O da mı nesi?
Saf Devrimciler Birliği elbette ki… “Onlar da mı kimmiş”
diye mi sordunuz? Uzaklarda değil yakın çevrenize
arayın. Onları hemen tanıyacak, bulacaksınız.
Saf devrimcilerimiz, gençliklerinde, Çerkes halkının
geleceği için çaba gösterenlere dudak büktüler… Tüm
sorunlarımızı çözer safsatası ile devrimci mücadeleye
omuz verdiler... Uykusuz kaldılar… Polisçe kovalandılar…
Mahkemelere düştüler… Eğitimlerini yarım bıraktılar…
Hapislerde yattılar… İşkence gördüler… Ülkeyi terk etmek
zorunda kaldılar… Yıllardır en yakınlarına hasret
dünyanın bir köşesinde yaşam savaşı verdiler… Amerika
tarafından kullanıldıklarını algılayamadılar… Özetle
Amerika’ya karşı olduğunu sandıkları savaşta Amerikan
planları uğruna gençliklerini tükettiler…
12 Mart’tan sonra, daha önce yolunu bilmedikleri
derneklerimizde birer ikişer arzı endam ettiler…
İlgilerinin nedeninin, Çerkes sorununa çözüm aramaktan
çok derneklerimizi kendi çizgilerine çekme kaygılarını
saklayamadılar… Anavatana dönüşün Çerkes sorununa çözüm
olamayacağı gibi siyaset bile olamayacağını savundular…
'dönüş’ü küçümsediler… Enternasyonalizm adına ana
dilimizi öğrenmeyi gereksiz gördüler. Çeviriler
yapanlara “hikaye çevirisi ile devrim mi olurmuş”
dediler, dudak büktüler… Enternasyonalizmin, “uluslar
arası” anlamını algılayamadılar, gerçekleşmesi için
ulusların var olması gerektiğinin bilincinde olamadılar…
Kendi halklarının değil başka halkların kurtuluşu için
ölümü bile göze aldılar… Çözüm önerilerinin somut
koşullara göre olması gerektiği gerçeğini uygulamada
başvurulacak ilke gibi değil, dişler arasında sürekli
tutulan bir pipo gibi gördüler… Sağlıklı sonucun olmasa
olmazı “Olayların tarihsel koşulları içerisinde
değerlendirilmesi gerektiği” ilkesini sadece eğitim
çalışmalarında anımsadılar… Sokakta neredeyse birbirine
kurşun sıkarken derneklerimiz seçimlerinde, dönüşçülere
karşı seçim ittifakı oluşturabildiler… Sıkı birlikteliği
sadece “dönüşe karşı olmak ortak paydasında”
sağlayabildiler...
Şimdilerde mi?
Durumları iyi sayılmaz. Devrimciliği, demokrasi
mücadelesini sağcılara, liberallere kaptırdılar. Biraz
ortada kalır gibi oldular. Kimileri uzun süre hayata da
küstüler. Başka konularda konuştuklarında dinleyenleri
olmayacağı için olsa gerek “Çerkes Ulusal Sorunu”nu
anımsadılar. Kimileri tek çözümün dönüş olduğunu da
kabullendiler. Ancak eski hastalıklarından da pek
kurtulamadılar.
Yine sadece eleştiriyorlar…
Anavatana dönüş yapanların sayısının az olmasındaki
büyük paylarını unutmuş, sayı azlığını yöntem
yanlışlığına bağlıyorlar.
Yöntemlerimizin yanlış olduğunu dile getiriyor ancak bir
türlü kendi yöntemlerini tartışmaya açmıyor, doğruluğuna
inandıkları yöntemlerle eyleme geçmiyorlar.
Dönüşün tek çözüm önerisi olduğunu kabullenmek zorunda
kalanlar bile dönüşün olamayacağını ya da olamayacak
kadar zor olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar.
Gerçek ortamdan çok sanal ortamı seviyorlar. (Bu çağdaş
bir hastalık.)
