalım,
köylülerle karışalım, sadece kendi aramızda değil asıl
onlarla sohbet edelim dileğinde bulunmuştum. Ancak ben;
dernekçilerin, en küçükleri idim, sense benden de küçük.
Kim dinlerdi bizleri... Üst perdeden, “konuk olan biziz,
onlar bizim yanımıza gelsin” yanıtını almıştım en
deneyimlilerinden…
Düğün kurulur daha sonra. Bizleri davet ederler sıradaki
en güzel yeri açarlar bize. Yan, yanayız… Yapışık
düzen... Geçit vermez Çin Seddi. Köylüler arkamızda,
omuzlarımızın üzerinden düğünü izlemeye çalışıyorlar.
Bizimkiler de rahmetli Elbruz Gaytaoğlu Hoca’nın sahne
için öğrettiği figürleri, köy düğününde döktürmekte bir
terslik görmüyorlar. Yine uyarmıştım onları. Biraz
açılalım. Safları bu kadar sık tutmayalım. Bısımlerden
kimilerini aramıza alalım. Ama, Ankara’da henüz bir
yılını doldurmamış, hem de ekibe girememiş Necdet, adı
konmamış “en güzel dansçı” yarışmasına kendilerini
kaptıranlara dert anlatabilir miydi? Bak artık
altmışımdayım, kafeyi de fena oynamıyor muşum… Buna
karşın, Ankara’daki zevata dert anlatmakta yine
zorlanıyorum.
Neyse düğüne dönelim. Baktım olamayacak ben onlardan
ayrılmıştım. Seninle birlikte, yaşıtın bir arkadaşınla
köy yollarında biraz koşturmuş, köy çeşmesinden de su
içmiştik. Bizler bu minval üzere gelinimizi alıp dönmüş,
sen birkaç gün daha kalmıştın köyde. Ankara’ya dönüşünde
yine görüşmüştük elbette ki. Arkadaşından selam
getirmiştin ve yaşam boyu hiç unutmadığım,
unutamayacağım bir ders. Arkadaşın benim için “ne kadar
iyi bir çocuk, benimle konuştu” demişti. İnan yaşamımda
çok büyük bir yer tuttu bu değerlendirme… Beynime
kazındı halkımın gönlünü kazanmanın hiç de zor olmadığı.
Halkımı hep sevdim. Hiçbir zaman da küçümsemedim.
Özetle, kimilerinize yersiz, acımasız yararsız gibi
gelen eleştirilerimin hedefi halkım değil, o gün bugün
halkımı küçümseyenlerdir.
Erhancığım, unutmamışsındır; dostlukların,
düşmanlıkların siyasal görüşe göre belirlendiği, farklı
görüşte olanların el tersi ile itildiği günlerde bile
birbirimizi hep dinledik. Daha önceki bir yazında da
belirttiğin gibi ben o zaman da aynı kavalı çalıyordum.
Ama çaldığımız kavalların farklı olması “Bir gün gelir”
şiirlerini sevmeme, onları Yamçı’da yayınlamamıza engel
olmamıştı değil mi? Dahası şu son yazdıklarını,
kaleminin kıvraklığını gördükçe, yazılarının ne kadar
beğenildiği yazıldıkça “demek Erhan’ı ta o zamandan
keşfetmişim bravo bana” diye, gizliden kendime pay da
çıkarıyorum.
Peki kimleri eleştirdiğim, deyimlerin açılımı
yazılarımda en ince ayrıntısına kadar, hem de altı
çizilerek belirtilmiş olmasına karşın Sevgili Erhan bu
yazıyı neden yazdı?
İki neden geliyor aklıma.
Biri, polemiklerin sevildiğini bilen Kuban’ın ricası ile
yazmış olman ihtimali. Hani sitemizin en çok okunan site
olmasını yeterli bulmamış olabilir Kuban kardeşimiz.
Aramızda çıkacak polemiğin okur sayısını daha, daha da
arttıracağını düşünmüş olabilir.
Bir ikinci ihtimal bana, değişik başlıklar altında
dolaylı olarak değil de, doğrudan dönüş propagandası
yapmama zemin hazırlama isteğin. Aslında bal gibi
anladığın, ancak yeterince anlaşılmamış olduğunu
düşündüğün bana özgü deyimleri, daha da açmama vesile
olmak istemen.
Eh şimdi onları yeniden anlatmaya kalkarsam korkarım
yazı çok az kimsenin sonuna kadar okumayacağı uzunlukta
olacak. Yine de şaka bir yana deyimlerden neyi anlatmaya
çalıştığım ve eleştiri oklarımın kimlere yöneldiği
yeterince açık değilse, daha sonraki yazılarda her
tanımı ayrı, ayrı irdeleyebilirim.
Rahat uyuman için şunu söyleyebilirim, ilk tanıdığımdan
bugüne seni hiç Türkiyeli Çerkes Miğferi taşıyanlar ya
da Türkiyeli Çerkes Çemberi'ni kıramamışlar, deplasman
sever futbolcular arasında düşünmedim. Sana kıyak
geçtiğim için değil hak etmediğin için eleştiri oklarımı
sana yöneltmedim. Bu arada, Schamis kardeşimizin bilmem
kaç yazıdır anlatmaya çalıştığı, bizlerin anlamamakta
direndiği örgütlenme konusunu bir çırpıda çözüverdin.
Schamis bu konuyu gerçekten bir düşünsün…
Sevgilerimle… |