Şimdilerde sanal ortamımızın
gözde konusu Çerkeslerin-Ermenileri kıyıp kıymadığı...
Taşı kuyuya atan Sayın Oran Radikal’deki yazı dizisinde;
“1850’lerin ortasında Müslüman Çerkesler Şeyh Şamil’in
yenilgisi üzerine Hıristiyan
Rusya’dan sürüldüler. Osmanlı İmparatorluğu’na
sığındılar, perperişan. Onlar için karınlarını
doyurmanın en kolay yolu, bir şeylere sahip olan ve
korunmayan insanları yağmalamaktı. Bunlar da Doğu
Anadolu’nun (aynı zamanda Hıristiyan olan)
Ermenileriydi.” dedi. Jineps gazetesi konu
ile ilgilenip, sayın Oran’a, üzmemeye özen gösteren bir
açıklama gönderdi. Sayın Oran da aynı saygı çerçevesinde
bu kez daha doğru şeyler içeren ve “Sevgili
Yaşar ve Anzor dostlarım,” diye başlayan bir
yazı ile Jinepsi yanıtladı.
Sayın Ahmet Köksal, Marje’de
sayın Oran’ın tarihçiliğini önemsemediğini dile getirdi.
Sayın Handan Demiröz ona katılmadığı yanıtını verdi.
Sayın Soner Koçsav, sayın Oran’ın tarih bilgisine
gerçekten güvenilmeyeceğini kanıtlar yanıtlarını hem
Marje hem de CC'da yayımladı. Sayın Kuban da CC'da olaya
ilgisiz kalmadı...
Ben de önemli olmamasına
karşın bu denli önemsenen bir konuya uzak kalamazdım.
Sayın Oran’ı çok
önemseyenler kusura kalmasın ama yukarıdaki alıntı,
yazarımızın konumuzu hiç ciddiye almadığının, konumuzu
hiç bilmediğinin, eğer biliyorsa gerçekleri çarpıtma
çabası içinde olduğunun bir kanıtı. Sayın Oran’ın
özensizlik örneği bu kısacık paragrafta bu kadar çok
yanlışı bir araya getirebilmiş olmasına şaşmamak elde
değil.
“1850’lerin ortası” deyimini
sürçü klavye kabul edelim.
Peki Şeyh Şamil’in yenildiği
tarih ile sürgün tarihini karıştırmasına ne demeli.
Sürgünü din ayrılığına
bağlaması daha da vahim değil mi? Eğer sürgünde
belirleyici olan Müslümanlık olsaydı eski Osmanlı
illerindeki Çeçen, Dağıstanlı sayısı Adige ve
Abazalardan çok daha fazla olmaz mıydı?
“Osmanlı
İmparatorluğu’na sığındılar” deyimi, sürgünde
Osmanlı’nın etkisini örtme çabası olarak algılanamaz
mı?
“Onlar
için karınlarını doyurmanın en kolay yolu, bir şeylere
sahip olan ve korunmayan insanları yağmalamaktı. Bunlar
da Doğu Anadolu’nun (aynı zamanda Hıristiyan olan)
Ermenileriydi” diyen sayın Oran, Osmanlı’nın
Çerkesleri, belirli bir politika doğrultusunda
topraklarına yerleştirdiğini bilmiyor olabilir mi?
“Çok sevdiği Çerkes
kardeşlerine” ilişkin bu bilgi sığlığı “Değerli
Baskın Hocamız”a yakıştı
mı?
Profesör unvanı kişinin bilgisizliğini, özensizliğini,
önemsemezliğini örtmeye yeter mi?
Yağmalama sorununa
gelince...
Saklamaya ne gerek.
Çerkeslerin yerleştirildikleri her yöredeki halklarla
sorunları olmuştur. Belirli amaçlarla belirli yörelere
yerleştirilmiş, yerleştiren otoritenin desteklediği
Çerkeslerin komşularına sıkıntı verdiği de olmuştur.
