|
|
|
|
|
''YILDIZIN
PARLADIĞI ANLAR'' |
28.08.2008 |
|
|
Dr. MEŞFEŞŞU
Necdet Hatam |
|
|
Dün gece çok rahat bir uyku
çektim. Rüya da görmedim. Çünkü, Sayın Medvedev'in Duma
ve Senato’nun oy birliği ile almış olduğu Abhazya ve
Güney Osetya’nın bağımsızlıklarının tanınma kararını
onayladığından beri hala rüya görüyor gibiyim. Evet
yıllardır gördüğümüz rüya artık gerçekti...
Değil mi yoksa?
Eğer uykuda isem uyanayım diye sabahın erken
saatlerinde, saat yedi sularında, Maykop’un denizi
saydığımız parktaki açık yüzme havuzuna attım kendimi.
Yüzdüm, yüzdüm, yüzdüm... Arada bir fıskiyelerden
fışkıran Maykop’un buz gibi içme suyuna daldım... Gerçek
evet gerçekmiş tüm yaşadığımız mutluluklar...
Şimdi de bilgisayarımın başındayım. Dün başladığım ancak
sonunu getiremediğim yazımı bitirmeye çalışıyorum... Bu
gün de kolay olmayacak yazmak. Bant hep geriye, geriye
sarıyor gibi... Düşüncenin hızına yetişebilmek,
anımsanan her şeyi yazabilmek ne mümkün... Konuşulanları
yazan bilgisayar programları varmış artık. Kim bilir
belki bir gün düşündüklerimizi, düşündüğümüz hızla yazan
programlar da kullanıma girer...
Sayın Medvedev’in onayını duyduğum an yazının başlığı
oldu dudaklarımdan dökülen ilk sözler. “Yıldızın
Parladığı Anlar”... Stefan Zweig’ın yıllarca önce
okuduğum kitabının adı. Zweig bu kitabında kendine özgü
usta üslubu ile tarihte büyük önemi olan kimi olayları
anlatır. “Bizansın Fethi”, “Büyük Okyanus’un Keşfi”, ''Scott’un
Güney Kutbu İçin Mücadelesi'', ''Lenin ve Mühürlü Tren''
bunlardan bazıları.
Zweig bu büyük olaylar ve olayların kahramanları
bağlamında insan yaşamında olduğu gibi tarihte de
anların önemini, şansın önemini vurgular. İnsanlığın
kimi gerçeklerinin altını çizer. Örneğin Bizans’ın Fethi
başlıklı bölümde, Doğu ve Batı kiliseleri arasında
sağlanan barışın bozulduğunu anlattığı paragraf, sanırım
hiç itiraz görmeyecek şu cümle ile başlar.“Fakat
tarihin aklı başında dönemleri ve barışma anları kısa
sürer, sürekli olmaz”. Fatih’in kuşatmasındaki
İstanbul’a Batı'dan yardım gelmeyişini anlattığı “Rum
ruhanisi gerçek bir kendini verişi nasıl aklına bile
getirmiyorsa, Akdeniz’in öteki ucundaki dostlar da
yardım için verdikleri sözleri hatırlamazlar. Gerçi
birkaç kadırga ve birkaç yüz asker gönderilir, ama ondan
sonra şehir, alınyazısı ile başbaşa bırakılır”
cümleleri Rusya-Kafkasya savaşları sırasında İngiltere
ve Osmanlı tarafından aldatılan Kuzey Kafkasya
halklarını anımsatır, günümüzde Gürcistan’ın okyanus
aşırı dostu tarafından yalnız bırakılabileceğini
düşünmemesine şaşarım. Hemen arkasından da Batı desteği
ile Rusya Federasyonu’na “soykırımı” kabul
ettirebileceği düşünü gören sanal kahramanlarımızın
yazıp çizdikleri gelir gözlerimin önüne... Bunların
kimileri şimdilerde, kimselerin bilmediği bir gizi
açıklar gibi Rusya Federasyonu’nun Abhazya ve Güney
Osetya’yı kendi çıkarları için desteklediğini
yazıyorlar. Dünya güçleri, sanki kara kaş, kara göz için
desteklemişlerdi Rusya Federasyonu’na komşu ülkelerdeki
renkli devrimleri... Hele kimi aklı evvellerin Türk tv
kanallarında hemen her gün, yetmiş milyon nüfuslu,
asırlardır devlet geleneği olan TC’nin tam bağımsız
olmadığının dile getirildiğini görmezden, duymazdan
gelmeleri, Abhazya ve Osetya’nın tam bağımsız
olamayacağını dillerine dolamaları... Neyse ki bu
ülkelerin ileri görüşlü yöneticileri, büyük bir dünya
gücünün desteği olmadan bağımsızlıklarını
koruyabileceklerine gerçekten inanacak kadar saf
değiller... Bu yöneticilerimiz ve halkların anavatan
kesimi sayın Mahir Kaynak gibi, “bir devletin
kurulmasının halkların ve onları temsil edenlerin
niyetleriyle değil, dünyadaki siyasal şartların böyle
bir yapıyı gerektirip gerektirmediğine bakılarak
anlaşılacağının” bilincindeler.
