|
|
|
|
|
21
MAYIS 2010 |
28.04.2010 |
|
|
Dr. MEŞFEŞŞU
Necdet Hatam |
|
|
Bir yirmi bir Mayıs daha
geliyor...
Bakalım ne hamasi nutuklar atılacak yine...
Muhtemelen daha önce de benzeri çok nutuklar atıldığı
hiç göz önüne alınmayacak... Geçmişte daha hamasi
nutuklar atanların çoğunun “uğruna ölecekleri” anavatanı
bir kez bile ziyaret etmedikleri hiç anımsanmayacak...
Sürgün yaralarını iyileştirmenin çaresi 'dönüş’ten
ya hiç söz edilmeyecek ya da somut değil soyut birkaç
cümle söylenecek..
Kaçırılan fırsatlar gündeme gelmeyecek...
Oturdukları yerde kendilerine uzatılan vatandaşlığı
almadıklarının pişmanlığı dile getirilmeyecek...
Sezai Babakuş’un gemisini dolduracak “500 Cesur Yürek”
de bulunmayacak...
Ancak ne gam, “sürgünümsüler” dönüşlerine izin
verildiğinde anavatanın her köşesini dolduracak gerçek
sürgünler gibi yazıp çizecekler... Meydanlarda
salonlarda, kimileyin alınlarında boncuk boncuk ter
damlaları esip gürleyecekler... Gemiye binememe
yüreksizliklerini Rusya Federasyonu’nun sınırlarını
değiştirmeye kararlı görüntüsü ile örtmeye
çalışacaklar...
Birlikten dem vuracaklar... “Önemli olan Türklüktür
gerisi teferruattır”, “Önemli olan Araplıktır gerisi
teferruattır” gibi söylemlerin kafa bulandırmaktan öteye
gitmediğinin bilincinde olanlar bile “Önemli olan
Çerkeslik gerisi teferruattır” diyebilecek ancak
Çerkesliğin ne olduğunu bir türlü açıklamayacaklar...
“Demokratik Çerkes Girişimi” ile “Demokratik açılımı
destekleyen Çerkesler” adlandırmaları arasındaki çok
temel farklılığı anlamazdan gelecekler.
Kimileri bile bile yalan söyleyecek, halkımızın bu
yalanlara kanabileceğini umacaklar... Kimileri de daha
dünkü bağımsızlık savaşlarına katılamama
korkaklıklarının ruhsal ezikliğini daha çok bağırarak
yenmeye çalışacaktır. Böylece ne denli yürekli
olduklarına kendilerini inandırabilecek, ancak halkın
kendilerini izlemeyişine de şaşıracaklardır...
“Ben bağımsız olmayan bir ülkede yaşayamam” diyecek
kimileri...
Ancak yaşadıkları ülkelerin ne kadar bağımsız ve
kendilerinin bu ülkede ne kadar özgür olduklarını hiç
ama hiç sorgulamayacaklardır...
Yasaklar döneminde “ağızları suyla doluymuş” gibi
hiç konuşmadıklarını anımsamayacak, izin verildiği için,
izin verildiği ölçüde konuşmayı, belki de konuşturulmayı
en büyük yüreklilik sayacaklardır.
“Önceliğimiz soykırımı kabul ettirmektir”, “Soykırım
kabul edilirse ancak dönüş mümkün olacaktır”, “Dilimizi
kültürümüzü geliştirmenin, özetle var olmanın olmazsa
olmazı soykırımı kabul ettirmektir”, “Kimliğine
amacına bakılmaksızın soykırımdan söz eden her kişi, her
devlet, her eylem desteklenmelidir”, “Kendi
amaçları için bizi kullanabilecek olsalar da soykırımdan
söz edenlere teşekkür edilmelidir”, “Daha dün
kendisinin kabul ettiği toprakları koruyamamış olsa da
Gürcistan’da düzenlenen konferansa umut bağlamak aklın
gereğidir” gibi, gibi... söylemler dolduracak sanal
ortamı... Soçi Kış Olimpiyatlarını da önleyecekler
elbette ki...
Tüm bunlar insan ruhunun bir zaafı sonucu gibi gelir
bana... İnsan ruhu hep önemsenmek, umursanmak ister.
