“Hapishanesi olmayan halk”
halkımızı övmek için sıkça dile getirilen bir söylem.
Ancak sadece söylenip geçilir. Bununla ne anlatılmak
istendiği açıklanmaz. Açıklanmaz ve ne anlama geldiği
biz okurların, dinleyenlerin hayal gücüne bırakılır.
Kimilerimiz, ilk elde diğer bütün halkların olduğu halde
Çerkeslerin hapishanesinin olmadığı sanısına kapılırız.
Çerkeslerin, hapsedilmeyi gerektirecek suç
işlemediklerini düşünenler de çıkabilir. Ancak böyle
düşünenler, “kan davası-lhışşej”ın Çerkeslerin temel
sorunlarından biri olmasını açıklamakta zorlanırlar ya
da bu düşüncede olanların, “ğueçencıpxhe xhuın - bir
pantolonluk eder” diyerek çocukları, kızları kaçırıp
insan tacirlerine satmalarını suç saymıyor olmaları
gerekir.
... ya da halkımızın yaşam biçimi olan Nart
Destanları'nda, Nart Xase’nin Bilge Wezırmesi öldürmek
için kurdukları ve Setenay ile oğlu Sosrıque’nin
bozdukları tuzak da “hapishanesi olmayan halk”
olduğumuza göre olağan bir durum sayılmalıdır.
Aslında salt bu konuda değil, bilimsel olunmayan her
konuda böylesi yanlışlar kaçınılmazdır. Halbuki
internette hapishanenin ne olup ne olmadığı konusunda
sayısız yazı bulunabilir. Ben Marmara Üniversitesi Tarih
Bölümü Öğretim Görevlisi Sayın Gültekin Yıldız’ın, Sayın
Tayfun Salcı’nın konuya ilişkin sorularına yanıtlarını
(Röportaj: Tayfun Salcı tayfun@gercekhayat.com) çok
ilginç buldum. Bütününü okumanızı önerdiğim yazıda Sayın
Gültekin bakın nasıl ilginç saptamalarda bulunmuş:
Tayfun Salcı: Türkiye’de hapishane konusundaki,
felsefi boyutu da olan belki ilk tarih çalışmasını
yaptınız. Hapishane nedir?
Gültekin Yıldız: Hapishane tamamen modern bir
kurumdur. 1700'lerin sonuna dek ne dünyanın hiçbir
yerinde hapishane var, ne de Osmanlı’da. Çünkü “mahbes”
ile “hapishane” farklı şeyler. Mahbes, hapis fiilinin
mekanıdır ve herhangi bir yer olabilir. Bir kule, bir
kale, bir kuyu, bir zindan. Yani müstahkem, adamı
zaptedeceğin herhangi bir yer. Ayrıca, hapis cezası
gerek İslam hukukunda, gerek Batı hukukunda 18. yüzyılın
sonuna kadar çok marjinal bir ceza. Genel olarak hapis,
ceza değil; insanın asıl cezayı alana kadar tutulması
işlemi. Bu yer de hapishane olmuyor. Bizde tersanedir,
kaledir, zindandır mesela. İngiltere’de, Almanya’da da
aynı şekilde.
Tayfun Salcı: Peki hapis yoksa, ne tür cezalar
var?
Gültekin Yıldız: Ağırlıklı olarak bedene yönelik
cezalar. Bu sadece bizde, İslam hukukunda var biliniyor,
oysa 18. yüzyıl sonuna kadar İngiltere’de uçurumdan
aşağı atma, kolunu bacağını kesme, kırbaçlama,
boyunduruğa koyma, ata ters bindirme…
Tayfun Salcı: Ata ters bindirme mi?
Gültekin Yıldız: Teşhir amaçlı…
Tayfun Salcı: Katrana bulayıp tüy dökme gibi mi?
Gültekin Yıldız: Evet. Filmlerde de gördüğümüz
şeyler. Çünkü cezanın teşhir edilmesi lazım. İbret için.
