Bu yaz
çok bereketli idi bizler için. Maykop’ta yerleşik
anavatana dönmüşler için. Son bir kaç yıla göre çok daha
fazlaydı çeşitli diaspora ülkelerinden anavatanı
ziyarete gelenler. Bunların arasında salt oturma izni
başvurusu için gelenlerin sayısı da geçen yıllara göre
daha iyiydi.
Ancak bu yılın diğer diğer yıllardan en büyük farlılığı
Ankara Derneği'mizin oturma izni başvurusu amacı ile
gezi düzenlemiş olmasıydı. Evet sadece sesini
duymuyoruz, artık kendisini de görmeye başladık üçüncü
dalganın.
Bu artışta uçak bilet ücretlerinin ucuzlamasının da
azımsanamayacak etkisi oldu. Bu olumlu etkiyi
görenlerimiz Pegassus Hava Yolları’na hem kendimiz hem
de dönüşe katkıları için bir kez bir kez daha teşekkür
ediyoruz...
Elbette ki, mutlu oluyor heyecanlanıyoruz başvuruların
sayısı arttıkça... Ayrılırlarken biraz burukluk duysak
da ziyaretçilerimizin sayısı arttıkça... Diaspora ile
anavatan arası organik bağ -evlilikler-
gerçekleştikçe... Bu evliklerden diaspora anavatan
arasındaki en sağlam bağları oluşturacak çocuklarımız
gözlerini hayata anavatanda açtıkça...
İşte Maykop’ta anavatan ve diasporayı birbirine bağlayan
evlilik sayısı altmışı geçti ve bizlere katılan “sağlam
bağ” sayısı da yirmi oldu bu yıl.
Yılı da Ocak'tan Ocak'a diye düşünmeyesiniz sakın. Dönüş
yılı bir Ağustos'tan bir Ağustos’a. Şaka değil, bu yıl
takvim de basıldı. Ağustos ile başlayıp Temmuz’da son
bulan. Takvimin bir yüzü, artık bildiğinizi sandığım
dönüş amblemimize ayrılmıştı. Evet hem Türkiye hem de
anavatanda ilk ulusal sergimizi açan ressamımız BİDANUK
Hayati Fidan’ın üç atlısı. Başarılı bir ziraat mühendisi
olması halkımızın yaşam biçemini yansıtan, özlemlerini
duyumsatan, neredeyse gelecek kurgusunu yansıtan
başarılı yapıtlar vermesini engelleyemedi... Ancak İsmel
Özdemir ve YENEMIQUE Mevlut ile birlikte kendilerini
birkaç kez İzmit’e ziyarete gitmeseydik, ısrarcı
olmasaydık, sevgili Miraç Ankara’daki tüm yükü
yüklenmeseydi mütevazı sanatçımız bu ilk ulusal resim
sergimizi belki de hiç açmayacak en azından
geciktirecekti...
Çizgiler çok net değil. Resimden pek anlamam ama
figüratif değil sanırım. Yüzleri gözleri de görünmüyor
atlılarımızın ama bulutlar üzerinde size doğru gelen üç
atlı. Yüzleri de gözleri de net değil ama bakan herkes
coşkuyu görebiliyor yüzlerin olması gerektiği yerde...
Eyerler, atlar da çok net çizilmemiş ancak duyumsamakla
kalmıyor, gözle görüyor elle tutuyorsunuz üç Çerkes
atlısından yayılan özgüven duygusunu ve karı...
Bilirsiniz Çerkeslerde en küçük grup üç kişidir. Thamade
ortada yaşça büyük solda, en genci de sağda durur.
Coşkuyla umut yüklü size doğru gelen üç atlıda bu
xabzeye uygun dizilişi de görür, yaşarsınız...
İlginçtir üç atlıyı Fesıjapşi- Dönüş Vakfı'na amblem
olarak seçmezden önce de dönüş amblemi olduktan sonra da
resimde neler gördüklerini sorduğum hemen herkes bu
söylediklerimi ve fazlasını anlattı. Kimileri daha bir
duygu yüklü... Özetle üç atlımız grup, üç atlımız umut
yüklü ve güle oynaya, coşku ile dönüyorlar anavatana...
İşte bu yaz bu duyguları daha bir yoğun yaşadık hepimiz
ve bu duygular bana Marje Eylül 1992 sayısında
yayımlanan ilk “Ana’dan Mektup”umu anımsattı... Yeniden
okudum, yeniden gözlerim doldu... Umudum biraz biraz
daha büyüdü...
Yeniden yüreğime damdı o günlerde aramızda olan TEŞÜ
Yasin Çelikkıran. Sevgili Yasin ağabey... Nasıl bir
anavatan tutkusuydu o Yarab'bim... Nasıl bir tutkuydu
o... Onun şahsında anavatana kavuşamadan ecele boyun
eğenleri düşündüm ve gözyaşlarım klavyemi ıslattı...
Biliyorum kimileri yirmi doğum ne ki diyecekler...
Biliyorum diaspora sayısına göre dönenlerin sayısı ne ki
diyecekler... Ben azımsamayın diyorum... Ömrü
bittiğinde, ecel kapısını çaldığında anavatanda toprak
olacak, ağaç olacak, çiçek olacak bin beş yüzleri,
altmışları yirmileri...
Artış aritmetik değil geometrik olacak göreceksiniz...
Dönüş gerçekleşecek ama mutlaka gerçekleşecek... Tünelin
ucundaki ışık görünmeye başladı inanın... Ben tüm
benliğimle inanıyorum, siz de inanın... Yanılmamış
olacaksınız, inanın...