Peki günümüz dünya güçleri şu tespitte bulunan Sayın
Zweig’ı yanıltmadılar mı sizce de: “Dünyayı güçle ele
geçirme peşinde koşanlar bir savaş hazırlığı
yaparlarken, hazırlıklarını tamamıyla bitirinceye kadar
hep aşağıdan alır ve barıştan söz ederler.”
Günümüzde dünyayı ele geçirme peşinde koşanlar sadece
savaş hazırlığı yaparken değil, çoluk-çocuk ayrımı
gözetmeksizin saldırırken, yakar-yıkarken de hep
demokrasiden, insan haklarından, barıştan söz etmiyorlar
mı? Bu gerçek içselleştirilmeden sağlıklı gelecek
kurgusu yapılabilir mi?
Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra İstanbul'a ilk
girişi, Ayasofya’da namaz kılışı ve kiliseyi camiye
çevrilişi, haçın yıkılışı da betimlenen “Bizans’ın
Fethi” başlıklı bölüm ise şöyle sonlanır“ ...Mihraplar
yıkılıyor, mozaikler badana ile örtülüyor ve yeryüzünün
bütün acılarını kucaklamak ister gibi bin yıl kollarını
açmış olan haç, Ayasofya’nın tepesindeki salip, boğuk
bir gürültü çıkararak yere kapaklanıyor.
Gürültü kilisenin içinde ve dışında büyük yankılar
bırakıyor. Zira bu düşüşten ötürü ki, bütün Batı alemi,
kendini topluyor. Haber, Roma’da, Venedik’te,
Floransa’da korkunç yankılar bırakıyor. Uyarıcı bir gök
gürültüsü gibi Fransa ve Almanya’ya geçiyor. Korkudan
tüyleri diken diken olan Avrupa, kendi uyuşuk
kaygusuzluğu yüzünden, şu herkesin unuttuğu kapıdan,
uğursuz Kerkaporta’dan içeriye dalmış, yıkıcı yeni bir
güç yüzünden, yüzyıllar boyunca elinin kolunun bağlı ve
hareketsiz kalacağını anlıyor. ”Fakat insan hayatında
olduğu gibi tarihte de kaybedilmiş bir anın yanıp
yakınma ile bir daha geri geldiği görülmemiştir. Bir tek
saatin kaybettirdiği şeyi bin yıl bile geriye
getiremez.”
Çok şanslı bir kavşakta olduğumuz gerçeği atlanırsa,
gereğini yapamazsak. Bu şanslı dönemin kaybı kaç bin
yılda geri gelebilir acaba?
Şu cümle de Büyük Okyanus’un keşfinin betimlendiği
“Ölmezliğe Sığınış” başlıklı bölümden: “Fakat talih
çok sevdiklerine karşı bile her zaman cömert değildir ve
ilahların, ölümlülere ölmez işler başarma imkanını bir
defadan fazla verdikleri az görülmüştür.” Talih çok
sevdiklerine karşı bile cömert olmadığına göre bizim
gibi az sevdiği halklara cimri davranması şaşırtıcı
olmaz. Dolayısı ile halkımız, Tanrı'nın biz ölümlülere
verdiği ölmez işler başarma, yani anavatana dönüş
imkanını bir kez daha vermeyebileceğini göz önünde
tutmalı değil mi?
