|
|
|
|
|
SEVGİLİ
SCHAMİS, ''BU İŞTE VARIM'' |
12.04.2008 |
|
|
Dr. MEŞFEŞŞU
Necdet Hatam |
|
|
Kendine “Talebe” adını
vermiş olsan da yazıların ilk günden pek yeni olmadığını
ele vermişti. Aynı olayı farklı algıladığımız, farklı
yorumladığımız, sorunun çözüm önerilerinde
anlaşamadığımız oldu. Bu da çok doğaldı elbette ki…
Yürüdüğümüz uzun ve meşakkatli yollar farklı idi.
Yaşlarımız farklıydı… Çok az birlikte olabilmiştik…
Farklı anlaşılır korkusu ile herkese açık ortamlarda
yazamadığımız şeyleri yüz-yüze konuşamamıştık… Bu şansı
yakalayabilseydik, ben eminim söylediğimiz şeyler
birbirine daha yakın olacaktı… Dahası eylem birliği
içinde de olacaktık. Çünkü, sadece yazmakla kalamayacak,
bildiğini uygulama çabası göstermediğinde mutlu
olamayacak bir yapın var. Özetle sadece düşünmek yazmak
yeterli olmuyor kafayı yastığa koyup rahat uyuman için.
Mutluluk, huzur, üretmekte, üretme çabasında, değişime
katkıda, değişimi duyumsama da…
Bu açılardan ele aldığımızda son önerini, üretimi, emeği
önemseyen hiç kimsenin görmezden gelemeyeceği, katkısını
esirgeyemeyeceği bir öneri olarak değerlendiriyorum.
Aslında seninde vurguladığın gibi böylesi çalışmalar
yapılmıyor değil. Ancak şimdi, bu birbirinden ayrı gibi
duran üretimleri bir araya getirmeye, çoğaltmaya, daha
planlı kılmaya, üretenleri birbiri ile yakınlaştırmaya,
giderek bütünleştirmeye geldi sıra… Bütünleşme de ortak
amaç için birlikte üretmekle mümkün olur. Dolayısı ile
sonuna kadar “bu işte varım”.
Sevgili Erhan,
Yazılarını severek okumayı sürdürüyorum. Yazıların,
anlattığın dönemlerde ayrı grupta olan bizleri de o
günlere götürüyor. Aynı olayı değil elbette ki ama o
günlerdeki kendi olayımızın heyecanını yeniden
yaşatıyor.
Anılarımızı yazma gerekliliğini, “Anılara Dolanık
Yürümek-1” de şöyle dile getirmiştim: “Şimdilerde elli
yediyi devirdim. Hala kendimi genç hissetsem de, daha
önce kolay gelen bir çok çalışmanın artık beni
yorduğunun farkındayım. Az olmayan sıklıkta içinde
bulunduğum grubun en yaşlısı kalıyorum. Kimileyin de
thamadeliğe uygun görülüyorum. Birlikte yol aldığımız
kimi dostlarımı, daha bir çok şeyi gerçekleştirebilecek
yaşta iken, çok erken kaybettim. Eski dostların kimileri
ile yollarımız ayrıldı. Birlikte çile çektiklerimizden
çileli yolunu hepten unutanlar çoğunlukta. Yolu hala
yürüyenlerimizi çelmeleyenler de az değil. Gönül dostu
kalanlarımızın çoğumuz birbirimize uzağız, birbirimize
çok kolay ulaşamıyoruz. Sağlığımız yapabileceklerimizi
yapmaya el vermiyor artık… Bütün bunlar geriye
bakışların duygu ve düşüncelerini sizlerle,
kardeşlerimle paylaşmamı gerekli kıldı… Zorunlu kıldı.
Bu zorunluluğun tüm arkadaşlarca içselleştirilmesini
diliyor, onları da anılarını yazmaya çağırıyorum.