Örgütlerin ne denli önemli olduğunu biliyor ancak,
bulundukları kent ya da ülkedeki örgütlerimizin
uzağından bile geçmiyorlar.
Kimileri, yıllardır Türkiye dışında olduğu halde
Türkiyeli Çerkes çemberini kıramıyorlar.
Kendileri çalışıp, çabalayarak üreterek değil de
üretenleri eleştirerek sadece eleştirerek gündemi işgal
ediyorlar.
Halkların kendi kaderlerini tayin etme hakları olduğunu
yineleyip duruyor ancak -bu hakkı kullanma yetileri
olmadığına inandıkları işin olsa gerek-, birlikte
yaşamadıkları, ziyaret etmedikleri, küçümsedikleri
anavatan insanlarının kaderini belirlemeye kalkıyorlar…
“Bağımsız Çerkesya kurulmalı” demeye getiriyorlar. Bir
anlamda günümüzün sol eğilimli “gıyabi ulusalcıları”
olarak sağ eğilimli “gıyabi milliyetçilerle” aynı konuma
düşüyorlar.
Yazdıklarını söylediklerini inceleyin, göreceksiniz…
Gerçekte çoğunun yolları yine ayrı... Dünya görüşleri de
farklı eskisi gibi… Uğruna büyük bedeller ödedikleri
devrimi de çoktan unutmuşlar… Türkiye’deki değişim
gelişimi değerlendirişleri de pek yakın değil… Birinden
biri Marksizm, Leninizm’i dile getirdiğinde bayağı
canlanıyor, heyecanlanıyorlar… Edebiyatını da
unutmamışlar öğretinin… Örneğin Marks’ın
"Kahraman Çerkesler Rusları bir kez daha hezimete
uğrattılar. Ey dünya, ey insanlık: Özgür yaşamak isteyen
insanların nelere muktedir olduklarını onlardan
öğreniniz." demiş olduğunu da anımsıyorlar. Ancak bu
kahramanlığın neye mal olduğunu unutmuş yeni
kahramanlıklar öneriyorlar. Bugün diasporada olmalarını,
dünyaya, insanlığa örnek gösterilen “Kahraman
Çerkeslere” borçlu olduklarını nedense anlamazdan
geliyorlar…
Dönüşü, “en kısa sürede ana vatana dönüş
yapmaları sonucunu vermeyecek” her açıdan irdeliyorlar.
Her kitlesel hareketi bireylerin başlattığını unutuyor,
sanki başladı diyen varmış gibi, kitlesel dönüşün daha
başlamamış olduğunu yineleyip duruyor, neredeyse,
Dönüşün olamayacağı çıkarımının yapılmasını istiyorlar.
Jargon aynı olunca yakınlık duyuyor, hafiften
birbirlerini kolluyorlar…
Bakmayın siz “dönüş doğruymuş” demelerine, Dönüşten
başka çözüm yol olmadığını savunur gibi yapmalarına…
Dönüşün nasılı konusunda öneriler getirmelerine…
İnceleyin yazılanları, duyumsayacak, göreceksiniz dönüş
karşıtı olduklarını… Dönüşü olmazsa olmaz görenlerin
bile yaklaşımının dönüşü engelleme sonucunu
verebileceğini göreceksiniz. Her konuda somut durumun
önemli olduğunu dile getirenlerin kendi ulusal
mücadelemizde nedense alabildiğine soyut olduklarını,
hiç benzeşmeyen olgulardan birini diğerine örnek
gösterebildiklerini gözleyeceksiniz. Rusya
Federasyonu’na kabul ettirilmesi gerekli Çerkesya
bağımsızlığına, Rusya Federasyonu desteğinde Gürcülere
karşı kazanılmış Abhazya bağımsızlığını örnek
göstermelerine şaşacaksınız. Anavatandan kopuk siyaset
geliştirilemeyeceği gerçeğini yineleyip durmalarına
karşın anavatanda hiç gündeme gelmeyen Çerkesya
bağımsızlığını savunmalarına da anlam vermeyeceksiniz...
