Yazılarımı izleyenler anımsayacaktır. Daha önceki
yazılarımdan birinde sayın Hapi’yi eleştirmiş
yazılarının çoban salatası gibi olmasına karşın çoban
salatası kadar leziz olmadığını söylemiş ve anavatanı
ziyaret etmezden iddialarının doğru yanlışlığını yerinde
görmezden önce kendilerini yanıtlamayacağımı da
eklemiştim.
Ancak son yazılarında bana yaptığı bir iki gönderme,
yine bana göre çok yanlış değerlendirmeleri nedeniyle bu
kararımdan vazgeçmiş bu haftaki yazımı sayın Hapi’ye
ayırmayı planlamıştım ki, forumda sayın Dağlı, sayın
Hapi’yi eğitiyor olabileceğimi dile getirmez mi?
Halbuki daha yenilerde yazdığı anavatandaki gelişmeleri
övdüğü ender yazılardan birinde görüleceği gibi sayın
Hapi, anavatandan gelen tiyatrocu konuklara sağlığını
sorduğu dostları arasına bile almamıştı beni. Önce
üzülmüştüm ama şimdi “kendilerini eğittiğimin (!)
anlaşılmasından korkmuştur” diyor ve hak veriyorum sayın
Hapi’ye.
Aslında hiç anlamadığım bir eleştiri biçemi bu. Benzer
suçlamalar daha önceleri başka isimler çevresinde dönmüş
ve yanıtlamıştım. Benimsemedikleri görüşleri dile
getirenlerin, mutlaka biri tarafından okutulmuş,
eğitilmiş olması, daha çok kızdıkları kişinin müridi
olması buna karşın kendileri ile aynı görüşte olanların
görüşlerinin kendilerinden kaynaklı olması, kimselerden
etkilenmemiş olmaları çok ilginç değil mi sizce de. Bu
anlayış ile, örneğin değerlendirmeleri birbirine
benzeyen sayın Dağlı ile sayın Schamis’ten neden biri
diğerinin mutlaka müridi ya da öğrencisi olmasın? Sayın
Dağlı veya bir başkası ile aynı görüşü dile getirenler
birbirinin tamamlayıcısı, aynı amacı paylaşan bireyler,
çalışma arkadaşı... Hatam’ın görüşünü paylaşanlar,
dahası paylaştığı sanılanlar bile “Hatam’ın şakşakçısı”
en hafif deyimi ile “öğrencisi”...
Halbuki konuşup yazdığı bir konuda daha önce görüşlerini
dile getirmiş olanların birinden birine ters düşmemek ya
da çok yakın şeyleri, çoğunlukla da aynı şeyleri
söylememek mümkün mü? Her birimiz düşünce, eylem
platformunda, gördüklerimizin, duyduklarımızın,
okuduklarımızın özetle yaşadıklarımızın eseri, ürünü
değil miyiz? Dahası, gördüğümüzü, okuduğumuzu
anlayabilmenin, geçmişi doğru değerlendirebilmenin,
karşılaştırmalar yapabilmenin, görüşler arasında doğruyu
seçebilmenin, doğru zamanda doğru şeyler söyleyip
yapabilmenin ön koşulu akıl sahibi olmak değil mi? Aklın
yolda bulunmadığı Allah'ın bir bağışı olduğu bilinmiyor
mu? Kendilerinin ya da kendileri ile aynı görüşte
olanların dışında hiç kimsenin görüşlerinin bilgi ve
birikim sonucu olmadığını söyleyebilmek ilkellik değil
mi? Peki farklı görüş dile getirenleri düşman sayan,
ilan eden ilkel yaklaşımla tüm bir halkın kaderini
ilgilendiren sorunlar sağlıklı bir şekilde
tartışılabilir mi? Bu yöntemle sağlıklı sonuca varmak
mümkün olabilir mi? Ayrıca birinden, birilerinden,
okuduklarından etkilenmemiş, kimse var mı aramızda?
Olabilir mi?
