Sayın
Hapi,
Anımsarsınız üniversitedeki ilk yıllarımdan beri
tanışırız.. Aradaki fark çok değilse de yaşça benden
büyüksünüz… Sadece yaşça büyük değil, kendisinden bir
şeyler öğrendiğim kişilerden birisiniz. Yaşça benden
büyükler arasında hala üretenler ise bildiğiniz gibi tek
tük… Çalışkanlığınızı, duraksamadan üretmenizi, emeğe
saygı duyan biri olarak önemsemem mümkün olabilir mi?
Ancak sizi tanıdığım altmışlı yılların sonlarından beri,
bu çalışkanlığınızın doğal getirisi saygınlığın toplumda
oluşmaması için, sanki özel bir çaba harcıyorsunuz...
Gün geliyor öyle şeyler yapıyor, yazıyorsunuz ki, benim
gibi sizi tanıyanları, emeğinize saygısı olanları bile
üzücü de olsa gerçekleri dile getirmeye zorluyorsunuz.
Muhalefet edecek kişi bulamadığınızda kendinize muhalif
olma huyunuz da benliğinizi daha bir sardı sanki...
Zıxamıuere peueşxu sayıldığınız kuşkusu ile beslenen
sanrılarınız, gözlerinizi o denli karartmış ki,
eleştirilerinizde yöntemin, bilimsel olup olmadığı pek
ilgilendirmiyor sizi. Bir fiske ile yıkılabilecek
yapılar kuruyorsunuz. Politik yazılarınız, karşı
çıkışlarınız, gerçeklerden çok, o gün durduğunuz yere
göre biçimlendiği için de çoban salatası gibi karışık.
Ancak üzülerek eklemeliyim ki, çoban salatası gibi leziz
değil Aynı yazıda birbiri ile çelişen paragraflar
yığınla.
Yazılarınız, doğru bulduğunuz bir görüşü savunmaktan çok
karşı çıkma temeli üzerine kurulu. İlginç olanı,
kimileyin adları sizde saklı kişilere karşı çıkıyor,
kimileyin de sosyal olaylarda hiç yeri olmayan “olmayana
ergi yöntemi” ile haklılığınızı savunuyorsunuz. Örneğin
son yazılarınızı okuyanlar içerisinde ortak alfabe
çalışmalarını, yaklaşımların size göre olmazlığını
vurgulamanızdan öte, dil konusunda kendi görüşünüzün ne
olduğunu anlayabilenler olduğunu sanmıyorum. Sizi,
keskin konuştuğunuz ölçüde bu konuların uzmanı
olduğunuzu sananların, Adige lehçelerinin hangileri
olduğu konusunda kafası karışmamış mıdır? Sayın Sefer
Berzeg, Wubıh dilinin bir Adige lehçesi olduğu
görüşünüze katılır mı sanıyorsunuz ya da bilim dünyası
da bu özgün görüşünüze katılıyorsa “Wubıh dili yok oldu”
üzüntüsüne gerek kalır mıydı?
Kaynak seçime yönteminizde çok ilginç ve kendinize özgü.
Görüşünü önemsediğiniz kişinin, başında bulunduğu kurum,
görevleri, konunun uzmanı olup olmadığı, başkalarınca o
konunun biliri sayılıp sayılmadığı önemli değildir sizin
için. Görüşünüzü üzerine kurduğunuz sözlerin söylendiği
ortam, tarih, görmezden gelinebilecek kadar önemsizdir.
Müphem olanlar bir yana, açık olan görüşlerinizi de
objektif verilerle destekleme gereği duymuyorsunuz.
Söylediklerinizin okuyucularca doğru sayılması için size
öyle gelmiş olmasını, sizin öyle sanmanızı yeterli
buluyorsunuz.
Önemsediğiniz görüşlerin öznel olduğu kadar
eleştirdiğiniz görüşlerin de çoğunlukla hayali oluşu da
ayrı bir özelliğiniz. Bu yöntem, dedikodu üreten ancak
dedikodunun üzerinde kalmasından korkanların “kim
söyledi” sorusunu “yauağ, yauew zexesxığ dediler,
dendiğini duydum” diye yanıtlamalarını anımsatmıyor mu
size de. Çok önemli konularda olsun karşı çıkmayı
düşündüğünüz görüşler için bilimsel kaynakları temel
aldığınızda bile yorumu kendinize özgü oluyor.
Sanrılarınızı güçlendirecek bir yorum getiriyor, kendi
görüşünüzü laf kalabalığına getiriyorsunuz. “Şöyle
diyenler var, yaklaşımlar var” genellemesinin ötesine
geçip, “ben şu kurumun şu kişinin şu yazısında ileri
sürdüğü şu görüşe karşıyım, konuya ilişkin benim görüşüm
de şudur”” deseniz a…
İşte bu söylediklerimizin kanıtı kimi örnekler:
- Uzunyayla.com sitesindeki bir yazınızda; Sayın
Hafıtsse Muhamet’in bir toplantıda, anadili eğitiminin
daha bir önemsenmesi için “İsrail’de Adigabze’nin
korunduğu” anlamında söylediklerini, değişmez
doğru kabul ediyorsunuz. Haftanın beş günü çıkan Adige
Psalhe’nin bir sayısını, İsrail’de bir haftada
okuyabilecek beş kişi bulamayacağınızı bildiğiniz halde
Hafıtsse’nin bu sözünü gerçek kabul ediyorsunuz. Ancak
nedense İsrail’de yetişmiş yazarlarımızın değil,
anavatan yazarlarımızın yapıtlarını çeviriyorsunuz.