“Ana’dan Mektup
MEŞFEŞ'U Necdet
Marje Eylül’92
Yıllarca önce uzaklardan, yaban ellerden yazmıştım
anama, gazete sayfalarında. “Bir gün mutlaka sana
kavuşacağım, hıçkırarak sarsılarak ağlayacağım”
demiştim.
Artık anavatandayım. Anama kavuştum, bağrına kapandım,
hıçkırarak, sarsılarak ağladım. Ancak bir kez ağlamakla
huzur bulmak ne mümkün. Ülkeyi gezdikçe, ovaları,
dağları, ormanları dolaştıkça. Anavatanımızı bugünlere
kadar koruyan, kollayan kardeşlerimizin neler
çektiklerini kavradıkça, anladıkça bir daha, bir daha
ağlamaklı oluyorum. Çoğunluk gizlice ağlıyorum da...
Bir karmaşa, duygu karmaşası yaşıyorum; kızgınlık,
üzüntü, sevinç, utanç, coşku, geç kalmışlık duygusu,
güven ve umut... Adlandırılmış, ad konamamış her duyguyu
yeniden, yeniden yaşıyorum her gün, her saat, her an...
İşte elimde bir kitap, bir şiir kitabı. Ünlü Adige ozanı
BERET’ARE Hamid’in altmışıncı yılında kendi seçtiklerini
içeren bir şiir kitabı: Her Şey Senin İçin
Ozanın kendi yazdığı önsözü aktarıyorum;
“Ailemizde bilge bir yaşlımız vardı. Bir gün bana şöyle
sormuştu:
- Nedir insana yaşama gücü veren şey?
Beni sıkıştırdığını anlamış;
- Umut ve coşku! -eklemişti gülerek- yarınının bugünden
daha güzel olacağı umudu olmasa, sabahı edemez insan.
Yine başardıkları için coşku duymaz, yüreklenmezse
gelecek için çaba gösteremez insan.”
“Ne kadar da doğu” ya da “bizlere ne kadar da uygun”
diye düşündüm. Bizler mi kimleriz? Sürgünün ilk
günlerinden beri anavatandan kopmayan, anavatanını
düşünen, anavatana dönüşü ulusal yaşamın sürebilmesinin
tek koşulu olarak gören herkes. Yıllar önce
dönebilenler, bu mutluluğu tadamadan ecele boyun
eğenler, bu günlerde anavatana kavuşma mutluluğunu
yaşayabilenler, planlar yapanlar, dönenlere destek
olanlar, dönenlerin bu mutluluğunu paylaşanlar...
Nasıl coşku duyulmaz, parlamento binamızda tarihi Adige
bayrağı dalgalanırken. Abhaz Cumhuriyet’i bağımsızlığını
ilan ederken. Üç cumhuriyetimiz arasında ileride tümünün
imzalayacağı umudunu taşıdığımız ekonomik, politik,
kültürel işbirliği anlaşması imzalanırken. Nasıl coşku
duyulmaz Adigey Oteli muhaceret Adigeleri ile dolup
taşarken... Dönüşü gerçekleştirenle büfeler, mağazalar,
fabrikalar, iş yerleri aça, otel işletmelerini
devralırken. Aynı muhaceret ülkesinde yaşıyor olmalarına
karşın on yıldır, on beş yıldır görüşememiş
arkadaşların, akrabaların anavatanda kucaklaştıklarını
görürken nasıl coşku duyulmaz.. Nasıl büyümez geleceğe
olan umut...
Ah... Bugünlerde Adigey Oteli’nin önünde olabilseniz.
Kaynaşmayı görebilseniz. Uğultuyu bir dinleyebilseniz.
İsrail'den, Türkiye, Ürdün, ve Suriye’den Amerika,
Almanya, Hollanda’dan Yugoslavya’dan konuk gelenlerin,
dönüp yerleşenlerin, vatanımızı bugünlere kadar getirmiş
kardeşlerimizin arasında şöyle bir on dakika
yaşayabilseniz... Anavatana dönüp burada evlenenlerin
düğününde bulunabilseniz.
Hatta anavatana henüz dönmüşken kaybettiğimiz değerli
kardeşimiz QHUEJ Yaşar’ımızın cenaze töreninde
bulunabilseydiniz. Acının bütün yoğunluğuna rağmen
“Artık anavatanda ölebiliyoruz. Demek ki gerektiğinde
anavatan için ölebileceğiz” diye düşünmez miydiniz?
Duygu karmaşasını; kızgınlığı, üzüntüyü, sevinci,
utancı, coşkuyu, geç kalmışlık duygusunu, güveni, umudu
hele umudu yaşamaz mıydınız?
Bilmem çok mu bölük pörçük oldu ilk mektubum. Ana’dan
ilk mektubum? Kusura kalmayın ilk heyecanım geçmedi
henüz. Elim değdikçe yazacağım yine. Paylaşalım
diliyorum üzüntülerimizi, sevinçlerimizi. Hem ne demiş
bir Çerkes atasözü: Öyle bir şeydir ki, paylaşıldığı
oranda azalır, adı üzüntüdür. Yine öyle bir şeydir ki,
paylaşıldığı oranda büyür, adı sevinçtir, coşkudur.
Üzüntülerimizin azalacağı, sevinçlerimizin
coşkularımızın büyüyeceği günlerin, kavuşacağımız
günlerin yakın olması dileğiyle...
Kalın sağlıcakla...” |