Sayın
Hapi, içeriği yanıt olmasa da başlığa “yanıt” sözcüğünü
koyunca, yazının içeriğinin de yanıt olacağını sanıyor
olmalısınız. Bilmiyorum her ikimizi de okuma sabrını
gösterenler arasında sizin yazdıklarınızı benim
eleştirilerimin yanıtı gibi değerlendirenler, doyurucu
bulanlar oldu mu? Kestirmeden söyleyeyim bana hiç öyle
gelmedi.
Örneğin;
Önceki yazılarınızdan birinde, dilbilimci Prof. Kumaho
Muhiddin’e dayanarak Abhazya’ya ilişkin öngörünüzü daha
önce de eleştirmiş olduğumu anımsatıp yanılmış
olduğunuzu vurguladım. Bununla sakın Abhazya’nın
bağımsızlığının RF tarafından bu kadar kısa sürede
tanınacağını gördüğüm iddiasında bulunduğumu da
sanmayın. Benim eleştirim, hiç politikanın içinde
olmayan birinin bir sohbet sırasındaki sözlerini,
sorumlu konumdaki uzman bir politikacının sözleri gibi
değerlendirmiş olmanızdı. Sayın Hapi yanıt başlığını
koyduğunuz yazınızda buna hiç değinmediniz.
“Özellikle Adigelerden kaynaklanmayan ama bazı Kabardey
ve Wubıh kişilerce desteklendiği de anlaşılan durumlar
vardır.” cümlesinin, Kabardey ve Wubıhları Adige
saymadığı anlamına alınabileceğini bunun da bir çok
yazıda Adigelerin kimler olduğu konusunda sağlıklı
bilgiler vermiş olan size yakıştıramadığım eleştirime
yanıtınız da çok yandan olmadı mı Sayın Hapi?
”Bu sözlerimin Hatam’ın iddia ettiği gibi bir anlam
içerdiğini sanmıyorum. Wubıhların Adige olmadığını iddia
eden, dahası “Wubıhça, Adigece’ye değil, Abhazca’ya daha
yakın bir dildir” diyen ve Wubıhları Abaza olarak ilan
etmeye kalkışan da ben değilim ama Hatam bunları
görmüyor”
Sayın Hapi yanıt olarak “gerçekten yanlış
anlaşılabilecek bir cümle ancak ben bu anlamda
kullanmadım” deseniz yeterli olabilecekken benzer
iddialarda bulunanları görmediğim eleştirisini
getiriyorsunuz. Sevgili Hapi önce Hatam herkesleri
görmek yanıt yetiştirmek zorunda mı? Yada Hatam sözünü
ettiğiniz kişileri yanıtlamaya değer bulmamış olamaz mı?
Sizi onlardan daha çok önemsemiş olamaz mı?
Çalışkanlığınızı çabalarınızı önemsiyor olamaz mı? Yada
benim bu görüşleri ileri sürenleri bilerek isteyerek de
olsa eleştirmemem bu cümlenizin sizi haklı çıkartır mı?
Tarihi gerçekler konusuna daha kolay anlaşılmama
yardımcı olur umuduyla bir fıkra ile başlayayım: Mahkeme
başkanlarına “Kadı” dendiği günlerde adamın biri
mahkemeye başvurur. Karısını boşamak istemektedir. Gerçi
“üçten dokuza talak” demesi de boşanmaya yeterli
olacaktır ama fıkra işte. Unutmadan kadının (hakim) bir
gözü de körmüş.
Kadı karısını neden boşamak istediğini sormuş adama.
Doğru yanlış bir çok gerekçeyi saklamak için kullanılan
“şiddetli geçimsizlik” diye yanıtlamamış adam. Karısının
kumara düşkün olduğu, eve iyi bakmadığı, çocuklara
yeterli zaman ayırmadığı, çok müsrif olduğu
gerekçelerinden birini de saymamış adam. Gerekçe
karısının, her zaman her yerde doğruyu söylemesiymiş.