Anıdır, özneldir diye düşünülebilir. Her yazanımız
kendimize yontabiliriz. Yine de bizden sonraki
kuşakların, hepsini birden değerlendirebileceklerini,
doğruyu bulabileceklerini, onlara bu şansı tanımamız
gerektiğini düşünüyorum”
Özetle olayları yaşayanlar olarak, anılarımızı yazmanın
bir görev olduğunu düşünüyorum. Anılarını yazanların
biraz kendine yontmasını da hoş görüyorum ama bu nalıncı
keseri örneğine dönüşmemeli. Gençler bilemeyebilir,
nalıncı keserinin vurulduğu ağaçtan kopan parça mutlaka
keseri elinde tutan kişinin tarafına düşer.. “Dönüş
yolu-2” deki şu bölüm örneğin:
“Ancak arada bir fark vardı. Biri dönüş için hazırlanıp
Çerkesler arasında propaganda yapma dışında ülkede var
olan siyasi mücadelelerin hiç birine bulaşmamak gibi bir
ideoloji güderken, diğerleri Çerkes halkının olacak bir
devrime aktif olarak katılmaları gerektiğini öneriyordu.
Birisi pasif bir bekleyiş ve kolay, diğeri aktif ve
meşakkatli bir yoldu o gün için.”
“Birisi pasif bir bekleyiş ve kolay…” yaklaşımı
Dönüşçülere haksızlık değil mi? Dönüşçüler Türkiye’de ne
olup ne olamayacağını sizden daha iyi görmüş olamazlar
mı? Nasıl bir düzen kurulursa kurulsun, nasıl bir
demokrasiye geçilirse geçilsin Türkiye’de ulusal
kültürel değerlerimizi koruyup geliştiremeyeceğimiz
bilinci, bizleri daha pasif değil ama daha temkinli
kılmış olamaz mı?
Ayrıca yaşadığı ülke demokrasi ile idare edilsin isteyen
herkes, demokrasinin kazanımları için aynı riskleri göze
alabiliyor mu? Bu, toplum dönüşsün isteyen her birey
için geçerli değil mi? Ayrıca sonunda dilini kültürünü
yaşatma, geliştirme koşullarının oluşmayacağı riski
büyük bir yola girmek insanın doğasına aykırı değil mi?
Hem o yıllarda anavatanla yazışmanın, anavatanı ziyaret
etmenin, alfabeler yayınlamanın, okuma-yazma kursları
açmanın hiç mi riski yoktu sizce… Peki, Anavatandan
gelen konukları İstihbarat elemanları ile omuz omuza
ağırlamanın, konuklara bir Çerkes köyü gösterebilmek
için İstihbaratçılarla saklambaç oynamanın… Ayrı bir
mutluluk olmakla birlikte onları atlatabilmek de pasif
bir bekleyiş kapsamında mı sayılmalı… “Komünistler
Moskova’ya” seslerinin ayyuka çıktığı yıllarda, hem de
komünist olmadıkları halde komünist sayılmayı alanlar da
mı pasif bir bekleyişi, kolayı seçmişlerdi. Fransa’daki
bir toplantıda Kürtçe konuşan DEP milletvekillerinin
sorgulandığı günlerde, hiçbir risk göze alınmadan mı
125. yıl etkinlikleri düzenlenmiş, Devletler arası bu
ulusal etkinliklerde, anadilde konuşmalar yapılmıştı.
1991'de Nalmes’in Türkiye turnesinde spor salonlarında
anadilin yankılanmasını sağlamak pasif bekleyişin gereği
miydi? Dönüşçüler bu kadar pasifti de 12 Eylül'den sonra
Çerkes hareketi adına neden dönüşçüler sorgulanmıştı? Bu
sorgulama, Çerkes halkının kitlesel olarak
benimseyebileceği, kitle hareketine dönüşebilecek tek
düşüncenin dönüş olduğunun, sol gruplardaki
arkadaşlarımızca anlaşılmamış olsa da devletçe
anlaşılmış olmasının kanıtı olamaz mıydı?
Peki, dönüşçülerin yazdıkları, yaptıkları bir başka
yöntemle demokrasi mücadelesine katkı değil miydi?
Yamçıdaki (sayı 7-16) “Dil ve Alfabe Üstüne” başlıklı
yazı bu katkının bir örneği değil mi?