İsrail’de anadilimizin daha iyi öğretildiğine okuyucuyu
inandırmak istiyorsanız, İsrail’de yetişen dil
bilimcilerimizi, onların yapıtlarını, yazarların
şairlerin adlarını saymanız gerekmez mi? Üretimlerinizin
bu politikimsi duruşunuzu yadsır olduğunun da farkında
olmuyorsunuz.
- 1994’te karşılaştığınızda, Abhazya’nın geleceği
konusunda, bir sempozyumda, bir gazete ya da dergide
yayımlanmamış, politik bir eylemde dile getirilmemiş
sadece size söylenmiş sözlerini önemsediğiniz sayın Prof
Kumaho Muhiddin bir dil bilimcidir, politikacı değil.
Yakından tanıyanların hiçbirinin sayın profesörün
politik yönüne vurgu yapacaklarını da sanmıyorum. Durum
bu iken siz sayın Kumaho’yu tanıtırken onun dil bilimci
olduğunun altını çizmiyor, sadece bilim adamı olduğunu
belirterek okuyucunun sizin söylediklerinizi önemsemesi
için yanıltmayı uygun görüyor, şu cümleleri
yazıyorsunuz: “1994'te Moskova'da görevli ve
Merkezi RF kaynaklarına yakın bir kişi olan Prof. Dr.
Muhdin Kumaho'ya, İstanbul'da, "Abhazya'nın geleceği
konusunda ne düşüyorsunuz, Ruslar bu konuda ne
düşünüyorlar" diye sormuş, ondan "Abhazya bir yerlere
bağlı olacak ama Rusya'ya da uzak olmayacak" biçiminde
bir yanıt almış, bunu "Yeni Kafkasya" gazetesinde de
yazmıştım. Kumaho, güvenilir ve ciddi haber alan, boşuna
konuşmayan bir bilim adamı.”
Bununla da kalmıyor sayın Kumaxhue’nin asıl uzmanı
olduğu konudaki, dil bilim alanındaki görüşlerine adını
vermeden karşı çıkıyorsunuz. Örneğin sizin kesinlikle
olamayacağınızı dile getirdiğiniz ortak Adige alfabesi
konusunda, anavatandaki tüm Adige dilbilimcilerimizin
üzerinde birleştiği taslak Kumaxhue’nindir.
(Kabardino-Çerkeskiy Yazik. İki cilt 2006) Kabardey
diyalektinin ortak dil, anlaşma dili olabileceği
görüşünde olan Kumaxhue’dir. Sadece sizin değil tüm
dilbilimcilerin de saygı duyduğu ve Adigey’de adına
uluslar arası dil bilim konferansları düzenlenen
rahmetli Prof Ç’eraşe Zeyanb’ın de sonuçlandırmadığı ama
yayınlanmış ortak alfabe çalışması vardır. (Seçilmiş
çalışma ve makaleler Keraşe Zeyneb 1995)
Aslında, sizin de önemsediğinizi dile getirdiğiniz sayın
Kumahue ve sayın Ç’eraşe’ye karşın ortak alfabe
çabasının yersiz olduğunu da savunabilirsiniz. Neden
olmasın? Ancak o zaman “adlarını zikrettiğim şu, şu
dilbilimcilere saygı duymakla birlikte, alfabeye ilişkin
görüşlerine katılmıyorum” dersiniz. Gerekçelerini
söylersiniz. Çeşitli diyalektleri olan dillerin
hiçbirinin ortak dile gitmediğinin örneklerini
verirsiniz. Adige dilbilimcilerin ortak dile gitme
çabalarını, ne kadar aptalca bulduğunuzu söylersiniz.
Ayrı devletler oldukları halde Arapların tek bir yazın
dilinde anlaşmış olmalarının süper aptallık olduğunu
eklersiniz. Türkiye Cumhuriyeti’ne okullarda Türkçe’nin
(elbette ki anadillerin değil) Türkçe’nin tüm
diyalektlerinin okutulmasının önemini anlatırsınız. Her
yazınızı Türkçe'nin başka bir diyalekti ya da kendi
yörenizin diyalekti ile yazarsınız. Antakya’da okullarda
okutulan okuma kitaplarında, yöre ağzının, örneğin,
“Kafir pissik, mükebbenin altından bir tepsi oruğu
kaptığı gibi takkaden kaçtı. Koş bre Mıhemet koşi kap
dahneği, zokmak, zokmak kovala kafiri…” gibi edebi bir
cümlenin yer bulamamış olmasını eleştirirsiniz. Her
yörenin kendi Türkçe ağzına dönmesi gerektiğini
savunursunuz…
- Dile
ilişkin eleştirinize Kaf-Fed’in başkanlara yazdığı
yazıyı değil de ona verilen yanıttan yola çıkmanız da
çok ilginç ve bilimselliği size özgü bir yöntem değil
mi? Halbuki Kaf-Fed Genel Kurulu’nda siz de vardınız.