Aslında ceza mantığı, o dönemin Weltanschaung’uyla
doğrudan alakalı. Yani dünya tasavvuruyla, siyasi
felsefesiyle, sosyo-ekonomik yapısıyla… Tarih yazılırken
hep bugünün kavramlarıyla geçmişe baktığımızdan,
hapishane sanki tarihin başından beri var gibi geliyor
bize. Roma’daki de hapishane, Osmanlı’daki de hapishane…
Bu tamamen tevatür.
Tayfun Salcı: Peki hapishane ne zaman çıkıyor?
Mucidi var mı?
Gültekin Yıldız: Var. Çok ilginçtir, hapishanenin
ilk çıktığı yer Amerika Birleşik Devletleri .1774’de.
Bir başka kaynağa göre de hapishaneler şu yıllarda
ortaya çıkıyor:
1) İngiltere: 1582
2) Hollanda: 1667
3) İtalya: 1703
Fransa'da ise 18. yüzyılın ikinci yarısında kral
aleyhinde suç işleyenlerin konulduğu meşhur Bastille
hapishaneleri birer işkence yerleriydi. Hürriyet diye
beyanname ilan ediliyor, devlet kuruluyor, kısa bir süre
sonra meşhur Pensilvanya’da hapishaneler açılıyor. İki
model var. Açıldıkları yerlere nispetle biri Auburn
denilen model, öbürü Philedelphia modeli. Bunu kuranlar
kim? Bir, burjuva hayır cemiyetleri. İki, Quakerlar
denilen meşhur Protestan Hıristiyan grup. Tabii daha
önce hümanist filozof Beccaria’nın Suç ve Ceza gibi
yazıları var; bedene karşı cezaların gayri insani
olduğunu ileri sürüp, cezayı insanileştirip rasyonalize
edelim diyor bu. Tamamıyla bir aydınlanma projesi.
Amerika’da Pensilvanya bölgesi de zaten aynı zamanda
Amerikan aydınlanmacılığının merkezidir.
Hümanizm, rasyonalizm, insan hakları, insani bir ceza
oluşturalım deniyor.
Tayfun Salcı: İnsan hakları ve hapishane birlikte
doğuyor, öyle mi?
Gültekin Yıldız: Evet. Aslında hapishanenin
İngilizce’si penitentiary”dir, kökeni “penitence”dır, bu
da tövbe demektir. Hatta Redhouse İngilizce-Türkçe
lügatinde bunu “nedamete mahsus hapishane” diye
çevirmiş. Bunun kökeni ne? Manastır. Aslında
modernitenin birçok kurumu, Hıristiyan Katolik
kurumlarının sekülerleştirilmiş halidir.
Tayfun Salcı: Hapishane Osmanlı’ya nasıl ve ne
zaman geldi?
Gültekin Yıldız: Batı’nın önerisi, dayatmasıyla.
1839’daki Tanzimat Fermanı'nda Osmanlı devleti şu sözü
verdi: Ceza infaz sistemimizi eşitlikçi hale
getireceğiz, herkes kanun önünde eşit olacak,
gayrimüslimler de. Daha sonra 1856’daki Islahat
Fermanı'nda bu, yazılı madde olarak yer aldı. Ben, diyor
devlet, mahbeslerimi (daha hapishane kelimesi yok) ıslah
edeceğim. Bunun arkasındaki adam da, İngiltere’nin
Osmanlı’daki güçlü Büyükelçisi Sir Stanford Canning.
Canning bu işi bizzat takip ediyor. Londra’daki arşivde
belgesi var: 1850’nin Kasım ayında Osmanlı’daki tüm
mahbesleri konsoloslara gezdirmiş, yapılması gereken
düzenlemelerin listesini çıkarmış.