Kitabın bir başka yerinde; “Alınyazısı(şans daha uygun
gibi) güçlülere ve zorla sokulur. Tek bir kişiye yıllar
yılı kul köle olur. Caesar, İskender ve Napoleonlara;
zira o kendisine benzeyenleri, kendi gibi ele avuca
sığmaz ve akla sığmaz kişileri sever.
Fakat kimi zaman ancak pek uzun aralarla ve tuhaf
durumlarda, önemsiz birine kendini bıraktığı görülür.
Evet, kimi zaman -bu an tarihin en şaşılacak anlarıdır-
ipi sadece titrek bir saniye için, çok önemsiz birisinin
eline geçer... Fakat böyle kişiler, yiğitlikler yüklü
dünya oyunu ortasında kendilerini buluverince,
sorumluluklar akıntıları içinde mutlu olmaktan daha çok
korku duyarla; elleri arasında buluverdikleri alınyazısı
yükünü titreyerek bırakıverirler. Böylesi bir olanağı
sımsıkı çekerek kendini yüceltenlere pek az rastlanır.
Zira yücelik önemsize sadece bir tek saniye kendini
bırakır, bunu elden kaçıran ise asla bağışlanmaz ve bile
ikinci defa ona yüz vermez” diyen cümleleri okurum. Okur
ve binlerce kez şükrederim. Sürgünle sonuçlanan savaşlar
ve ondan sonraki yıllar boyunca önemsenmeyen
halklarımızın, özne değil hep nesne olarak görülen
halklarımız ve önderlerimizin sorumlulukların akıntıları
içerisinde korku duymadıkları için şükrederim. Çok kısa
bir süre için bize kendisini bırakan şansı kaçırmamış
olduğumuz için şükrederim. En büyük amacın anavatana
dönüş olduğunun artık herkeslerce anlaşılmasını dilerim.
“dünyanın en şaşılacak anlarında” elde
edebildiklerimizin sanal kahramanlıklarla değil ancak ve
ancak anavatanda soluk alan, yürüyen, çalışan, üreten,
anavatanda ölmeyi, anavatan için ölmeyi gerçekten
gerçekten göze alanların sayısının artması ile
koruyabileceğimizin anlaşılacak olmasını umar mutlu
olurum.
14 Ağustos 1992...
Gürcistan’ın Abhazya’ya saldırısının ilk günü. Maykop’a
henüz dönmüştüm. Oteldeydim hala. 1978 anavatan
ziyaretimizde onurumuza yemek verilen Adigey Oteli. 401
nolu yarı lüks oda... Saldırı haberi ile birlikte müthiş
bir trafik. Duyarlı tanıdık tanımadık sivil toplum
kuruluşları temsilcileri... Abrec Almir, Xekuj Adam,
Nihat Bidanuk, Çetaw İnal ve rahmetli Yasin Çelikkıran
ile birlikteydik. Bir yandan olayı tartışıyor, neler
yapılabileceğini konuşuyoruz. Bir yandan da dünyanın her
tarafından gelen telefonlara yetişmeye çalışıyordum.
Heyecanlı, kızgın, tedirgin konuşmalar hep aynı soru ile
bitiyordu.
Şimdi ne olacaktı?
Yanıt tekti.
Vatanımızı koruyacaktık.
Nihat Nalçik ile görüşmüştü. İlk kafile gece yola
çıkacaktı. DÇB başkanımız Kalmık Yura Moskova Radyosu
aracılığı ile Kuzey Kafkasyalı gönüllülere silah başı
çağrısı yapmıştı. Nihat DÇB yönetim kurulu üyesi ben de
başkan yardımcısı idim. İkimiz Nalçik’ten yola çıkan
kafileye katılacak diğer arkadaşlarımız hazırlık yapacak
gönüllüleri organize edeceklerdi.
Sabah saat altı sularında Maykop’a uğrayan kafileye
katıldık. Otobüsümüzün üzerinden mermiler uçuştu
kimileyin. Silahlı sivillerce tutulmuş kontrol
noktalarından geçerek ulaştık Gudawıte’ye... Televizyon
röportajları yapıldı akşamın alaca karanlığında... Ben
Adigece değil özellikle Türkçe konuşmuştum. Nihat
Rusça’ya çevirmişti. Sadece anavatan kesiminden değil
diasporadan da yardım geleceğini vurgulamak istemiştim.
Karşılaştığımız içler acısı manzara ayrı yazıların
konusu...