“Uluslaşmada, ulusal varlığın sürmesinde yurt birliğinin
yanı sıra dil birliğinin de ne denli vazgeçilmez bir
yeri olduğu bilinen bir gerçek. “Dilsiz ulus ölüdür” der
bir atasözümüz. Yapılan her ulus tanımında “dil birliği”
vardır. Bir Türk yazarı; (Hikmet Dizdaroğlu. Türk Dili
Mayıs – 1975) “Yurt, ulus, dil sevgisi ulusal varlığın
temel taşlarıdır. Bunlardan brini ötekinden üstün
tutamayız. Ulusal varlığımız onlarla oluşur, onlarsız
düşünülemez. Yurt, ulus, dil üçlemi en güçlü birliktir…”
der. Küçük ulusların veya ulusal toplulukların dillerini
geliştirmenin, bu arada Kafkasya’da yazı dilimizin
geliştirilmesi yolundaki çabaların gereksizliğini ileri
sürenleri yerlerine oturtan ünlü Adige ozanı ŞOCENTSIK’U
Aliy’ın şu sözleri ne güzel yanıttır, günümüzde de kimi
dilleri küçümseyenlere: “Dili dil olmayacak hiçbir halk
yoktur yeryüzünde…”
Dilin yaşaması, gelişmesi, yazılmasıyla, eğitim öğretim
kurumlarında, pratik yaşamda kullanılmasıyla olanaklı
kuşkusuz. Alfabe de dilin yazılmasını olanaklı kılan
biçimler dizgesi. Çeşitli şive ve lehçelerin kaynaşarak,
güçlü bir dil birliğinin oluşması, o potansiyel ulusun
bireylerinin tarihsel olarak üzerinde yaşadıkları,
Anayurt olarak benimsedikleri belirli bir toprak parçası
üzerinde sosyo-ekonomikbir bütünlük içinde yaşamlarını
sürdürmesi ile olanaklı. Ama bu hak ve olanaklardan
yoksunluk ortamında bu hak ve olanakların yeniden
kazanılması mücadelesinde dilin, alfabenin
yaygınlaştırılması daha bir anlam ve önem taşımakta.
(…) Ancak yine de Çerkesce yazılmış yapıtları görenimiz,
hele onları okuyabilenimiz henüz pek az.
Bunun sorumluluğu da elbette halkımızın değil. Bunun
sorumluluğu, anayurdumuz Kuzey Kafkasya’dan koparılıp
başka ülkelere serpiştirilerek muhaceret yaşamına
itildiği günden beri halkımızı insafsızca yok etme
politikaları uygulayanların… Halkımız üzerine oynanan
oyunları sezebilmesine, görebilmesine karşın,
rahatlarının bozulacağı gibi kaygılarla parmaklarını
bile oynatmayan aydın geçinen okumuşlarımızın. Son
olarak da eşitlik, özgürlük deyimlerinden günümüzde bile
yalnızca ekonomik hak ve özgürlükleri anlayan, ulusal
hak ve olanak eşitsizliklerini teoride olmasa bile
pratikte göz ardı eden, kendi küçük çıkarlarını ön
planda tutan sözde sosyalistlerin.
(…)
Bütün bunlardan sonra sonuç olarak diyoruz ki:
Her vesilede anadilde konuşmak, anadille okuma-yazmayı
öğrenmek, sözlü kültür ürünlerimizi derlemek, kendisini
halkından soyutlamayan, ulusal sorumluluktan kaçmayan
her Çerkes için, her Çerkes aydını için en ertelenemez
demokratik ulusal görevdir. Bu yoldaki çabaları
içtenlikle desteklemek de tüm demokratların, tüm
demokrasi güçlerinin görevi olmalıdır. Bu konuda
atılacak en küçük adım bile asimilasyoncu olgulara ve
politikalarına ve politikalarına indirilmiş bir darbe
olacaktır. O zaman da halkımız, artık anadilini daha
etkin düzeyde kullanmaya başlayabilecek, anayurtla sosyo-kültürel
ilişkiler kurabilecek ve bu günkü yok oluşa gidişinden
kimlerin hangi sistemin sorumlu olduğunu daha kolay
kavrayacak, kesinlikle kendi ulusal varlığının kökünü
kazımak isteyenlerin yanında değil, onurlu yaşamı
birlikte kazanacağı güçlerin yanında yerini alacak,
anti-feodal, anti-faşist, anti-emperyalist ulusal
demokratik mücadelesini yükseltecektir.”