Kadı bu gerekçeye çok kızmış. Kızgınlıkla epeyce de
yüksek sesle adama nasihat etmeye başlamış. Günümüzde
aranıp ta bulunamayanlar hep doğru söyleyenler değil
miymiş. Böyle bir eşi olduğu için sevinmesi gerekli
değil miymiş... Kadı uzun çok uzun boylu nasihat etmiş
adama -ama biz o kadar uzatmayalım- ve kadına sormuş:
- Kocanın dedikleri doğru mu kadın... Kadın boşanmak
istemiyormuş ama ne yapsın ki hep doğruyu söyleyen bir
huyu varmış.
- Evet tek gözü kör kadı efendi, kocam doğru söylüyor
demiş.
Tahmin edebileceğiniz gibi kadının (hakimin) kızgınlığı
katmerlenmiş ve kadını hemen o celsede boşatıvermiş...
Bu işin latifesi sayın Hapi. Gerçeğine gelince... Evet
önce her doğrunun her zaman her yerde söylenmesinin
doğru olmadığı genel kabul gören bir yaklaşım. Sağlıklı
aile, sağlıklı toplum için neredeyse olmazsa olmaz bir
kural.
Asıl olana daha önce de değinmiş, sayın Ali Sirmen’in
bir bilim insanından alıntıladığı bir cümleyi
aktarmıştım:
“Halklar düşledikleri geleceklerine göre tarihlerini
yazarlar”
Rastlantıya bakın ki, sayın Mahir Kaynak’ın 23 Aralık
2008 tarihli Star’da yayımladığı yazı da bu yaklaşımı
destekler nitelikte:
“Gelecek geçmişi belirler mi?
Genel kanı geçmişin geleceği etkilediği hatta
belirlediği biçimindedir. Ama genel kanı bu olunca
geleceğe yön vermek isteyenler projelerine uygun bir
geçmiş yaratırlar yani geçmişi gelecek için
öngördüklerini destekleyecek biçimde yazar ve
yansıtırlar.
Dünyadaki gelişmeleri açıklamakta iki ayrı bakış açısı
vardır: Birincisi herkesin kendi iradesiyle davrandığı
ve bunların bileşkesinin ulaştığımız yeri belirlediği
biçimindedir. Yani her ülke kendi çıkarları yönünde
politikalar üretir ve uygular. Demokrasilerde bu halkın
tercihleri yönündedir.
İkinci görüşe göre bir ya da birkaç güç odağı gelecek
konusunda projeler üretir ve bunları gerçekleştirecek
politikaları hayata geçirirler. Sanıldığının aksine
bunlar sadece kendi ülkelerinin çıkarları yönünde
hareket etmezler ve tüm dünya onların hesaplarında
ayrıcalıksız bir bütündür. Mesela Çin’in Komünist
Partisi tarafından yönetilmesi, insan hakları
ihlallerinde ön safta olması küresel sermayenin bu
ülkede yatırım yapmasını ve hızla kalkınmasının
sağlanmasını engellemez. Dostluğun düşmanlığa,
düşmanlığın dostluğa dönüşmesi an meselesidir. Çünkü
onların hesapları ülke düzeyinde değil dünya
ölçeğindedir.
Herhangi bir ülkede dünya görüşünün hızla değiştiğini ve
kutsal sayılan değerlerin bile yıpratıldığını görürseniz
bunu ülkenin iç dinamiklerinin bir sonucu olarak
algılamak yanlış olabilir. Muhtemelen bu ülkenin dünya
üzerinde rolü değişmiştir ve buna uygun yeni bir
ideoloji yaratılmaktadır. Bu, eski dünya görüşüne temel
teşkil eden geçmiş algılamasının da değiştirilmesini
gerektirir.
Türkiye’de Ermeni soykırımı iddiaları, dinin toplumda ön
plana çıkarılması, Kürt kimliğinin tanınması, yakın
tarihimiz algılamalarımızı değiştirecek söylemler
gerçeği bulmak amacıyla mı yoksa yeni bir dünya
görüşünün inşası çalışması mıdır?