Öneride bulunan da bendim. Genel Kurul'un başkanlardan
isteyeceği şey, her iki yazın dilinde bulunan ancak
farklı harflerle gösterilen seslerin benzer harflerle
gösterilmesini sağlamak gibi çok masum bir istekti ama
siz egonuzu okşadığı için, verilen yanıtı temel
alıyorsunuz.
Hapi
Hapi’ye Karşı
Sayın
Hapi, dönüşün bayraklaştığı yetmişli yılarda da siz yine
kalışçı idiniz. Ancak o günler politik konuşlanmanız
farklı olduğu için bugün sizin getirdiğiniz eleştirileri
getirenlere, Kafdağı Dergisi'nin 88/13-14 sayısında, bu
günde sergilediğiniz bilgiç tavır ve keskin yargılama
ile şöyle karşı çıkmıştınız:
“Önce Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin
(SSCB) ve her devletin eleştirilebileceğini, hiçbir
şeyin eleştiri dışı dokunulmazlığının bilimsel anlamda
düşünülemeyeceğini belirtmeliyiz. Ancak eleştiriler
gerçekçi ve bilimsel olmalıdır.
(…)
b) Kuzey Kafkasya’da kurulan özerk yönetimlerin “sözde”
olduğu iddiası da bir çarpıtmadır. Bu özerkliklerin her
biri anayasal birer devlet örgütlenmesi olup coğrafi
(toprak) ve etnik temellere dayanmaktadır. Bunların her
biri birer özerk devlettir...
Sık, sık eleştirilen Adigelerin önceleri dört, şimdi üç
devlet örgütlenmesine ayrılmış olması ise, coğrafi
(toprak) bütünlüğünün olmaması nedeniyledir. Adigeler bu
bütünlüğü 1864 göçü sonucu yitirmişlerdir. 1930’larda
yaşayan Shapsugh Ulusal Çevresi’nin (okrug) kaldırılması
sonucu, Adigelerin özerkliği bulunan toprak parçası
sayısı şimdi üçe inmiştir: Kabardey, Çerkes ve Adige
Bölgeleri.
c) Özerk devletlerde anadilin resmi dil olmadığı, resmi
dilin yalnızca Rusça olduğu, anadilin ilkokul dışında
kullanılmadığı iddiası da bir çarpıtmadır. Her özerk
devlette (özerk cumhuriyet, bölge ve çevrede) o yerin
anadili anayasal tanımaya sahiptir ve örneğin Rusça ile
eşit kullanım hakkına sahiptir.
SSCB’de Batılı devletlerde olduğu gibi seçkin resmi dil
kavramı yoktur, her dil eşit işlem görür. Buna göre
örneğin, Adigece'nin kendi özerk devletlerinin her
biriminde ve öğrenimin her kademesinde eşitçe
kullanılması olanağı vardır. Bunun sınırını belirleme
yetkisi yerel Adige makamlarına kalmış bir konudur.
SSCB’de Rusça’nın genel dil haline gelmesi ve bu arada
az nüfuslu halkların Rusça’yı öğrenmeye gereksinim
duyması, pratik yaşamın bir sonucudur ve ayrı bir
olgudur. Bunun az nüfuslu halkların dillerinin sahip
olduğu eşit hakları kaldırıcı yasal bir sonucu yoktur.
(Bu konuda bk. “Kafkasya Üzerine Beş Konferans”
kitabının “Adige Dili ve Edebiyatı” bölümü.
d) Eleştiriler yapıcı olmalıdır: Örneğin, Karadeniz
kıyısında küçük bir toprak parçası üzerinde küçük bir
ulusal toplum oluşturan Shapsughların (yaklaşık 10 bin
kişi) önceleri özerkliklerin bulunduğunu ve sonradan
(pratik nedenlerden olsa gerek) bu özerkliğe son
verildiğini belirtmiştik. Dr. Güsar örneğinde ise
özerkliğin kaldırılışı değil, Kıyı Boyu Shapsugh'a
özerklik verilmesi eleştirilmektedir.
Bunun mantıklı bir açıklaması yapılabilir mi?
Sanırım kimse, Kıyı Boyu Shapsugh'un önceleri dil
haritalarında olsun yer eden Adige etnik kimliğinin
silinmesini onaylamayacaktır.
Bugün kırımlı Tatarların, düşmanla işbirliği yapmakla
suçlanarak, yitirdikleri özerkliklerini yeniden elde
etmek için verdikleri onca çaba bilinmektedir. Dolayısı
ile özerkliğin “sözde” ve “türetilme” olup olmadığını
bir de onlara ya da Tatarlar gibi acı çekmiş olan
Balkarlara sormak gerekir.
Sonuç olarak olumsuz eleştiri ve değerlendirmelerden
kaçınabilmek için gerçekçiliğe ve yeni çalışmalara
gereksinim vardır.”