Buna benzer sunulabilecek daha bir çok örnek…
İşte bu hafta da yazımı geciktirmiş oldum. Yazılarımı
gecikmesine sevineceklerin ya da hiç yazmamamı tercih
edeceklerin olduğunu bilmiyor değilim. Ancak sevgili
Kuban ile birlikte üzülen arkadaşlarım da artık az
olmadığını duyumsadığım için, yazıyı bitirmek amacı ile
sabahın erken saatlerinde bilgisayarımı açtım. Hep
yaptığım gibi de gazeteleri okumakla başladım güne. Yeni
Şafak’ta (12 Nisan 2008 Cumartesi) Dücane Cündioğlu
bakın ne demiş anılar için:
“Hatırat yazmak demek, gerçekte bir hesaplaşmaya
girişmek demektir. Burası açık. Kişi
kendisiyle/geçmişiyle hesaplaşırken, tabiatıyla
başkalarının (meselâ hasımlarının) hesabını da görmek
ister. Hem de keyifle. Tekrar yaşar o günleri. Bazen acı
çekerek, bazen öğünerek. Okur için eskimiş olan, yazar
için eskimez. Hesaplaşma anına geri dönen her yazar,
ister istemez, okurunu işin içine katmaya çalışır, onu
bazı ağır yüklerin altına sokmaktan çekinmez. Ağır
yüklerin altına, yani gerçekte okurun tam anlamıyla
aralarına dahil olamayacağı yüzlerce sayfanın tam da
içine...
Askerî veya siyasî şahısların hatıratları da böyledir.
Tartışmaların aktüel değeri varsa, olacaksa, onlar da
bilgi ve belge aktarmaktan yorulmaz. Okur okumaktan
yorulur ama yazar yazmaktan yorulmaz. Şimdi hesap
vaktidir çünkü.”
Evet sevgili Erhan, düne göre her şeyin çok daha net
olduğu bu hesap vaktinde; dönüşçülerin, ülkenin daha
demokrat bir yapıya kavuşması için mücadeleye katkı ile
kalmayıp, aynı zamanda sayısız Çerkes gencinin, şiddeti
yöntem olarak seçmesini engelleyebildikleri, halkımızın
olası acılarını azalttıkları, ulusal-kültürel
değerlerimizi koruyup geliştirmeye yönelik çalışmaların
neredeyse tamamına imza attıkları, anavatanla
ilişkileri, en riskli dönemlerde bile koruyup
geliştirebildikleri gerçeğinin artık görülmesi,
haklarının teslim edilmesi gerekmez mi?
Yoksa senin gibi hep bize hep yakın kalanların
diğerlerine örnek olacağı beklentisi duygusallık mı?
Sevgili Şamil,
Bilinen deyiminle cımbız gibi seçtiğin konu,
eleştirdiklerim içerisinde en görmezden gelinebilecek
konu. Dolayısı başka bir çok garabet yanında
eleştirilerimden yalnız senin rahatsız olmanı ve sadece
seçtiğin konuda rahatsız olmanı çok yadırgadım. Halbuki
eleştirilerim diasporada kalan tüm dönüşçülere
yönelikti. Yanıtlama konusundaki aceleliğin senin
diğerleri kadar “pişkin” olmayışından kaynaklanmış
olmasın?
Kimselerin pek yanıtlama hevesine girmeyeceklerini
bildiğim halde -çünkü çeşitli platformlarda defalarca
sorulmuş hep yanıtsız kalmışlardır- asıl yanıtlanması
gereken soruların birkaçını sorayım:
- Sadece daha somut kararların alınacağı yeni bir
toplantı yapılması sonucunu bile önemsediğimiz sempozyum
için neden bu kadar süre beklendi?
- Diasporadaki tüm Kuzey Kafkasyalılara, bulunduğu
ülkeyi değiştirme, taşıdığı vatandaşlığı da bırakma
zorunluluğu getirmeyen, 1991'de kabul edilen, 1992'de
yürürlüğe giren ve 2000 yılında değiştirilen RF
vatandaşlık yasasına göre kaç vatandaş olmasını
sağladınız ya da bu kadar kolay vatandaşlık
alınabileceğini hangi çalışmalarla halkımıza
ulaştırdınız?
