|
|
|
|
|
BU KEZ
TAM İSABET SAYIN NARTAN |
30.10.2009 |
|
|
Dr. MEŞFEŞŞU
Necdet Hatam |
|
|
Sayın Nartan’ın son yazısı;
“(...) Emin olun, her şey daha güzel olacak. Godot sıra
sende. Gel artık” diye bitiyordu.
Biraz okur yazar olan herkesin “Godot’yu beklerken” den
haberi vardır. Doğrusu ben az duymamıştım Godot
beklemeyi. Ancak yokladığım belleğimde Godot’nun kim ya
da ne olduğu, kimler tarafından niye beklendiği gibi
konularda doyurucu bilgi bulamadım. İnternet imdadıma
yetişti. Meğer Samuel Beckett’in bu ölümsüz oyunu tam da
diasporadaki yurtseverlerimizi anlatan bir yapıtmış.
Bu yapıttan söz eden sayısız sayfada Godot’yu
bekleyenlerin “Eylemsizliklerine yenilmiş insanlar”
olduğunun altı çiziliyor. Nasıl da isabetli bir
tanımlama değil mi? Ayrıca, eylemsizliğine yenilmiş
olmanın bilincinde olmak da övgüyü hak etmiyor mu?
Godot’a ilişkin bilgi çok internette. Hepsini okumak
mümkün değil. Ancak okuyabildiğim kadarı bile “Godot’yu
neden bu kadar geç tanıdım” diye hayıflanmam için yetti.
Sayın Şükrü Aykutlu’nun yazısı okuyabildiklerim
içerisinde en doyurucu olanı gibi geldi bana. Bir
kurtarıcı, bir Atatürk bekleyenleri eleştirdiği
yazısında Sayn Aykutlu. “Herkesin bir “Godot”su
vardır elbet. Kimisi için bir yoldaş, arkadaş; kimisi
için devrimci bir lider; kimine göre tanrısal bir güç
hatta Tanrı; kimine göreyse bir rehber, bir kılavuz
kişi. Çoğu kişiye göreyse, belki de hiç olmayan,
gelmeyecek bir boş beklenti. Belki umudu ayakta tutmak
için, belki de boşa zaman geçirmek için özneleştirilen
bir “beklenen...” diye tanıtmaya çalışmış Godot’yu.
Bu tanım, iki yazının birinde liderimizin olmadığını,
liderimiz olmadığı için birlik kuramadığımızı,
ağabeylerin tüm sorunları çözmediğini, yanlışlar
yaptıklarını, kendilerinin daha güzel bir yaşam için
çaba gösteren anavatan bekçilerinden daha yurtsever
olduklarını yazanlara nasıl da uyar diye düşündüm. Ben
yazıyı çok sevdim, seveceğiniz umuduyla sizlerle de
paylaşmak istedim. İzni ile çok küçük değişiklikler de
yaptım Sayın Aykutlu’nun yazısında. Küçük uyarlamalar.
Ben bu yazıda Godot’nun “boşuna beni beklemeyin,
kendiniz kımıldayın” diyen sesini duydum. Bakalım sizin
duyacağınız ses size ne diyecek?
“Godot’yu beklemek mi, sürece kendini eklemek mi?
“Godot’yu Beklerken.” İrlandalı yazar Samuel Beckett’in
bu ünlü eserindeki “beklemek” fiili, en az “Godot”nun
kimliği üzerindeki tartışmalar kadar zihinlerini işgal
etmiştir entelektüel çevrelerin ve edebiyat
düşkünlerinin.
Bu ünlü tiyatro eserinde yazar, “varoluş” sancıları
çeken iki kahramanın, Vladimir ve Estragon’un yollarını
kesiştirir. Eserin kahramanları birbirleriyle iletişim
kurmaya çalışırlar. Günler süren bu çabalarında, süreç
içinde gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar.
Eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında
ne olduğu bilinmeyen bir kimseyi veya “şeyi”
beklemelerini konu alan, absürd tiyatronun en önemli
eserlerinden birisidir “Godot’yu Beklerken”. Ümitsiz
bekleyişlerin bir tür kinayeli anlatımıdır bu klasik
eser.
Herkesin bir “Godot”su vardır elbet. Kimisi için bir
yoldaş, arkadaş; kimisi için devrimci bir lider; kimine
göre tanrısal bir güç hatta Tanrı; kimine göreyse bir
rehber, bir kılavuz kişi. Çoğu kişiye göreyse, belki de
hiç olmayan, gelmeyecek bir boş beklenti. Belki umudu
ayakta tutmak için, belki de boşa zaman geçirmek için
özneleştirilen bir “beklenen...”