- Aynı yazıda bile birbiri ile çelişen görüşlerinizin
olduğunu söylemiştim. Örneğin CC'deki köşenizde 13 Nisan
2008'de yayına giren, Adigey’de Anadili ve Müzik
Öğretimi başlıklı yazınızda, Yeltsin dönemindeki
kazanımlarımızı görmezden geliyor ve şunları
söyleyebiliyorsunuz:
“O
sıralarda Türkiye ve öteki dış ülkelerdeki Adigeler,
özellikle gençler arasında güçlü bir Kafkasya’ya dönüş
eğilimi doğmuştu. Özellikle 1989’da Ankara’da düzenlenen
1864’ün 125’nci yılını, sürgünü anma toplantısı büyük
bir heyecan yaratmıştı, Murete Çepay’ın duygu dolu
konuşması tıklım tıklım dolu koca salonu ayağa
kaldırmış, ortalığı sevinç gözyaşlarına boğmuştu, dahası
tek sözcük Adigece bilmeyen yanımdaki bir Türk kadını
bile etkilenmiş, gözlerinden şapır şapır sevinç
gözyaşları dökülerek heyecandan ağlamaktaydı. Aslan
Derbe’nin güzel sesi ve şarkıları insanları büyülemişti.
Ancak bu güzel başlangıcın sonu getirilemedi. Çünkü
Gorbaçov gitmiş, demokratik politika darbe yemiş,
demokrasi için diyerek tank üstüne çıkan Yeltsin,
parlamentoyu topa tutmuş, Çeçenlerin üzerine ölüm
yağdırmış, sağcı, ırkçı, milliyetçi ve despot kadrolara
gün doğmuştu. Artık Adigey’den diasporaya etkili
sanatçılar da gönderilmiyordu, onlar kara listelere
alınmış olmalıydılar…”
Bu yazdıklarınızı temel alırsak, Yeltsin döneminin
daha anti-demokratik, en azından bizlerin haklarının
daha bir kısıtlandığı bir dönem olarak algılamamız
gerekmez mi?
Halbuki;
-
Sürgün’ün 130. yılında “Kafkas Savaşlarında, Kafkas
halklarının, sadece yaşadıkları ata topraklarını değil,
ayrıca kendi özgün kültürlerini, kendi karakteristik
niteliklerini korumak için yiğitçe savaştıklarının dile
getirildiği bildiriyi dönemin RF Devlet Başkanı sayın
Yeltsin yayımlamıştır.
- 1991 yılında kabul edilen ve 1992 yılında yürürlüğe
girip, 2000 yılında değiştirilen ve bizlere bulunduğumuz
ülkeyi değiştirmeden, ve bulunduğumuz ülke
vatandaşlığından vazgeçmeden RF vatandaşı olma hakkını
veren yasayı da sayın Yeltsin imzalamıştır.
- Sizin göstermelik dediğiniz, benim muhaceret
tarihimizdeki en önemli politik başarı olarak
değerlendirdiğim Yugoslavya Adigelerinin RF’nun
ekonomik, özellikle politik katkıları ile Adigey'e
getirilmesi kararını sayın Yeltsin sağlamıştır.
Sayılabilecek daha nice güzel kazanım. Siz ise,
yaralanmadığınız ve değiştirilsin diye özel çaba
gösterdiğiniz yasayı görmezden geliyor, bu haklardan
neden yeterince yararlanılamadığını sorgulamıyor, asıl
amacınız doğru yanlış olumsuzluklar göstermek olduğu
için 1997 deki gelişmeyi ön plana çıkarıyor ve “2007
tarihli bir federal yasa ile Rus diasporasına
sağlanmış olan RF’na dönüş ve çifte vatandaşlık hakkı,
demokrasiye aykırı olarak uygar ve demokrat Adige
diasporasından esirgeniyor. Yani Lenin dönemi
politikaları değil, 1864 yılının politikaları
yeğleniyor.” diyorsunuz. Evet sözünü ettiğiniz
ayrıcalıklar yalnız dışarıdaki Ruslara sağlanıyor.
Kimilerinin “biz Rusya Federasyonu soydaşı değiliz”
yaklaşımlarına, “bizler de Rusya Federasyonu soydaşı
değil miyiz” diyenleri, ruhunu satmışlıkla suçlamalarına
karşın, Rusya Federasyonu’nun soydaşlarının sadece
Ruslar değil, bugün Rusya Federasyonu’nda yaşayan tüm
etnik halkların dışarıdaki soydaşları olması gerektiğini
her platformda savunuyor, sonuç alacağımıza da
inanıyoruz.
Dil konusunda bir örnek daha vereyim dilerseniz. Nart
Dergisi üçüncü sayısında yayınlanan makalesinde Ahser
Stern İsrail’deki Çerkesce’ye ilişkin “Bununla
birlikte Çerkes köylerini, diğer köylerden ayıran bazı
farklılıklar bulunmaktadır. Çerkesler için İbranice bir
yandan etkili bir toplumsallaşma ve düşün dili olma
özelliği taşırken, diğer yandan cemaat dışı bütün
toplumsal ilişkilerin de aracı haline gelmiştir.
Eğitimlerine devam etmek üzere köylerinin dışına çıkan
öğrenciler artık Çerkesce dersler görmezler, ancak
anadilleri onlar için ek bir iletişim aracı olmaya devam
eder. Çerkesce artık, arkadaşlar arasında sohbet
edilirken kullanılır ve konuşanların farklılığına işaret
eden grup-içi bir kod haline gelir. Bu nedenle
Çerkesce'nin aile çevresinde konuşulmasıyla, okul
teneffüslerinde konuşulma biçimi arasında bir fark
yoktur. Önemli olan fark, iki farklı okul ortamındaki
konuşma dilleri arasındadır. Derslerde İbranice
konuşulur, teneffüslerde Çerkesce” demektedir.