Genelde tartışmalar bu yeni düşüncenin doğruluğu
yanlışlığı üzerinedir. Ermeni soykırım iddialarına karşı
onların yaptıkları, dinin önem kazanmasına karşı
laikliğin gerekliliği ve değiştirilmesi önünde engeller
bulunduğu öne sürülür. Atatürk’ü üstün insan konumundan
aramızdakilerden biri haline dönüştürme çabaları
tepkiyle karşılanır.
Bu yol çıkmaz bir sokaktır ve çoğunlukla büyük bedeller
ödense bile hazırlanan projelerin gerçekleştiği görülür.
Kürt kimliği konusundaki tartışmaların geldiği nokta
bunca bedel ödenmesini anlamsız kılmıyor mu?
Asıl tartışılması ve mümkünse değiştirilmesi gereken
ülkemize biçilen rol ve bunu kolaylaştıracağı düşünülen
dünya görüşüdür. Biz gelecek için öngörülen dünyayı ve
buradaki rolümüzü tartışmak yerine bu amaca ulaşmak için
öngörülenlerle uğraşıyoruz.
Eğer değişmemiz gerekiyorsa buna direnmek yerine kendi
oluşturacağımız bir modelle bu değişimi
gerçekleştirmeliyiz. Gelecek için öngörülerimiz ne kadar
uzun bir dönemi kapsarsa ilerde karşılaşacağımız
sorunlar o kadar azalır ve biz de bu değişimlerde kendi
tercihlerimizi projeye dahil edebiliriz. Düşünce gücün
önündedir ve çok güçlü sandığımız ülkelerin nasıl
etkisiz hale geleceğini göreceğiz.”
Aynı olayın farklı tarih yazarları tarafından farklı
anlatılması, kimi aydınların dün kesinkes karşı
oldukları görüşleri bugün sineye çekmeleri,
kimilerimizin Kuzey Kafkasya halkları arasında hiçbir
dönemde olmamış birliği ezelden beri varmış gibi
göstermeleri, daha 1950'lerde başlamış politik ayrılığı
bin dokuz yüz doksanlarda başladığını dile getirmeler
hep yukarıdaki görüşlerin doğruluğunun kanıtı değil mi?
Evet sayın Hapi tahmin ettiğiniz gibi ben olayı bu
dönemde dile getiriş biçeminizi gelecek öngörüme aykırı
bulduğum için eleştirdim ve gelecek kurgumuzu
torpillemek olarak değerlendirdim. Siz de yanıtınızda
gelecek öngörünüzü ve bu yaklaşımın halkımız için ne
kadar yararlı olduğunu açıklamanız gerekirdi ama
yanından bile geçmediniz.
Aslında sözünü ettiğim yanıtı verseydiniz bile,
görmezden geldiğiniz şu eleştirimi yanıtlamış
olmayacaktınız:
“Sayın Hapi, nerden bakarsanız bakın soykırım ve
sürgünün nedeni Çarlık Rusya’sının insansız bir
Kuzey-Batı Kafkasya Osmanlı’nın da bu coğrafyadaki
insanı istemesidir. Emperyal devletin biri itmiş diğeri
çekmiş bizleri vatanımızdan etmişlerdir. Bence eğer
günah ise atalarımızın en büyük günahı yaşadıkları çağı,
dünya konjonktürünü anlamamış kavramamış olmalarıdır.
Ancak, kaybettirilen anavatanın kendilerine gümüş, altın
tepside sunulduğu bu çağı, anavatanına dönebilme,
halkına karışma, bilgi ve görgüsü ile halkının,
anavatanın gelişimine katkıda bulunma şansını veren
içinde yaşadığımız dönemi, anlamayan kavramayan
sizlerin, atalarımızı bu şekilde suçlayabilmenize şaşıp
kalıyor, böyle bir hakkınız olmadığını düşünüyorum.”
Evet ben zaman, zaman birbiri ile çelişen yazılarınızın
leziz olmayan bir çoban salatası tadında olmasını da
halkımız için gelecek öngörünüzün net olmayışına
bağlıyor, günümüzde halkımız için yapılması gerekeni
yapmayanların tarihimizi yargılama hakları olmadığını
yineliyor, altını çiziyorum.