Yaradan böylesi bir hastalıkla yaratmış ruhumuzu. Bu
insan olmanın bir gereği gibi... Bu hastalığı
olmadığında canlının, insan olabileceği de kuşkulu...
Ancak her hastalık gibi bu da sağaltılmalı. Eğitim bunun
araçlarından biri. Kendisi ile barışık kişi önemsenme
duygusunu dengeleyebilen kişidir. Kendisi ile barışık
kişi halkın kendisini önemsemesinden çok yaptığı işi
önemser. Yaptığı işin bugün değilse de yarın
anlaşılacağına önemseneceğine inanır.
Bu dengeyi sağlayamayanlar kendileri ile de barışık
değillerdir. Bu hastalık kimileyin çok ağır olur. Öyle
ki, kendileri umursamadığı halde kendilerine değer
verilsin, önemsemedikleri kendilerini önemsesin
isterler. Genellikle de, aklı erdiği, gücü
yettiğince halkının geleceğini kurmaya çalışmış önceki
kuşakları, dahası kendileri ile aynı yaşta olanları
suçlamak gibi hastalıklı bir yöntem seçerler.
“Büyüklerimiz bizleri yanılttı”, “Arkadaşlarımızın
yalanlarına kandık”, “Onlar engellemeseydi biz neler
neler yapardık”, benzeri söylemleri her fırsatta
terennüm eder ya da bunları ima ederler. Bense bu
yaklaşımın “Büyüklerin her dediğini doğru sayacak
kadar düşünme yetisi yoksunuyduk, arkadaşlarımızın
bizleri yanıltacağı kadar anlama özürlüsü, önümüze
çıkartılan engelleri aşma çabası gösteremeyecek kadar da
yüreksizdik” anlamına gelebileceğinin bilincinde
olunmamasını, anlamakta güçlük çekerim. Peki dün düşünme
yetisi olmayanların, dün anlama özürlüsü olanların, dün
yüreksiz olanların bugün en iyisini düşündüklerine, en
zeki olduklarına, en yiğit olduklarına inanılabileceği
beklentisi, algılama özürlüsü olmanın bir başka çeşidi
değil midir?
Hiç kuşkunuz olmasın ki, kendisi ile barışık siyaset,
dünyadaki değişimlerin doğruluğunu ortaya koyduğu
siyaset, destekleyenlerin sayısı her gün artan siyaset,
diasporada kalacakların da güvencesi olan siyaset
Anavatana Dönüş’tür. Kendileri ile barışık
olabilenlerimiz de (anavatana dönebilenler değil) ''Anavatana
Dönüş’'ü içselleştirebilenlerdir.
Çünkü dönüş, birliktir, dünyadaki tüm Çerkesleri
kucaklar.
Çünkü dönüş, sürgünün tam karşıtıdır.
Çünkü Dönüş, zorlama ve aldatma ile kaybettirilen
vatana yeniden kavuşmaktır.
Çünkü Dönüş, sıladaki yavrusunu özlemle bekleyen
gözü yaşlı anneye yavrusuna kavuşma mutluluğunu
yaşatmak, paylaşarak sevincini büyütmektir.
Çünkü Dönüş, bilgi ve birikimini, halkı ile
paylaşma, becerisini halkına sunma mutluluğudur.
Çünkü Dönüş, en az özveri ile en büyük kazançtır.
Çünkü Dönüş, bize dönülebilecek vatan armağan
edenlere teşekkür etme fırsatıdır, şükranlarını sunma
insanlığıdır.
Çünkü Dönüş, anavatan bekçileri ile nöbeti
paylaşma sorumluluğudur.
Çünkü Dönüş, daha az çaba ile daha büyük değerler
üretebilmenin coşkusudur.
Çünkü Dönüş, barışçıl yollarla uluslaşmanın ilk
adımı ve tek yöntemidir
Çünkü Dönüş, özgüvendir.
Çünkü Dönüş, teferruatı değil Çerkesliğin
kendisidir.
Özetle bizler için ''dönüş'' Çerkesliktir.
Peki sizlerin Çerkesliği nedir? |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|