Bu davranışların nedeni mi?
İnsan ruhunun en belirgin özelliklerinden biri, kendi
özel konumuna uygun genel doğrular bulmasıdır. Aslında
doğru olmayan bu yaklaşımların doğruluğuna kendisini
inandırmasıdır. Ruhun savunma mekanizmalarından
“rasyonalizasyon-akla uydurma”nın bir sonucudur bu.
Yıllar önce, 1977’de Yamçı’nın birleşik sayısında da
konuyu gündeme getirmiştim. Kişiler değişmişse de
davranış kalıpları değişmediği için yazının bir bölümünü
alıntılamanın uygun olacağını düşünüyorum:
“(…) Doyurucu değildi yanıtları ama idealine,
istemlerine ters düşen bir insan olduğu için böyle
konuşmak zorundaydı. İnsan ruhu, kendini eleştirmekten,
kusurlu görmekten sürekli olarak çekindiğinden bu
gerekçeleri bulacaktı. Özellikle toplumun
suçlandırmalarından, alaylarından korktuğu için. Ruhun
parçalanmamak için geliştirdiği bir savunma
mekanizmasıydı bu. Psikiyatride “akla uydurma-rasyonalizasyon”
deniyordu buna. Ters davranışta bulunan kişi, ancak bu
mekanizma sayesinde kendisini gerçekte olduğundan daha
içten, daha onurlu, daha güçlü ve daha saygın birisi
sanacaktır.
Bu akla uydurma kimileyin o kadar ileri gidecektir ki,
sayın Prof. Dr. Rasim Adasal’ın dediği gibi ortaya
çıkmış olan fikrin ana kaynaklarını kişinin kendisinin
bile bulabilmesi olanaksızdır.
Sence kimilerinin ulus yararına çabalarda bulunmak amacı
ile gerçekleştiremeyecekleri gün gibi açık olan kimi
kararlara varmalarının temelinde yatan yine bu ruhsal
savunma mekanizmasıdır.
Öyle ya, gerçekleştirilmesi olanağı yüzde yüz olan bir
karar alıp gerçekleştirmemek... Bundan daha onur kırıcı
bir şey olabilir mi kendini öncü sayan bir grubun
üyeleri için? Kararlaştırılan, yapılabileceği kesin bir
iş yapmamak da yapamadığını itiraf etmek de önce kendi
gözünde, sonra toplum gözünde saygınlığını yitirmesine
neden olmayacak mıdır? Onurun, saygınlığın kurtuluşu,
ulus yararının kuramsal tartışmalarda olduğuna kendini
inandırmasındadır ve kendilerini bu inanca o kadar
kaptıracaklardır ki, temelinde belki birazcık korku,
tembellik ya da azıcık eğlencesinden fedakarlık
etmediğinin yattığının, hiçbir zaman farkına
varamayacaktır.
Bunları düşündürmüştü sana yok olmak istemediğini
söyleyen ve yok olmaya imza atan arkadaşının durumu.”
Yazıyı böyle noktalamayı düşünürken dinlenme
arasında CC foruma göz attığımda Yusuf Taymaz’ın, “Erhan
Hapae’nin Yazıları” başlığı altındaki konuya ilişkin
yanıtını okudum. Dönüşün anavatan ve diaspora anlayışını
o kadar net bir şekilde açıklamıştı ki buraya almazlık
edemedim:
Dönüş hareketi, 12 Eylül e yaklaşırken Çerkes sorununa
ilişkin teorik çalışmalarında sosyalizmin kaynaklarından
yararlanıyordu. Ulusal soruna çözüm önerilerinde
sınıfsal perspektif e önem veriliyordu. Ulusal sorun
“burjuvazi”nin değil, “halkın” talepleri bazında
değerlendiriliyordu. Farklı siyasal yapıların hareketin
içinde bulunmasına rağmen sosyalizm, sosyalist anavatan
kabul görüyordu. Anavatana dönüşün halkın ulusal
sorunlarının çözümünün yanı sıra sınıfsal sorunlarının
da çözümü için de faydalı olacağı kabul ediliyordu.