Dil konusuna gelince... Bu konudaki tavrınız da çok
ilginç. Özeleştiriyi ağzından düşürmeyen bir gelenekten
geliyor olmanıza karşın (O) nun (УЭ) şeklinde yazılması
önerisinin benim değil rahmetli Kumaho’nun tüm
dilcilerimizce kabul edilen önerisi olduğu gerçeği
karşısında bile, “mademki benim de saygı duyduğum
dilbilimcilerin görüşü, doğru olmalı, bizler de kabul
etmeliyiz” diyemediniz. Bu kez eleştiriyi, çok daha
basit ve size yakışmayan “dil çalışmalarını dilcilere
bırakalım” gibi bir yaklaşımla savuşturmaya kalktınız.
Sizin gibilerin bilimsel olmayan bu olumsuz
eleştirilerinin ve kimi çok yakın arkadaşlarım,
dostlarımın “biz dilci değiliz” gerekçesi ile olayı hiç
gündeme almayışlarının asıl nedeni, taslağın Necdet
Hatam’ın önerisi olması mı yoksa?
İlahi Sayın Hapi, dil çalışmalarını sadece
dilbilimcilerin yapması gereğine inanların, dilci
olmadıkları için taslak konusunda “kullanılan alfabeye
göre daha kolay ya da daha zor demeyenlerin” tarihi
tarihçilere, edebiyatı edebiyatçılara, politikayı
politikacılara bırakmamaları sizce de çelişki değil mi?
Hem bu saydığımız bilim adamları bu bilgileri doğuştan
mı elde ediyorlar kuzum. Sizin anlamadığınız konuyu bir
arkadaşınızın anlaması, çözümlemesi, öneriler getirmesi
neden size bu kadar ağır geliyor?
Ortak dile gitme çalışmasının gereksizliğine verdiğiniz
örnek ise Mordovya Cumhuriyeti. Birçok diyalekti olduğu
halde ortak dili benimsemeyen halk, dil var mı derken
ben bilinen dilleri düşünmüştüm. Cehaletimi mazur görün
ben bu cumhuriyetin adını duymamıştım. Şükür imdadıma
internet yeti:
Mordovya Cumhuriyeti: Rusya Federasyonu'nun Avrupa
kesiminde nüfusu 1 milyon civarında 26 bin 200 km
karelik bir Fin-Ugor cumhuriyetidir. Oka, Don ve Volga
(İdil) nehirlerinin geçtiği ve kendinde de Alatır, Sura
gibi irili ufaklı nehirlerin bulunduğu bu cumhuriyette
Mordva adı verilen Mokşa ve Erza halkları nüfusun ancak
% 31'ni, Ruslar ise % 60'nı teşkil eder. % 5 üzerinde
Tatar da bulunur.”
Toplam nüfusları üç yüz bin olan tek bir halkın -eğer
tek halk ise- aynı cumhuriyette yaşadıkları halde aynı
dilde anlaşamama ilkelliklerini örnek almamız
gerektiğini söyleyebiliyorsunuz. Sevgili Hapi, ortak bir
anlaşma diline gidilmesini başından beri sürece bırakma
yaklaşımımız karar mercii ayrı parlamentoları olan
cumhuriyetlerde yaşıyor oluşumuzdandır. Hiç kuşkunuz
olmasın eğer tek bir cumhuriyette yaşıyor olsaydık
aydınlarımız birinden birini anlaşma dili olarak tercih
edelim diyeceklerdi. Bunu savunmayan da bana göre aydın
olamayacaktı.
Dilerseniz, örneğin kötü olduğu, kötü örneğin örnek
olamayacağı konusunda görüş alışverişi yaptığım bizler
tanışırken henüz doğmamış çok genç bir arkadaşımızın
koyduğu son nokta bu yazının da son noktası olsun:
Su-i misal, emsal olmaz, sayın Hapi... |