Yani Adigece'nin bir diaspora ülkesinde anavatandan daha
iyi durumda olabilmesi mümkün değildir. Elbette ki bu
cumhuriyetlerimizde anadilin öğretilmesine, kimilerinin
unutuyor olmasına ilişkin sorunlarımızın olmadığı
anlamına gelmiyor. Daha iyi olması için çabalar da
gösteriliyor. Ancak bunları yaparken de Adigece'nin
hiçbir zaman Rusça gibi Rusya Federasyonu'nda ortak
anlaşma dili olamayacağının da bilincinde olmamızı
engellemiyor. Aslında tüm derslerin Adigece olması
zorunluluğu getirildiği, Rusça’nın sadece haftada bir
derse indirildiği zaman bizim isyan etmemiz gerekir.
Bunun ne demek olduğunu, Türkiye’de eğitimde tüm
derslerin her halkın anadili ile olmak zorunda olduğu,
Türkçe’yi iyi bilmemenizin sizlere neler
kaybettireceğini düşlediğinizde daha iyi anlarsınız ya
da güzel olması, çabuk öğreniliyor olması, tüm Türklerin
dillerini çok seviyor olmaları, dünyadaki nüfuslarının
Adige nüfusundan yüzlerce kat fazla olması, Türkçe’nin,
İngilizce gibi dünya anlaşma dili bilim dili olmasını
sağlıyor mu? Bir bilim adamı İngilizce yazmadan dünyaya
açılabiliyor mu?
Önemlisi sizin iddia ettiğiniz gibi bu görüşlerimizi hiç
saklamadık. Eleştirilerimizi de diasporada, sorumluların
anlamayacağı dilde değil, sorumluların anlayacağı dilde
ve yerde dile getirdik getiriyoruz. Dışardan gazel
okumuyoruz sizin gibi. 9 Aralık 2004 Perşembe günü
Adigey Cumhuriyeti Parlamentosu'nda Adigece olarak
yaptığım Türkçe’si Nart Dergisi'nde yayımlanan,
yıllardır da CC sayfalarında duran konuşmam buna
verebileceğim örneklerin sadece biri:
“Perşembe günü de Adigey parlamentosunda böyle bir
oturum vardı. Kişilerin vatandaşların insani olmakla
öğünecekleri bir görüş alışverişi idi bu. Ben de Dünya
Çerkes Birliği ve Fesıjapşi Dönüş Vakfı adına
katılmıştım oturuma. Perşembe’yi benim için
unutulamayacak günlerden biri yapan, konuşmamı
parlamentoda Adigece yapmış olmamdı.
Evet 1994 yılından beri Adigece’de devlet dili idi.
Ancak milletvekillerinin tümü Rusça’yı çok iyi
bildikleri için ve de kişiler, söyledikleri daha iyi
anlaşılsın için olsa gerek yasal bir zorunluluk
olmamasına karşın konuşmalarını hep Rusça olarak yapa
gelmişlerdi. Benim Adigece konuşmam böylesi bir
platformda bir ilkti.
Kültür bakanı sayın Haç’eğuğ Khaséy, eğitim bakan
yardımcısı Kazakların Atamanı, Çocuk Vakfı Başkanı Prof.
Bleghuej Zulkharin ve diğerleri eğitimde ulusal
kültürün, anadilin, kültürler arası alışverişin, halklar
arası ilişkilere hep olumlu katkıları olduğunu
vurguladılar. Ben konuşmamı eğitimde ana dil ve
Adigece’nin önemi üzerine kurgulamıştım. Sözlerime,
Rusça’yı Adigece kadar bilmiyor olmam yanında parlamento
salonunda zaman, zaman da olsa Adigece konuşmalar
yapılması gereğine inandığım için anadilde konuşmayı
tercih ettiğimi söyleyerek başladım. Katılımcı çok, süre
kısıtlı olduğu için konuşmanın özünü yansıtan
paragraflarla yetinmek durumunda kaldım. Her şeyin
temelinin ülkedeki anadilleri politikasını da içeren
halklar politikasına bağlı olduğunu vurguladım.
Bu konuşmamın kimi bölümlerini ilginizi çeker umuduyla,
sizlerle de paylaşmak istedim.
(…) Dilini bildiğiniz halkın kültürüne de daha yakın
oluyorsunuz. Diliyle seslenebildiğiniz kişi sizi
kendisine daha yakın buluyor.
(…) Psikolojik araştırmaların ortaya koyduğu gerçek
kişiyi önemsememenin, yok saymanın, yapılan işkenceden
bile daha çok yaraladığıdır. Daha çok yaralayan ise
önemsenmediği halde önemseniyormuş gibi davranılması,
kendisiyle oyun oynanmasıdır.
(…) Üzücüdür ki, anadilimizin bugünkü durumu pek iç
açıcı değil:
Bugün yeryüzündeki Adigelerin çoğunluğu anadillerini
bilmiyor.
Ana dilini bilen azınlığın çoğu okuma-yazma bilmiyor.
Okur-yazar azınlığın çoğunluğu da anadilde basılı
yayınları izleyemiyor.