Ancak “Değerli Baskın Hocamız”
arkadaşlarımıza verdiği yanıtta
"İhale" konusunda endişeniz bence
yersiz. Çünkü bir halkın kıyılması babında iki farklı
durum vardır: 1) Halkların çeşitli nedenlerle birbirine
kıyması. Bu çok tatsızdır ama çok
vahim değildir. Her zaman her yerde olmuştur; 2)
Devlet'in taraflardan birine yardım etmesi ve daha
kötüsü onları kışkırtması. Bu, çok vahimdir. 1915'te ve
ona giden yolda olan budur. Onun için, Osmanlı'dan ve
Jön Türkler'den başkasına ihale falan olmaz. Türkler, bu
işi Kürtlere ve Çerkeslere yıkamazlar çünkü bu son ikisi
"yaşamak için öldürmek" pozisyonuna çok yakındılar.
Aynen, National Geographic Wild'daki belgeseller gibi.
Jön Türkler ise "imparatorluğu kurtarma"ya
çalışıyorlardı. diyerek bu istenmeyen
olayların suçlusunun Çerkesler olamayacağının altını
çizer gibi yapmaktadır.
Gibi diyorum, çünkü sayın
Oran daha sonra yukarıdaki ile çelişen şu paragrafı
eklemektedir: “Eğer kabul ederseniz,
siz çok sevdiğim Çerkes kardeşlerime acizane tavsiyem
şudur: O günkü Çerkesleri
aklamaya çalışmak yerine (ki, bu çok zor iş; olayı
Kürtler üzerine "ihale" ederek kurtulma anlamına da
çekilebilir), o günkü Çerkeslerin çaresizliğini
vurgulamak ve bu başı dik insanların bu hale düşmesine
ağıt yakmaktır. 1878 Berlin Antlaşması'nın 61.
maddesindeki Çerkes kelimesini ortadan kaldırmaya imkan
olmadığı sürece, tabii.”
Çok değer verdiğim kimi
arkadaşlarımın da sayın Baskın Oran’ı ne kadar
önemsediklerini, onun demokrat kişiliğine ne kadar
güvendiklerini bilmiyorum değilim.
Bense, büyük bir teşekkür borcum olmakla birlikte sayın
Oran’ı hiç demokrat bulmam.
Neden mi?
Yıllar yılı Lozan Barış
Antlaşması’nın Müslüman olmayanlar dışındaki
azınlıklara ya da farklı dili olan halklara, kendi
dillerini kullanma, dilleri ile yayın yapma hakkı
tanımadığı hemen hepimizin bilincine kazınmadı mı?
Kazındı. Bunun hala böyle sananlar yok mu? Var, hem de
çok. Dahası, hala böyle sananlar arasında Baskın Oran
severlerin az olmadığını da biliyorum.
İşte durumun bizlerin
bilincine çakıldığı gibi olmadığını, Lozan Barış
Antlaşması’nı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının her
birine, kendi dilini, her ortamda kullanma hakkı
tanıdığını ben, sayın Oran’ın 1986’da Mülkiyeliler
Birliği Vakfı’nca yayımlanan “Türk Yunan İlişkilerinde
Batı Trakya Sorunu” adlı kitaptan gecikmeli olarak,
doksanlı yıllarda öğrendim. Anlaşmanın azınlık haklarına
ilişkin bütün maddelerini ilk bu kitapta gördüm, okudum.
Gözlerim faltaşı gibi açıldı. Bu kadar uzun yıllar bu
denli derin nasıl uyutulduğumuza şaşıp kaldım. Andığım
anlaşma maddelerini ilk onun yapıtında okuduğum ve derin
uykudan onun sayesinde uyandırdığım için kendilerine
teşekkürü borç biliyorum.
Ancak ilginçtir, sayın
Oran’ın demokratlığına güvenmeyişimin nedeni de bu
kitap. Antlaşmanın çok açık ve olumlu olan maddelerinin,
yanlış şekli ile bilincimizde kalması için sayın Oran’ın
elinden geleni esirgememiş olması ise çok üzücü.
Dilerseniz önce bu bizi
ilgilendiren maddeleri anımsayalım:
“Madde 39
Müslüman olmayan azınlıklara
mensup Türk uyrukları, Müslümanların yararlandıkları
aynı yurttaşlık (medeni) haklarıyla siyasal haklardan
yararlanacaklardır.
Türkiye’de oturan herkes,
din ayrımı gözetmeksizin, kanun önünde eşit olacaktır.