Bir sanatoryuma yerleştirildik. Komando elbiseleri
giyinmiş, tek silahı, kemerine bağlı, boş olması
muhtemel bir matara olan korumamızın gözetiminde yemeğe
götürülüyor getiriliyorduk. Plajlarda Rusya Federasyonu
vatandaşları denize giriyorlardı gayet rahat... Cep
defterime bir not düşmüşüm o günlerde: “Rusya’nın
dediği olacak Rusya Abhazya’yı Gürcistan’a bırakmayacak”.
Abhazya kadar güzel, stratejik bir toprak parçası ele
geçmişken bir dünya gücü tarafından nasıl bir başka
dünya gücüne bırakılırdı?
Yani bu sonucu görebilmek için kahin olmaya da gerek
yoktu. Gürcistan önderleri, Gamsakurdiya, Şavarnadze
hele Sakaşvili hep bizden yanaydı. Akılsızca her
hareketleri bizim şansımızı yükseltiyor, rüyamızın
gerçekleşmesi olasılığını büyütüyordu. Zaman zaman
olayları konuştuğumuz arkadaşlar anımsayacaktır, sonucun
kötü olmayacağı konusunda hep rahattım. Abhazya zaten
fiili olarak bağımsızlığını kazanmıştı. Birçok diaspora
ülkesi delegeleri ve DÇB yönetim kurulu ile birlikte
katıldığım Dünya Abhaz Abazin Kongresi’nin Abhazya
bağımsızlığına destek amacını önceleyen genel kurulunda
yaptığım kısa konuşmada dönüşün gerekliliğini ısrarla
vurgulamış ve sayın Bagapş’a dönerek bir dilekte
bulunmuştum: “Arzınba, Abhazya’nın bağımsızlığını
kazanan lider ve Abhazya’nın ilk cumhurbaşkanı olarak
tarihe geçti. Dilerim siz tarihe Abhazya’nın
bağımsızlığının tanınmasını sağlayan başkan olarak
geçersiniz.” Asılında inanmadığım bir şeyi
söylememiştim. Ancak doğrusu rüyanın bu denli yakın bir
tarihte gerçekleşebileceğini ummamıştım. Evet dilek,
artık gerçek...
Bugün 28 Ağustos.
Dün Abhazya Cumhuriyeti üst düzey bir yetkilisi ile
telefon görüşmesi yaptım. Bağımsızlığın Rusya
Federasyonu tarafından tanınması elbette ki çok önemli,
elbette ki kutlanması gerekli mutlu bir olay. Ancak
bağımsızlık kutlamaları bağımsızlığın kazanıldığı gün
yani 30 Eylül’de kutlanacak. Ancak elbette ki daha
önceki kutlamalardan daha görkemli, daha coşkulu olacak.
Bundan emin olabilirsiniz. Terlerini erkenden
ayırtmayanlar ileride çok üzülebilirler...
Dün gece atv ekranlarında Kafkasya Uzmanı Hasan
Kanbolat’ı izledim mutlulukla... Ne kadar da uzmanca
konuştu. Hemen telefona sarıldım ama ulaşamadım.
Kutluyor kucaklıyorum... Dönemimizin gerçekten halkımız
için şanslı bir dönem olduğu gerçeğini bir kez daha
iliklerime kadar duyumsuyorum. Eğitim gördüğü,
yetiştiği, çalıştığı, vergi verdiği, gelişmesine katkıda
bulunduğu ülkesinin çıkarları ile halkının çıkarlarının
örtüşebileceğini ne güzel de anlattı. Ne güzel uyardı
yetkilileri...
Ve dernek merkezinde başlayıp Kadıköy’de süren
kutlamalar...
Coşku... Coşku...
Çok mutluyum...
Mutluluk nedeni olabilecek daha çok şey var yukarıda
yazdıklarıma ekleyebileceğim. Ancak Allah’ın bildiği
kuldan saklanır mı? En çok da “ruhunu Ruslara
satmışların” öyle sanıldığı gibi çok az olmayışına,
dahası ben gibilere bu güzel sıfatları yakıştıranların
bile süreç içerisinde bizlere benzeyişine çok mutlu
oldum.
Mutluluğumu da paylaşmak istedim. Çünkü biliyorsunuz bir
atasözümüz, “paylaşıldıkça büyüyen artan tek şey
sevinçtir, mutluluktur” der.
Değil mi? |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|