Bunun nedeni de bilindiği gibi geçen yüzyıllarda
halkımızın yaşadığı trajedidir. Bu trajedi halkımızı
önce anavatan ve muhaceret olarak iki kesime ayırdı.
Muhaceret kesimi, sürüldüğü Osmanlı İmparatorluğu'nun
dağılmasıyla farklı ülkelerde yaşar oldu. Çarlık
Rusya’sındaki değişiklikler de ulusal dilin kültürün
korunması yaşatılması konusunda sağladığı olanaklar
yanında, halkımızın yalnızca anavatan ve muhaceret
kesimlerini değil, anavatan kesimini de birbirinden
uzaklaştırdı. Adigece'nin iki yazı dili oluştu.
Ancak bilindiği gibi hemen her sorunun çözümünde en
temel öğe politik yaklaşımdır. Dolayısıyla Adigece’nin
sorunlarının çözümünde de en temel öğe cumhuriyetimizin,
daha öncelikli olarak da cumhuriyetimizin parçası olduğu
Rusya Federasyonu’nun halklar politikasıdır. Herkesçe
bilindiği, hiç kimsenin de yadsıyamayacağı gibi Rusya
Federasyonu çok uluslu bir ülkedir. Tarih de
göstermiştir ki, çok uluslu ülkelerin politikacılarının,
benimsedikleri halklar politikasına göre iki büyük öbeğe
ayrıldıklarıdır. Güçleri oranında iki öbekten birinin
yaklaşımları ülkede yasalaşmakta, dönemin değişmesi ile
yaklaşımlar ve ona koşut ülkedeki yasalar da
değişmektedir. Rusya Federasyonu için de bu geçerlidir.
Günümüzde biraz daha etkili birinci öbeğin yaklaşımı,
ülkenin güçlü olması, ülkede birlik olması için,
yasaların çoğunluk halkın önceliklerini gözetmek
gerektiği üzerine şekillenmiştir. Bu yaklaşım, halkımız
gibi çoğunluk ulusun geçmişte zararını görmüş otokhton
halkalar da dahil olmak üzere, az nüfusu halkların
özgürlüklerini kısıtlamayı, onları önemsememeyi yeğ
tutuyor. Özetle az nüfusu halklara güvenmemek, onları
asimile etmek gerekmektedir. Bu yaklaşımı kılavuz
edinmiş politikacı sayısı az olmayışı üzücüdür. Az
nüfuslu halkların kimi temsilcilerinin de bunlarla aynı
görüşü paylaşması, daha bir yürek dağlıyor…
İkinci öbeğin yaklaşımı devlet başkanımız sayın Putin’in
radyo ve televizyonlarda birkaç kez seslendirdiği,
gazetelerde de yayımlanan ancak henüz tüm yönleri ile
hayata geçmeyen yaklaşımıdır. Bu yaklaşım ülkede yaşayan
farklı halkların önceliklerinin göz önünde tutulmasını
gerekli görüyor. Yasaların az nüfuslu halkların
özgürlüklerini güvence altına alması gereğinin altı
çiziyor; ülkeyi, az nüfuslu olanlar dahil tüm halkların
her birinin gerçek evi kılmayı amaç ediniyor. Bize göre
de ülkenin temellerini sağlamlaştıracak olan yaklaşım
budur. Ülkeyi, demokrasi ve insan hakları yarışında,
diğer dünya ülkelerinden daha öne çıkartacak olan
yaklaşım bu değil mi? Bu yaklaşım değil mi ülkede
yaşayan her bir insanı, her halkı ülke temelinin
sağlamlaşması, ekonomisinin gelişmesi, halklar arası
ilişkilerin dirliği için canla başla çalıştıracak olan?
O halde anadilinin önemsenmesi, ülke sorularının
çözümünde, diğer az nüfuslu halklar gibi Adigelerin de
çaba göstermesinin itici gücü olacak, ülkeyi kendi evi
saydıracak ilk adım değil midir? Ayrıca devlet ne kadar
büyük olanaklar sağlasa öğrenilmesi ne ölçüde zorunlu
kılınsa da Adigece’nin Rusça gibi gelişkin bir dil
olamayacağının bilincindeyiz. Peki Rusça ve diğer
gelişkin diller gibi bir devlet dil olamayacaksa Adigece
bilinmesini sorun edişimiz neden? Nasıl bir önem
vermemiz gerekiyor Adigece’ye?
Eğer dil ruh demekse, “dilsiz ulus ölü” ise eğer,
kendimizi bir ulus sayıyor ve ülkemiz de bizi diğerleri
gibi bir ulus sayıyorsa, ulusal dil; yaşatılmalı,
geliştirilmelidir. Ulusun gururu dilidir, şarkısıdır,
şiiridir. Dilini işittiğinde, ezgisini dinlediğinde
ancak halkın her bireyi coşku duyar. İşte o zaman
kendini sever, mutlu olur. Birey tek başına olmadığını
bir ulusun bir üyesi olduğunu duyumsar. Ulusunu
diğerleriyle aynı değerde görür. Halklar arası barışa,
karşılıklı güzel ilişkiye, güçlü ülkeye temel olabilecek
olan anlayış bu değil mi?