Ben sanılanın, gösterilmek istenenin aksine
olamayacağını düşündüğüm için, 2000 yılında yazdığım,
özü ile 2003 Genel Kurulu'nda kabul edilen DÇB ilkeleri
taslağına şöyle başlamıştım:
“Лъэпкъхэр дунейм къыщытехьа япэрей махуэхэм шыш1эдзауэ
и лъэпкъым хуэпэж, абы иригушхуэ, лъэпкъыр
иригъэф1эк1уэным, игъэдэхэным хуэлажьэ лъэпкъыпсэ
хэкупсэхэр щы1эу къогъуэгурык1уэ. Абы дэщ1ыгъууи, я
лъэпкъ хура1э лъагъуныгъэм къыпкъырык1ыу, къызыхэк1а
лъэпкъым зи псэр хуэзыгъэт1ылъахэр зэрымымаш1эри
зымыц1ыху щы1экъым. Аращи, «лъэпкъ 1уэхугъуэхэм я
зэф1эхын къезыгъэжьар сэращ, дэращ» жьып1э хъунукъым
зэик1. Ауэ мэхъур лъэхъэнэ зэблэк1ыгъуэ, лъэпкъ насып
къэгъэзэгъуэ. Мис апхуэдэ лъэхъэнэхэм псэуа лъэпкъ
унафэш1хэр, лъэпкъым игъэсахэр, лъэпкъ гулъытэ зи1эхэр,
лъэпкъым шыш дэтхэнэ зы ц1ыхури насыпыф1эу къэббж хъунущ.
Насып къэгъэзэгъуэхэм лъэпкъым хуэблэжьым къыпэк1уэри
нэхъ нэрылъагъущ. Арами, я 1энат1эм, я къарум, я
щ1эныгъэм елъытауэ, гулъыту я1эм елъытауэ лъэпкъым
хуалэжьын хуейр хуэзымылэжьхэри шы1эхэш, ик1и ахэр
гъэмысапхъэхэщ. Тхыдэми игъэкъуаншэжынущ апхуэдэхэр. Дэ
зэй шэч къытетхьэркъым: ди лъэпкъыр щыракъухьа япэрей
махуэм щышщ1эдзауэ лъэпкъыпсэ хэкупсэхэр зыш1эхъуэпса,
зыхуэлэжьа, зылъыхъуа закъуэр, зыщ - иракъухьа и
лъэпкъыр зэхуишэсыжыныр, абы и ш1ыналъэ
егъэгъуэтыжьынуращ.
Halkların var olduğu ilk günlerden itibaren halkı ile
gurur duyan, halkını seven, halkının gelişmesi, daha
iyiye gitmesi için çalışıp çabalayan halkseverle,
vatanseverler hep olagelmiştir. Yine bunun sonucu olarak
halklarına olan sevgi temelli, halkları için canını
verenlerin sayısının az olmadığını da bilmeyenimiz
yoktur.
Dolayısıyla “Ulusal sorunların çözümünü başlatan benim,
biziz” dememek gerekir hiçbir zaman. Ancak dönüşüm,
değişim, halkların şanslı olduğu dönemler de oluyor.
İşte böylesi dönemlerdeki yöneticileri, halkının
aydınlarını, ulusal bilinci olanları, halkın her
bireyini şanslı saymak gerekir. Şanslı kavşaklarda halk
için yapılabilenlerin getirisi de daha büyük ve
görünürdür. Buna karşın makamlarına, güçlerine,
bilgilerine, algı düzeylerine koşut olarak halkları için
yapılması gerekenleri yapmayanlar da var ve böylelerinin
yanlışını söylemek, böylelerini eleştirmek
gerekmektedir. Tarih de yargılayacaktır böylelerini. Biz
hiç kuşku duymuyoruz ki halkımızın dağıtıldığı ilk
günlerden beri halksever vatan severler bir tek şeyi
özlemiş, bir tek şeyi amaçlamış, uğrunda çaba
göstermişlerdir: Dağıtılan halkını toplamak, onu kendi
yurduna kavuşturmaktır.”
Evet bu yazımda ben sayın Hapi’ye konuklara beni
sormadığı için biraz takılacak, sonra da kimi
yaklaşımlarını eleştirecektim. Örneğin bir çok yazısında
Adigelerin kimler olduğu konusunda sağlıklı bilgiler
vermişken “olası gelişmeler ve yeni değerlendirmeler”
başlıklı yazısındaki Kabardey ve Wubıhları Adige
saymadığı anlamına alınabilecek şu cümleleri Hapi’ye
yakıştırmadığımı söyleyecektim. “Özellikle Adigelerden
kaynaklanmayan ama bazı Kabardey ve Wubıh kişilerce
desteklendiği de anlaşılan durumlar vardır.”