Din, inanç ya da mezhep
ayrılığı, hiçbir Türk uyruğunun yurttaşlık haklarıyla
(medeni haklarla) siyasal haklarından yararlanmasına,
özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme,
yükseltilme, onurlanma ya da çeşitli mesleklerde iş ve
kollarında çalışma bakımından, bir engel
sayılmayacaktır.
Herhangi bir Türk
uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din
basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık
toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı
hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.
Devletin resmi dili
bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan
Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü
olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen
kolaylıklar sağlanacaktır.
Madde 40
Müslüman olmayan azınlıklara
mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de
uygulamada, öteki Türk uyrukları ile aynı işlemlerden ve
aynı güvencelerden (garantilerden) yararlanacaklardır.
Özellikle giderlerini kendileri ödemek üzere, her
türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her
türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları
kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi
dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini
serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip
olacaklardır”
Görüldüğü gibi Müslüman
olmayan azınlıklara fazladan bir hak tanınmıyor.
Müslüman olmayan azınlıkların, her Türk uyruğu ile eşit
haklara sahip olacağı vurgulanıyor. Altını çizersek
Müslüman olmayan azınlıklara tanınan haklar, Müslüman
azınlıklara zaten tanınmış haklar. Her Türk uyruğunun
kendi dilini konuşabileceği, okul açabileceği, yayın
yapabileceği de çok net... Lozan hakları tanımakla
kalmıyor bir de bunları ayrı bir madde ile de güvenceye
bağlıyor:
“Madde 37
Türkiye, 38. maddeden 44.
maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel
yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir kanunun, hiçbir
yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiçbir resmi işlemin bu
hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve
hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik (tüzük) ve hiçbir resmi
işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını
yükümlenir.”
Peki Lozan Antlaşması,
Müslüman azınlıklara ya da her Türk uyruğuna tanımadığı
hangi hakkı tanıyor Müslüman olmayan azınlıklara?
Hakların korunması konusunda bu ayrıcalık. Lozan,
Müslüman olmayan azınlıkların haklarının korunmasını,
Milletler Meclisi’nin (bugün Birleşmiş Milletler Örgütü)
garantörlüğüne bağlıyor: Madde 44'ten “Türkiye, bu
kesimin bundan önceki maddelerindeki hükümlerin,
Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıkları ile ilgili
olduğu ölçüde, uluslararası nitelikte yükümler meydana
getirmelerini ve Milletler Cemiyeti’nin güvencesi
(garantisi) altına konulmasını kabul eder.”
“Değerli Baskın
Hocamız”da Lozan Barış Antlaşması'nda durum bu kadar
açık olmasına karşın kitabın giriş bölümünde, içeriği
doğru olan (çünkü sayın Oran azınlık hakları değil
azınlık koruma yükümlülüklerini yani Milletler Meclisi
garantörlüğünü işaret ediyor) ancak hakların sadece
Müslüman olmayan azınlıklara verildiği gibi
anlaşılacak. “(…) Türkiye bu isteklere sonuna kadar
direndi. Sonunda yalnız Müslüman-olmayan azınlıklara
uygulanması koşuluyla, Doğu Avrupa’nın diğer
ülkelerine (bu arada Yunanistan’a da) uygulanan azınlık
koruma yükümlülüklerini Kabul etti” cümlesini
yazabilmiş ve bölümü şu paragraf ile bitirebilmiştir:
“Böylece,
genç Türk devleti, hem başka ülkelerin vermiş olduğu
haklardan başka azınlık hakları vermemiş, hem müslüman
azınlıkları azınlık kavramının dışında tutmuş (yani
Müslüman azınlıklara bu hakların tanınmadığı yanlışını
bilincimize bir kez daha çakıyor), hem de 'kesim’in
son maddesiyle. Batı Trakya Müslümanlarını (Yunan
Sevri’nin varlığına rağmen) bir kez daha güvenceye
kavuşturmuş oldu.”
Tüm
bunlara karşın dileyenler sayın Oran’ın demokratlığına
yine güvenebilirler elbette. Ancak ben, okuduğumda bu
bölümün altına şu soruyu eklemişim:
“Yazarın
demokratlığına gölge düşmüyor mu?”
Bence
düşüyor siz ne dersiniz? |