Son günlerdeki
tartışmalarımızın harareti, bayağı yüksek.
Kıyasıya münakaşasına giriştik, her tarafını bir daha
ölçüp biçtik ama bence esasını kaçırıyoruz.
Çünkü tartışmaya, gene doğru bir yerden başlamadık.
‘En son söylenecekleri, en başta kim konuşacak bakalım?’
diye yarışmıyoruz ki.
Vakıa, bu konuda söylenmedik pek bir söz de kalmadı.
Neden, hâlâ nereden başlanacağını bilmiyoruz?
Belki huyumuz böyle, belki başka türlüsünü
beceremiyoruz.
Fakat iyi etmiyoruz.
Hazır elimiz değmişken, tulum çıkarabilirmişiz...
Bir seferde tamamını halledip geçebilirmişiz gibi
geliyor.
Öyle tartışıyoruz.
İyi de en çetrefilli, en çetin, en girift sorunumuz bu.
Parmaklarımızı şaplatarak sihirli bir el hareketiyle
çözebilecek olsak, bugüne kalır mıydı?
Aslında çok fazla konuşarak, enine boyuna tartışarak da
bu sorunu aşamayacağımız aşikar.
Ancak sükûnetle, soğukkanlılıkla, konuşmaktan çok
anlamaya çalışarak yol alabiliriz.
Ve bilmeliyiz ki, bir şey bütünüyle elde edilemiyorsa,
bütün, bütün terk de edilmez.
Bazı sorunların ideal çözümü yoktur.
Hayat, yaşanmış acılar, geçmişin hoyratlıkları,
haksızlıkları...
Hepsi bir olup getirir, kucağımıza bırakır, o sorunları.
Kimin haklı, kimin haksız olduğu nokta, çoktan
geçilmiştir.
Artık oraya takılıp kalmanın hiç bir kıymeti harbiyesi
yoktur.
Herkesin payına ortak geçmişten bir parça düşer.
Ve eğer herkes, kendi payına düşeni sineye çekecek
olgunluğa eriştiyse, ancak o zaman ‘çözümün şartları
hazır’ demektir.
Bunun emarelerini henüz gösteremiyoruz.
Hiçbirimiz, kendi acılarını gömeceği kabirler açmıyor
daha.
Çözüm istiyorsak, elimize manevi kazma kürekler alıp,
oradan başlamalıyız işe.
Yoksa birbirimize laf yetiştirmenin, cerbezeli nutuklar
atmanın, ağız dalaşına girmenin sonu yok.
Önce, kendimizi ikna edelim.
Gerçekten çözüme hazır mıyız?
Kendi payımıza düşen duygusal, ideolojik, siyasi ya da
hamasi fedakârlığa baştan razı mıyız?
(…)
Şu saate kadar, gözümüzü en zora, nihai safhaya dikerek
bahsi açtık.
Doğrusu, kolaydan zor olana doğru bir sıra takip
etmektir.
Sorunu parçalara bölüp, tek, tek üstesinden gelmenin
çarelerine bakmalı.
İdealize ettiğimiz formüller sonuç üretmiyorsa, şartları
zorla zihnimize uydurmaya çalışmak nafile...
Belki formülümüz yanlıştır, olamaz mı?
Dışımızdaki şartlar yerine, bu kez kendimizi gözden
geçirmeyi denemeliyiz.
Nihai hedefe, ara sonuçlarla ulaşılabileceğini hiç
aklımızdan çıkarmadan...
Dağcılar, Everest zirvesine tırmanmak için Himalayaların
sırtındaki kaç Olemp Dağı’nda çadır kuruyor?
Bizim görünen ilk mola tepemiz, anavatana dönüştür.
Kültürel hakların kullanımı, dönüş yasaları,
demokrasinin geliştirilmesi, federalizmin kök salması,
özgürlükler ne bugünün, ne yarının işi...
Demokratik eksikliklerden bulunduğumuz tüm ülkelerde
nasibimizi alıyoruz
Kimileyin, azın daha da azıyla yetinmek zorunda
bırakıldık, o da doğru.
Ancak, düne kadar hayal edemediğimiz açılımlar
yaşıyoruz.
Umutlanmak için, şimdi daha çok sebebimiz var.
Arkasını mutlaka getirmeli, azı mutlaka çoğaltmalıyız.
Şükür ki, hamasetle hak arama yolunun sonuna geliyoruz.
Buradan, sonrası için yeni bir yol açmak zorundayız.
Bir ‘çıkış yolu’...
Ama sabırla, sırayla...
Zira bu basamaklar, tek, tek çıkılır.
(*)
26.07.2009 tarihli Politika’daki “Kürt meselesini
tartışma tekniğimiz” başlıklı yazısını Sayın Akif Beki
sanki bizler için yazmış, çok küçük değişikliklerle
bizlere uyarlanabileceğini düşündüm. Sayın yazarın izni
ve teşekkürlerimizle…
Bu da yazının linki:
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=
RadikalYazarYazisi&ArticleID=946700&Yazar=
AK%DDF%20BEK%DD&Date=26.07.2009&CategoryID=98
|