Abhazya’ya ilişkin Kumaho Muhiddin’in söylediklerine
dayandırarak şu eleştirimi ve keskin öngörüsünde
yanıldığını anımsatacaktım:
:
”- 1994’te karşılaştığınızda, Abhazya’nın geleceği
konusunda, bir sempozyumda, bir gazete ya da dergide
yayımlanmamış, politik bir eylemde dile getirilmemiş
sadece size söylenmiş sözlerini önemsediğiniz sayın
Prof. Dr. Kumaho Muhiddin bir dil bilimcidir, politikacı
değil. Yakından tanıyanların hiçbirinin sayın profesörün
politik yönüne vurgu yapacaklarını da sanmıyorum. Durum
bu iken siz sayın Kumaho’yu tanıtırken onun dil bilimci
olduğunun altını çizmiyor, sadece bilim adamı olduğunu
belirterek okuyucunun sizin söylediklerinizi önemsemesi
için yanıltmayı uygun görüyor, şu cümleleri
yazıyorsunuz: “1994'te Moskova'da görevli ve Merkezi RF
kaynaklarına yakın bir kişi olan Prof. Dr. Muhdin
Kumaho'ya, İstanbul'da, "Abhazya'nın geleceği konusunda
ne düşüyorsunuz, Ruslar bu konuda ne düşünüyorlar" diye
sormuş, ondan "Abhazya bir yerlere bağlı olacak ama
Rusya'ya da uzak olmayacak" biçiminde bir yanıt almış,
bunu "Yeni Kafkasya" gazetesinde de yazmıştım. Kumaho,
güvenilir ve ciddi haber alan, boşuna konuşmayan bir
bilim adamı.”
Daha sonra; bununla da kalmıyor sayın Kumaxhue’nin asıl
uzmanı olduğu konudaki, dil bilim alanındaki görüşlerine
adını vermeden karşı çıkıyorsunuz. Örneğin sizin
kesinlikle olamayacağınızı dile getirdiğiniz ortak Adige
alfabesi konusunda, anavatandaki tüm Adige
dilbilimcilerimizin üzerinde birleştiği taslak
Kumaxhue’nindir. (Kabardino-Çerkeskiy Yazik. İki cilt
2006) Kabardey diyalektinin ortak dil, anlaşma dili
olabileceği görüşünde olan Kumaxhue’dir. Sadece sizin
değil tüm dilbilimcilerin de saygı duyduğu ve Adigey’de
adına uluslar arası dil bilim konferansları düzenlenen
rahmetli Prof Ç’eraşe Zeyanb’ın de sonuçlandırmadığı ama
yayınlanmış ortak alfabe çalışması vardır. (Seçilmiş
çalışma ve makaleler Keraşe Zeyneb 1995)
Aslında, sizin de önemsediğinizi dile getirdiğiniz sayın
Kumahue ve sayın Ç’eraşe’ye karşın ortak alfabe
çabasının yersiz olduğunu da savunabilirsiniz. Neden
olmasın? Ancak o zaman “adlarını zikrettiğim şu, şu
dilbilimcilere saygı duymakla birlikte, alfabeye ilişkin
görüşlerine katılmıyorum” dersiniz. Gerekçelerini
söylersiniz. Çeşitli diyalektleri olan dillerin
hiçbirinin ortak dile gitmediğinin örneklerini
verirsiniz. Adige dilbilimcilerin ortak dile gitme
çabalarını, ne kadar aptalca bulduğunuzu söylersiniz.
Ayrı devletler oldukları halde Arapların tek bir yazın
dilinde anlaşmış olmalarının süper aptallık olduğunu
eklersiniz. Türkiye Cumhuriyeti’ne okullarda Türkçe’nin
(elbette ki anadillerin değil) Türkçe’nin tüm
diyalektlerinin okutulmasının önemini anlatırsınız. Her
yazınızı Türkçe'nin başka bir diyalekti ya da kendi
yörenizin diyalekti ile yazarsınız. Antakya’da okullarda
okutulan okuma kitaplarında, yöre ağzının, örneğin,
“Kafir pissik, mükebbenin altından bir tepsi oruğu
kaptığı gibi takkaden kaçtı. Koş bre Mıhemet koşi kap
dahneği, zokmak, zokmak kovala kafiri…” gibi edebi bir
cümlenin yer bulamamış olmasını eleştirirsiniz. Her
yörenin kendi Türkçe ağzına dönmesi gerektiğini
savunursunuz…” uyarılarıma ve dili, okuma yazmayı çok
iyi bilen biri olmasına karşın sunduğumuz taslağı
yeterince incelemeden, ortak alfabe konusunda şunları
nasıl yazabildiğini soracaktım:
“Ortak alfabeye gelince, işte bu olabilir, ancak Dr.