- Neden, dün olduğu gibi bugünde doğru olan dönüş
ilkelerinden saparak 2000 yılında kabul edilen RF
vatandaşlık yasasından, önceki yasanın bize verdiği
hakların çıkarılmasına gerekçe hazırladınız?
- Neden, DÇB’nin gündeme taşıması, dönemin Adigey
Cumhuriyeti Başkanı sayın Carım Aslan’ın etkin çabaları
ve RF'nun diplomatik ve ekonomik katkıları ile
Yugoslavya’dan dönüşleri sağlanan kardeşlerimize yardım
için, Haziran 1998 DÇB Genel Kurulu’nda verilen sözlere
karşın nüfusunuza göre devede kulak bile olmayan yardım
için, dönüşlerinin üzerinden altı ay geçmesini ve Necdet
Hatam’ın muayenehanesini kapatıp iki ay sizlerden para
dilenmesini beklediniz ve hiç sorunları kalmamış gibi
ilginizi kestiniz?
- Neden, 2003 Genel Kurulu'nda kabul edilen, Adigece,
Rusça ve İngilizce’si katlan her delegeye broşür olarak
verilen DÇB genel ilkelerini tüm uyarılarımıza karşın
Türkçe olarak bugüne kadar yayımlamadınız?
- Neden “çok ihtiyacımız var, halkımızın izlemesini
sağlayacağız” ricalarınız sonucu Adigey televizyonundan
sizlere sağlanan elli saati aşkın TV programına gün yüzü
göstermediniz. Diğer derneklere dağıtmadınız?
- Neden, dört yıl kadar önce sorumlulara iletilen Adigey
diyalekt ile hazırlanmış “dil eğitim CD’sini çoğaltıp
dil öğrenmek isteyenlere ulaştırmadınız, kurslarda
kullanılmasını sağlamadınız?
- Neden, iki yıl kadar önce yine sorumlulara
tarafımızdan iletilen, Adige Masallarını içeren, Adige
Devlet Üniversitesi Adige Dili Ve Kültürolojisi Merkezi
Başkanı Sayın Wınerıque Raya’nın çocuklar için CDleri
ile birlikte hazırlamış olduğu 15 kitapçığın çoğaltılıp
dağıtılması düşünülmez?
- Neden, RF yasalarının tanıdığı, Türkiye’den oturma
izni başvurusu yapılabileceği bilgisi sadece web
sayfasında duyurmakla kalınır, bu yolun normal kullanımı
için etkin çaba gösterilmez?
Sevgili Şamil sen de çok iyi biliyorsun ki, daha
sorulacak soruların hepsini sormadım. Gerisini de
istediğiniz yerde, istediğinizce geniş katılımla,
istediğiniz zamanda yapacağınız, katılmayı taahhüt
ettiğim toplantıya bırakalım. Ancak ben sizler ve dönüş
için daha hayırlı olanın, dahası samimiyet ölçüsünün en
yakın bir gelecekte, “Gerçekten bu geçen sürede bizler
sınıfta kaldık. Dönüş ilkelerinden saptık. Bu da dönüşe
çok pahalıya mal oldu ama biz yine dönüşçüyüz.
Türkiye’deki Çerkeslerin sorunları ve çözüm yolları”
gibi otuz yıl önce doğru olabilecek bir gündemle değil.
Daha önce birlikte belirlediğimiz dönüş ilkelerine dönüp
“günümüz koşullarında mümkün olan en kısa sürede en çok
sayıda insanı anavatana nasıl taşıyabiliriz” gündemli
birkaç gün sürecek bir toplantı yapmaktır.
Öncesinde de “Dönüş Platformu” yeniden hayata
geçirilebilir?
Sevgili Şamil, anlamışsındır, eleştirilerimin hedefi
yalnız sen değilsin. “Dönüşçüyüm” diyen herkestir.
Sorumluluğu da dönüşçülüğü ölçeğinde büyüktür ve şu
atasözümüzü de hiç unutmayın lütfen: “Çem lhaque şkke
yıwıççırep”
Gelecek yazı:
“Sevgili Hapi, Sevgili Hapi'ye Karşı” |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|