Hareket içinde bulunan farklı eğilimlerin bu
eğilimlerini, eleştirilerini, gerekiyorsa farklı
örgütlenmelerini anavatana dönüş den sonra gündeme
getirebileceği kabul ediliyordu. Bu yaklaşımın teorik
temeli de “kendi kaderini kendi topraklarında tayin eden
bir toplum olma” ilkesiydi. Yani geleceğe ilişkin farklı
görüşler anavatana döndükten sonra talep edilebilir,
mücadele edilebilir, hayata geçebilirdi. Dönüş
hareketini BKD çizgisinden ayıran en önemli ilke bu idi.
Ulusal varlığı devam ettirebilmek için karşımıza
çıkan diasporaya alternatif yer, anavatan, dönüşçüler
için Çerkesya değildir. Dönüşçüler için anavatan
Adigey'dir, Abhazya'dır, Kabardey-Balkar'dır, Karaçay
Çerkes'tir, Çeçenistan'dır. Muhaceretin yanı sıra
nüfusuna en fazla ihtiyacı olan ise Kuzey Batı Kafkasya,
yani, Adigey'dir, Abhazya'dır, Karaçay-Çerkes'tir.
Dönüşçüler “kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesinde
yapılacak tartışmaları muhaceret de başlatmaya karşılar,
onların en önemli talebi “dönüş” hakkının tanınması ve
önündeki engellerin kalkması dır. Dönülecek ülkenin
siyasi yapısı da anavatan için belirlenecek gelecek de
muhaceretteki halkın gündemi değildir.
(…)
İşte bu gün de bu ilke dönüş hareketini Çerkesyacı
çizgiden ayırmaktadır. Hatko Schamis de, Mefeud Nartan
da Çerkesyacı yaklaşımları ile Dönüş Hareketi'nden
ayrışmaktadırlar. “Çerkeslerin tarihi topraklarına
vurgu” yapmak, bağımsız Çerkesya’yı savunmak Dönüş
Hareketi'nin gündeminde hiç olmadı olacağını da
sanmıyorum.
Altını kendimizin çizdiği
ilkeler anlaşıldığında kendi yazım da daha ipi
anlaşılacaktır. Ancak bu yazıya sayın Zaharhan’ın
verdiği yanıttaki şu cümle anlaşılmanın çok kolay
olmadığının da bir kanıtı olarak görülmelidir:
“Dönüş hareketinin en hızlı savunucusu
Necdet Hatam'ın "Çerkesya" söylemini benimsediği çok
oldu. Kraldan çok kralcılık yapmaya gerek yok.”
Sayın Zaharhan, benim 1992
yılından beri anavatanda yaşadığımı, dolayısı ile halen
diasporada yaşayan sayın Yusuf Taymaz’dan farklı
düşünmem dönüş ilkelerine aykırı olmayacaktır. Bununla
birlikte “Çerkeslerin tarihi topraklarına vurgu”
yapmak, Bağımsız Çerkesya’yı savunmak” Dönüş
Hareketi'nin gündeminde hiç olmadığı” gibi bir
dönüşçü olarak benim gündemime de hiç girmemiş ve hiç
girmeyecektir. Dolayısı ile Çerkesya terimi tarafımdan,
Çerkeslerin gelecekte kuracakları bir ülke, hele de
bağımsız ülke anlamında değil, sürgün öncesi yaşadıkları
anavatanları anlamına, kullanılmıştır.
Sonuç: Devrimcilerin geçmişte hedefe varışımızı
geciktirdikleri gibi Saf-Dev Bir'de günümüzde amaca
varışımızı geciktirebilecek ancak asla
engelleyemeyeceklerdir. |