Hatam'ın Adigece'de "o" sesi yoktur dediğini ve onun
yerine "ue" (уэ) bileşik sesini önerdiğini görüyoruz. Bu
bir zorlaştırma olmaz mı? Amaç zorlaştırmak değil,
basitleştirmek/kolaylaştırmak olmalıdır. Sorunu en iyi
biçimde biliminsanları ve yazarlar çözerler.
Bu arada onca yazılmış şeyin, ortak alfabe adına arşive
kaldırılması durumu da doğabilir; dolayısıyla bir
fakirleşmeye de yol açılmamalıdır.
Sonuç olarak soyut değil, somut, gerçekleştirilebilir ve
yararlı olacak şeyler üzerinde yoğunlaşılmalıdır,
diyorum.”
Ve sayın Hapi’ye, Adigey Adigece'sindeki О nun УЭ
yazılması önerisinin Dr. Hatam‘ın değil rahmetli
Kumaho’nın -çok ilginçtir- tüm Adige dilbilimcilerimizin
üzerinde anlaştığı önerisi olduğunu, diyalektlerin
yakınlaştırılması konusunda yazdıklarının da daha önce
defalarca dile getirdiğim DÇB’nin dil politikası
olduğunu bir kez daha anımsatacaktım.
Daha önemlisi, son yazısında Adigelerin salt
anlaşamadıkları için sürüldükleri gibi algılanabilecek
Wubıh ve Shapsughların suçlu ilan ettiği hayret ve
üzüntüden dudaklarımı uçuklatan şu satırları nasıl
yazabildiğini soracaktım:
“Burada, ana sorumluluk, kötü bir diplomasinin
yürütücüleri olan Wubıh önderlere ve onlara takılan
Shapsughlara ait olmalıdır. Wubıh önderler Adigelerin en
gerici ama en zengin, en çıkarcı ve en etkili kişileri
idiler. Zenginlikleri de köle sahipliğine ve köle
ticaretine dayanıyordu. Her yaz, karlar eridiğinde
sıradağlardaki geçitleri geçerek gelen Abzegh köle
tüccarlarından ve diğer komşularından (Ciget, Abhaz,
Megrel, vb) satın aldıkları köleleri, özellikle güzel
köle kızlarını Türk esir tüccarlarına büyük paralar
karşılığı satıyorlardı. Bu uyanık kişiler aynı yıl, yani
1861'de Rusya'da köleliğin kaldırıldığını/yasaklandığını
kuşkusuz biliyorlardı. Sınıf ya da zümre çıkarı onlara
Rusya'da kalmayı değil, kölelerini satacakları ve
sultalarını sürdürecekleri Türkiye yolunu gösteriyordu.
Wubıhlar kendileri gibi köleci olmayan Shapsughların ve
Abzeghlerin etkili çevreleriyle ilişki kuruyor ve
bunları savaşa yönlendiriyorlardı. Bunu da Shapsughların
özgürlük düşkünü ve uzun yıllardan beri Ruslarla
savaşmakta olmalarından yararlanarak sağlıyorlardı.
Shapsugh ve Abzeghler 1862 ve 1863 yılları boyunca,
ateşkese varılana değin, yani iki yıl süren vahşi savaş
süresince kırıldılar, ardından göç yollarında ve
gittikleri yerlerde kırılmaya devam etiler, ama
Wubıhların ki öyle olmadı, bunlar hep artçı ve kaçamak
olarak savaştılar
Wubıh önderler, Rus gücü ile direkt karşılaşınca da,
beklenmedik bir biçimde boyun eğip uzlaşmaya vardılar ve
neredeyse firesiz bir biçimde Türkiye’de daha elverişli
yerleri bulup oralara yerleşmeyi başardılar. Yıllarca
Saray’a kız vermeye devam ettiler. Bu benim saptamalarım
Wubıh köle sahiplerine ilişkindir; Wubıh emekçi
köylüleri kapsamın dışındadır.