Hapishane tarihine bakınca, ben şöyle bir formül
çıkartıyorum: Ne zaman devlet mali ve siyasi bir krize
girse, üç alanda iş yapıyor. Önce askeri alanda bir
reform, bir eğitim, bir ceza reformu. Eğitim ve ceza
hukuku (hapishane) toplumu muti kılmak için modern
devletin temel araçları. Osmanlı da hem krize girdiğinde
Batıdan borç para almak için, hem de bir şekilde o kriz
döneminde kitleyi denetim altında tutmak için bu iki
alanda reform yapıyor.
19. yüzyılda hapishane, Avrupa dışındaki toplumlar için
bir medeniyet sembolüdür. Medeni olmak için hapishaneniz
olmalı, diyorlar. Medeni olmak niye önemli? Medeni
değilseniz, işgal edilirsiniz!
Dünya, elektronik hapishane oluyor
İngiliz aydınlamacı, pragmacı filozofu Jeremy Bentham,
Panopticon (“tümü gören”) kavramını ortaya attı.
Dairesel, ortada bir gözetleyenin olduğu, etrafında da
gözetlenecek hücrelerin olduğu bir yapı. Temel hedef şu:
Mahpusu hücresindeyken de izleyeyim. Öyle bir
ışıklandırma sistemi yapalım ki, mahpus bizi göremesin,
biz mahpusu görelim. Bugünün cam giydirme binalarının
mantığı bu. Dışardan gözükmeyen ama dışarıyı gören.
Bugün aslında hapishaneyle, dar alanda başlayan
gözetleme işi sokağa taşmış durumda. Dünya bir hapishane
oluyor. Eskiden mutlak mahbes olarak görülen, yani
insanın hudutlarının olduğu bir alan olan dünya, şu anda
insanın insanı hapsettiği bir yere doğru gidiyor.
Teknolojik bir hapishane oluyor dünya, dijital bir
panopticon.
Sayın Gültekin Yılmaz’ın bu görüşlerini okuyanlar, en
azından belirtilen tarihlere kadar sadece Çerkeslerin
değil, hiçbir halkın hapishanesinin olmadığını ve bunun
da pek övünülecek bir durum olmadığını anlayacaklardır.
Yine internette ilgimi çeken bir başka konu:
Bülent Akyürek ve kitabı “Yılgın Türkler”. Kitabın
tanıtım yazısını okuduğumda, keşke kitabın tamamını
okuyabilseydim diye geçti içimden. Ders alınabilecek bir
çok şey bulunabileceğini düşündüm. Hele kimi
yaklaşımlarını içselleştirebildiğimizde bizlere yol
gösterici olabileceğini de… Örneğin “Artık övgüye değil,
bizi kendimize getirecek gerçeklere ihtiyacımız var.”
Sözü bizler için de söylenemez mi?
...ya da, “Zaferlerinden değil, yenilgilerinden ders
çıkarmayan milletler yok olmuşlardır.” Sözü, hamaseti
bir yana bırakıp yenilgimizin gerçek nedenlerini arayıp
bulmamızı ve yok olmak istemiyorsak yenilgilerimizden
ders çıkarmamız gerektiğini düşündürmez mi?...
Aksini gösterir bir çok kanıta aldırmaksızın, sadece
kendi gerçeklerini yüksek sesle, görüşünü
paylaşmayanlara hakaretler ederek savunanların,
"Gerçeğin her zaman iki şahide ihtiyacı vardır.
Birincisi benim. İkincisi siz olun. Yoksa bana deli
diyecekler!" yaklaşımlarını paylaştıkları düşünülemez
mi?
Peki, forumlarda kimi arkadaşlarımızın, üretme çabası
içinde olanlarımıza, özveride bulunanlarımıza, görünür
bir neden olmaksızın, haklı bir gerekçeye dayanmaksızın
saldırıları, bizlere “şerefsizliği” layık görmeleri,
“Yatay olan her şey, dikey olana gıcık olur!” sözü ile
açıklanamaz mı?
Özetle bu kitap okunmaya değmez mi?
Ne dersiniz? |