Ülkede sözünü ettiğimiz karşılıklı saygı yoksa eğer,
nasıl olur da güçlü ile güçsüz, varlıklı ile dar
gelirli, düşlemediği şeylerin bile kendisine sunulan ile
istediği şeyler kendisinden uzaklaştırılan, çoğunluk ile
çoğunluğun azalttığı halkların sevgisi sürdürülebilir?
Karşılıkla saygının olmadığı ülkede halklar birbirini
sevebilir mi? Güven ortamı da yara almaz mı?
Onun için bir kez daha altını çiziyorum; birlikte
yaşayan tüm halklarca ortak vatanımız Rusya
Federasyonu’nun daha güçlü bir devlet olması, birlik
temelinin daha sağlam olması; halklara sevgiyi, saygıyı
gözeten, halkların önceliklerini önemseyen bir
yaklaşımın benimsenmesine bağlıdır. Anadilleri
önemsetmek, geliştirmek de ancak federal devlet
politikası ile mümkündür.
Önerimiz, halklar arası ilişkiler bakanlığının
kurulması, kişileri güzele doğruya yöneltecek, vatan
sevgisi ile büyütecek, halklar politikasının
cumhuriyette yaşayan tüm hakların katkıları ile
oluşturulmasıdır.
Sabrınız için teşekkür ederim, Sağ olun, mutlu olun.”
- Sayın
Hapi, Kosova Adigelerine verilen sözün yerine
getirilmediğini söylüyorsunuz ki, ilk yanlışınız ne
gibi bir söz verildiğini bilmemenizdir.
İkincisi; verilen söz, kendi evlerini yapacaklara sadece
elden gelen yardımın yapılacağı sözüdür. İkincisi bu
sözü, Rusya Federasyonu değil Adigey Cumhuriyeti
yetkilileri vermiştir. Bununla birlikte Rusya
Federasyonu böylesi durumlarda yasaların öngördüğü
metrekare başına her kişiye düşen yardımda bulunmuştur.
Bu, kardeşlerimizin her birini konut sahibi yapmaya
yeterli iken kimi bilgiçlerin kararı ile villalar
yapılmaya kalkışılmış, federasyondan gelen para da
diasporadan gelen para da villaların yapımına
yetmemiştir.
Üçüncüsü; su için kuyu açılmış ancak içilecek kalitede
su bulunamamıştır.
Dördüncüsü, yerleşim yeri için başka alanlar önerildiği
halde yer seçiminde kendileri ısrarcı olmuşlardır.
Peki konunun, musluk suyunun içilemediği tek yer
Mefehable imiş gibi, İstanbul'da herkes yeterli kullanım
suyu bulabiliyor ya da içme sularına para ödenmiyormuş
gibi sunulmasına ne demeli? Belki bilmiyorsunuz Reyhanlı
da artık hep satın alıyor içme suyunu.
Sayın Hapae, sizin gibileri tanımladığım yazılarımın
tümünü okumamış olmalı ki, Türkiyeli Çerkes Çemberini
kıramamışlar, Türkiyeli Çerkes Miğferi taşıyanlar ve
benzeri terimlerle Türkiyeli tüm Çerkesleri
tanımladığımı sanmıştı. Halbuki bu ve benzeri terimlerle
tanımladıklarım sizin gibilerdi. Yanlış
değerlendirmelerin tamamının temelinde de sıkı sıkıya
giymiş olduğunuz bu miğferin gözlerinizi kapatmış
olması, paradigmanızı belirlemesidir.
Çünkü bu miğferi taşıyanlar;
Tüm kültürler, kişinin olmadığı yerde, duymayacağı
şeyleri konuşmanın, eleştirmenin arkadan konuşmak
olduğunu kabul eder ve ayıplarken, izlemedikleri
sitelerde, anlamadıkları dilde kişilerin arkasından
konuşmakla eş anlamlı olduğu, dedikodu olduğu bunun da
en azından ayıp olduğu uyarılarımıza karşın dedikodu
yapmayı sürdürür. Yetkililere mektuplar yazmaz,
önerilerde bulunmaz, grup oluşturup yetkililerle
görüşmez bu olanakların kendilerine sağlanmayacağına
inanıyorlarsa anavatanda bunları yayınlayacak sitelerde,
Adigece ya da Rusça olarak yayınlamazlar.
Olayların sadece görünen bölümleri ile yargıya varır,
bilgilenmenin eksik olabileceğini düşünmezler.
Anavatandakinin gözündeki çöpü görür, kendi gözündeki
merteği görmezler.
Sadece, kimin ne yaptığı ne yapması gerektiğini
sorgulama, kendi sorumluluklarını görmezden gelme
primitif yaklaşımlarını sürdürürler. (Bakın sayfalar
dolduran yazılarınızda siz de Türkiye’de anadilin
korunması geliştirilmesi için ne yapılması gerektiğini,
neler yaptığınızı anlatmadınız hiç.)
Kendi doğrularını savunmazlar, başkalarının kendilerine
göre yanlışlarını sıralayarak haklı çıkabilecekleri
sanısına kapılırlar.
Turist olarak bile gitmeyi düşünmedikleri ülkenin kendi
isteklerine göre yapılandırılmasını beklerler.
Ülkenin bu günlere gelmesinde önemsenecek katkısı
olmayan büyük diaspora kesimi, anavatanımızı koruyan
dönülebilecek ülkeyi bizlere armağan eden az sayıdaki
anavatan kesiminin kendilerine göre daha ulus sever
olabileceğini düşünmezler.