Wubıhların Türkiye'deki 19'uncu yüzyıldaki ya da 20’nci
yüzyıl başlarındaki köy evleri, birer servet değerinde
ve birer lüks konak niteliğindedirler. Shapsugh ve
Abzegh evleri ile Wubıh köle ve yoksul köylü evleri ise,
basit, ucuz, iki odalı, gösterişsiz, yani gecekondumsu
evlerdi. Peki, Wubıh zenginler onca parayı nereden
buldular da o lüks konutlara sahip oldular? Neleri
sattılar ve neyin karşılığında buldular o ultra yaşamı?
Örneğin, Çerkes Ethem’in Mayıs 1920’de astırdığı Wubıh
Seferbey Berzeg, Düzce merkezde ve anayol üzerindeki üç
katlı o koca konağını hangi parayla inşa ettirmiş
olabilir?”
Sayın Hapi, nerden bakarsanız bakın soykırım ve sürgünün
nedeni Çarlık Rusya’sının insansız bir Kuzey-Batı
Kafkasya Osmanlı’nın da bu coğrafyadaki insanı
istemesidir. Emperyal devletin biri itmiş diğeri çekmiş
bizleri vatanımızdan etmişlerdir. Bence eğer günah ise
atalarımızın en büyük günahı yaşadıkları çağı, dünya
konjonktürünü anlamamış kavramamış olmalarıdır. Ancak,
kaybettirilen anavatanın kendilerine gümüş, altın
tepside sunulduğu bu çağı, anavatanına dönebilme,
halkına karışma, bilgi ve görgüsü ile halkının,
anavatanın gelişimine katkıda bulunma şansını veren
içinde yaşadığımız dönemi, anlamayan kavramayan
sizlerin, atalarımızı bu şekilde suçlayabilmenize şaşıp
kalıyor, böyle bir hakkınız olmadığını düşünüyorum.
Adige halklarına ilişkin değerlendirmelerinizi ise
“gerçeklerin bilinmesi“ olarak değil gelecek kurgumuzu
dinamitlemek olarak değerlendiriyorum. Herkeslerin harcı
olmayan çabalarınızı, verdiğiniz ürünleri bir anda silip
süpürecek olan böylesi büyük hataları yinelememenizi
diliyorum...
“Dinazorlar çekilin...”
“Dinozorlar artık çekilin önümüzden” benzeri uyarılarla
ilk kez karşılaşmıyorum. Ancak bu uyarılarda
bulunanların, sayın Mina Urgan’ın “Bir Dinozorun
anıları” adlı kitabından, kitap için söylenenlerden
eminim haberleri yoktur. Bakın kitap özetleri veren bir
site nasıl tanıtmış kitabı:
“Bu kitabı okuduğunuzda, bir insanın hayatına neler
sığdırabileceğini, hayretle görüyor, gıpta etmekten
kendinizi alamıyorsunuz. Bu kitapta Mina URGAN’ın
hayatını daha doğrusu anılarını okumuyor, tarihten bir
kesit okuyorsunuz sanki. Aydınlık, apaydınlık
kişiliğiyle bir mum misali öğrencilerine, ahbaplarına,
tanıdıklarına ve tanımadıklarına hep bir ışık kaynağı
bir kılavuz olmuş ve bu işi yapmaktan hiç bir zaman
bıkmayacağını, usanmayacağını bir bakıma bu kitapla
haykırıyor. Bu kitap, sanki Mina Urgan’ın yalın,
mütevazı ve bir o kadar zengin, duyarlı kişiliğinin
anıtsal bir abidesidir.
Mine Urgan dinozorluğunu ise şöyle tanımlıyor kitabında
: “Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç
inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi
dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik
üstüne kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi
yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik
egemense ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda
kalayım? Tam tersine baş kaldırırım, direnirim böyle bir
çağa karşı. Bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız
gelir bana. Çünkü ben dinozoru tarih öncesi çağların
nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil; geçmişin
doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınamaz değerlerini yeni
sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir
yaratık olarak tanımlıyor, dinozorluğumla övünüyorum.”
Yukarıdaki satırlar Mine URGAN’ı öyle güzel tanımlıyor
ki bundan sonra söylenecekler bu satırların yanında
sönük kalmaya mahkum herhalde.