Aydınlarımız, aydınlanmışlarımız, “okumuş-etmiş”lerimiz,
bizim entelektüellerimiz, en üzücüsü de o ki, bir dolu “diaspora
yurtseverimiz (NH)”, bugün el birliği ile Godot’yu
beklemekteler. Üstelik bekledikleri her bir gün, yok
oluş daha bir yakınlaşıyorken (NH)
Onlar bekleyedursun, bir bölüm heyecanlı “diaspora
yurtseveri'' (NH) de, pürtelaş halleri ile ha bire
sormakta temcit pilavı misali: “(...) Eh hadi artık, ne
yapacağız? Ne zaman? Nasıl? Niye duruyoruz? Ne zaman
göreceğiz?...” ya da daha bir umutsuz, daha bir ürkek
edayla, karanlığı zifire dönüştürüyorlar: “(...) Yok yok
olmayacak. Bu saatten sonra hiçbir şey yapılamaz.
Adamlar tüm köşebaşlarını tutmuşlar, bırakmazlar artık
bizlere. Bir “lider” gelene kadar bize günyüzü yok!...”
Oysa, Godot’nun gelmeyeceğini bildikleri gibi, bir
liderin, hiç gelmeyeceğini bilmezler mi?
Umudun kimseye hazır sunulmayacağını; sadece ve sadece
üretilebileceğini, yeşertilebileceğini bilmezler mi?
“Armut piş, ağzıma düş” günlerinin ana kucağında
kaldığını; ele verilen hazır yeşil elmanın Adem’e
şeytandan uzatıldığını bilmezler mi?
Bir hareketi ya da bir partiyi, bilinmez hangi gün
gelecek bir devrimciyi, bir lideri, bir isyanı ya da bir
toplu kalkışmayı; bir kurtarıcı “Mesih”i; bir doğaüstü
gücü ya da Tanrı’yı, onu, bunu, şunu ama illa ki bir
“başkasını”, bir yabancıyı beklemek.
Kendi yüreğini, beynini, bileğini, gücünü, varlığını
bilmemek ve tanımamakla eşanlamlı değil mi sizce?
Hayal dünyalarından gelecek o muğlak devrimciyi
bekleyenlere ve bir de zaferi ölmeden illa kendi
gözleriyle görmek, yaşamak isteyenlere; “..Ne zaman? Ne
zaman? (...)” histerisine tutulmuş “Godot” yolu
bekleyenlere sözümüz: Hiçbir zaman dostlar! Siz yaşarken
belki de hiçbir zaman. Evet, nihai zaferi görmeyeceğiz
belki hiçbirimiz şu ahir ömrümüzde... Belki daha kötü
günleri göreceğiz. Peki mücadele ne için mi o zaman?
Tüm ideallerinin gerçekleştiğini gördü mü Che? Tam
tersine, devrimin, devrimlerin hiç bitmeyeceğini
nakşetmişti beynine. Biten devrimin içinde duramazdı o.
“Mücadele”, noktalanamayacak denli uzun bir süreçti
devrimci için. Devrimden sonra da sürecekti.
Peki ya hiçbiri görmedilerse o bitiş noktasını, ne diye
uğraştılar öyle ya da böyle?..
“İdeal” denen, böyle bir şeydir işte. Kendin için değil,
süreçte bir kesit içindir her şey. “Nefer”den kastedilen
de budur. 400 metre bayrak yarışının koşucuları gibidir
neferler. İlk yüz metreleri koşanlar yarışın sonunu
bilmeyecek, hissetmeyeceklerdir. Kendilerinden bir
sonrakine avans sağlamaktır görevleri. Kendilerinden
sonrakiler için koşarlar.
Biz de görmeyeceğiz. Siz, biz, hiçbirimiz. Bayrağı
elimize tutuşturacaklar, yürüyüşe devam edeceğiz. Bizden
sonrakine uzatmak görevimiz. Aradaki bu küçük yaşam
süresiyle kısıtlı, görevimiz ve göreceklerimiz. Ya zafer
günü mü? O günü göreceklerden alacağımız bir dua olmalı
belki tek kişisel beklentimiz. O günü yaşayacaklar da,
görecekleri zaferle her şeyin bitmediğini bilecekler
oysa.
Godot’yu beklerken şunu sormalıyız kendimize: “(...)
Belki yüzlerce yıl sonraki bir mevzi kaybına mı, yoksa
ilerleyişe bir katkı yapmak mı tercihimiz? Yüzlerce yıl
sonradan gelecek bir dua mı, yoksa beddua mı
beklentimiz?”
O halde;
Boş yere akıl beklemek mi, dolu bir sürece yürek eklemek
mi?
Buyurun size o vahim tercih!“
Bence, Samuel Beckett, “Godot’yu beklerken” adlı oyunu
yazarken kendisini diasporik yaşama mahkum eden
yurtsever Çerkesleri de düşünmüş...
Peki sizce? |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|