Samimi olmadıkları için hep ısırılacak bir yer bulmanın
telaşındadırlar.
Kahramandırlar ama bedeli ödenecek kahramanlıkları
başkalarının yapmasına izin verecek kadar da alçak
gönüllüdürler.
Sayın Hapi,
Nedense
karalamalarınız içinde en zayıf olanını hemen her
yazınızda yinelediniz ve şöyle meydan okudunuz:
“Halihazır uygulama, eski Sovyetler dönemini anımsatıcı
nitelikte. Nitekim 50 yıldan beri “Rusça dışındaki
diller” (30’u aşkın “resmi” dil) resmi işlem ve
yazışmalarda asla kullanılmamaktadırlar. Çin Halk
Cumhuriyeti dahil, bütün bir dünyada, RF’ndaki gibi,
resmi dilleri kullanım dışı bırakan, bir halka, kendi
okulunda kendi şarkılarını söyleme, şarkıları kendi
dilinde çocuklarına öğretme hakkı tanımayan başka bir
yeryüzü devleti daha var mıdır? Bilemiyoruz. RF’nda en
az 50 yıldan beri Adige dilinde bir müzik eğitimi
yoktur, çocuklara Adigece şarkı öğretmek fiilen
yasaktır, Adige çocuğunun sadece Rusça okul
şarkılarını öğrenme “özgürlüğü” vardır ama kendi dilinde
yoktur; halen kreşlerde ve okullarda Adige
çocuklarına tek bir Adigece okul şarkısı bile
öğretilememektedir. Doğru değilse, lütfen
örnekleriyle açıklansın, biz yalancı çıkalım ve özür
dileyelim. Buna razıyız…”
Sayın Hapi,
Sayın
Dıjın Çuréy’ın düzenlemesi ile 2007 yılında Türkiye’de
yayımlanan çocuk ve gençlik şarkılarını, notaları ve
sözleri ile birlikte veren, sözleri de sadece tek bir
şaire Şocen Leonid’e ait olan tam 127 şarkılık kitabın,
hemen özür dilemeniz için yeterli olacağını sanıyorum.
Ancak siz, Kabardey'de basılmasına izin verilmediği için
Türkiye’de basıldı da diyebilirsiniz. Daha
getirebileceğimiz çok örnekler var. Ancak Çocuk
Yıldızlar yarışmalarının haberleri verilirken, Adigece
şarkı söylendiğinin söylenmemesini, Adigece şarkı yoktu
anlamında yorumlamanız çok gülünç değil mi? Habercilikte
“köpek insanı ısırırsa haber değildir ama insan köpeği
ısırır ise haberdir” örneğini hiç mi duymadınız?
Neyse ben de size hodri meydan diyorum:
Üç,
beş, yedi kaç kişilik isterseniz kendi başkanlığınızda
(siz olmazsanız diğerlerini uyutabiliriz) bir komisyon oluşturun.
Sizi davet edelim. Gezdirelim. Çocukların şarkı söyleyip
söyleyemediği, evet bizim de kabul edemeyeceğimiz kadar
kıt olanaklara karşın ana-babaları dil bilmeyen
çocukların da dili öğrenip öğrenemedikleri konularında,
daha başka dilediğiniz konularda incelemeler yapın,
yapsınlar. Sizin dedikleriniz doğru ise masrafları ben
karşılarım. Eğer dedikleriniz gerçek dışı ise masrafları
siz karşılarsınız. Ancak elinizi çabuk tutmalı ve
bizlere, sizler için teftişlik gruplar hazırlama fırsatı
vermemelisiniz.
Sayın Hapi,
Yineliyorum... Eksiğimiz, fazlamız yok, her şey mükemmel
ve mükemmel olduğu için anavatana dönmelisiniz,
çağrısında bulunmadık, bulunmuyoruz. Bu bizim
vatanseverlik anlayışımıza temelden ters. Biz anavatana
ulusal dili ve kültürümüzü yaşatıp geliştirme
olanaklarını yalnız anavatanda bulabileceğimize
inandığımız için anavatana dönelim, kaderini paylaşalım
diyoruz Güzellikleri yaşamak, gelişmelere katkıda
bulunmak için anavatanımıza dönelim diyoruz. Bugün,
dönüşü doğru buldukları halde bu olanağı bulamadıkları
için diasporada kalanlar yanında, dönüşü yanlış
bulanlara da dönebilecekleri ve daha Adige olarak
yaşayabilecekleri örneğini vermek için dönüyoruz.
Özetle anamıza dönüyor, hasretle kucaklaşıyoruz...
Sizler de
“bir kadın güzel değilse beni doğurmuş olsa da anam
değildir, ona koşmam, bağrına kapanmam, hasretle beni
kucaklamasına izin vermem” diyorsunuz…
Siz bilirsiniz…
Ancak
bilmelisiniz ki; tarih bizlere, dönüşe olan katkımız
ölçüsünde değer biçecektir.
Kalın Sağlıcakla….
Not: Komisyonunuzun inceleme gezisi
gerçekleşinceye kadar hiçbir yazınız önemsenmeyecek,
yanıt verilmeyecektir. |