Mine URGAN’ın kendini ve düşüncelerini ebediyete taşımak
istercesine kaleme aldığı bu kitabı okuduktan sonra bize
şunu söylemek düşüyor herhalde “Ne mutlu dinozorum
diyene ve diyeceklere (...)”
Arkadaşlar bizlere “dinozor”u, sayın Mine Urgan’ın
algıladığı gibi yakıştırıyorlarsa eğer ne mutlu bizlere
ve onlara... Ancak, üzücüdür ki arkadaşlarımız
“dinazoru” yukarıdaki anlamıyla kullanmıyorlar ve “artık
meydanı boşaltmamız gerektiği” gibi “dinazorlar”
hakkında ne kadar cahil olduklarının kanıtı bir öneride
bulunuyorlar. Yüz altmış milyon yıl kara hayatına egemen
olmuş dinozorlar, “bizlerden daha güzel, bizlerden daha
akıllı, bizlerden daha dürüst, bizlerden daha yiğit
bizlerden daha yaratıklar geldiği için biz yeryüzünü
boşaltalım” demediler ki... Nerede dinozorlarda öylesi
akıl? Peki dinozorlar nasıl mı yok oldu? Nasıl olacak 10
km çapındaki bir gök taşının dünyaya çarpması sonucunda.
Demek ki dinozorlar yok olsun isteyenlerin, kendilerini
etkilemeyecek ama dinozorları donduracak bir göktaşını
dünyaya yöneltmeleri gerekecektir. Ancak bunu
yapabilseler bile dinozorları hepten yok edemeyecek,
sonraki yüzyıllarda dinozor fosili bulanların
sevinmelerine engel olamayacaklardır.
Özetle “Bir Dinozorun Anıları” adlı kitabın
okuyucularına katılıyor ve diyorum ki;''Ne mutlu
dinozorum diyene ve diyeceklere...''
Çerkes Halk Kongresi...
Bu ve benzeri sorunların diaspora sanal ortamında
tartışılmasının yanlış buluyorum...
Çünkü;
- Diaspora insanı anavatan hakkında uzaktan sağlıklı
bilgi edinemeyecek ve sağlıklı değerlendirme
yapamayacaktır.
- Diaspora insanının kendisinden çok daha büyük oranda
anavatan insanını ilgilendiren konularda, anavatanı,
anavatanın izleyemeyeceği sanal ortamda, anlamayacağı
dilde eleştirmek dedikodudan öteye geçmeyecektir.
- Vize verilmediğinde gelemeyeceği, ziyaretine bile
gelmediği ya da gelemediği anavatan ve insanı için
yaşamsal önemi olan konularda fikir yürütmek, “hariçten
gazel okumaktır”, “gıyabi milliyetçiliktir.” “deplasman
sever futbolculuktur.”
- Yok olmanın sınırına geldiği diaspora ülkesinde en
küçük hak iddiasında bulunmayanların, verilen hakları
yeterli olarak değerlendirmeyenlerin, kendi
yapmadıklarını kendisi adına anavatan insanından
yapmasını istemeleri ahlaki değildir. Kendi gözündeki
merteği görmeyip anavatan insanının gözüne batan çöpü
görmektir. “Türkiyeli Çerkes Çemberi” tutsağı olmaktır.
- Ayrı ülkelerde yaşayan Çerkesler çağrıldıklarında ve
çağrıldıkları konuda yardıma gitmelidir. Durumdan vazife
çıkarmamalıdır.
Biliyorum bunlar da kimilerinizi kesmeyecek,
bulunduğunuz coğrafyada bir halksever Çerkes'in yapması
gerekenleri yapmayı göze alamadığınız için ya da sanal
ortamda laf yetiştirmek dönüş yapıp anavatanın
gelişimine katkıda bulunmaktan çok daha kolay geldiği
için yine sanal ortamda edindiğiniz yeni kimliklerle
atışmayı sürdüreceksiniz. Ancak inanın bu atışmalarınız
anavatan insanı üzerinde, aşıkların atışması kadar bile
etkili olamayacaktır. Yine biliyorum ki kimileriniz,
benim söylediklerimden çok “bekleyin göreceksiniz”
diyenlerin sözlerini daha hoş bulacak ve söylenenler
gerçekleşmiş gibi mutlu olacaksınız
Eh ne yapalım, bu durumda bizlere de “bekleyelim,
görelim” demek düşüyor her halde... |