Sizlerin de tanık olduğunuz gibi
Türkiye’de ulusal sorunu konuşmak, tartışmak korkulu
olmaktan çıktı. Dahası prim de yapıyor artık. En küçük
bir bedel ödemeyi gerektirmiyor. Dahası kazanç getirdiği
de söylenebilir.
Geçmişte polislerce kovalanma,
kovuşturulma, günlerce işkence görme, sorgulanma,
hapislerde yatma nedeni olabilen konular Türkiye
Cumhuriyeti Devlet Başkanı, Başbakan Yardımcısı, parti
başkanları ile görüşülebiliyor artık. Dün tüm
vatandaşlarının “anadillerinin Türkçe” olduğu
gibi gülünç bir yasa tasarısını meclise sunabilen devlet
bugün, üniversitelerinde Türkçe dışındaki anadillerin de
eğitimini vermeye hazırlanıyor. Önünde ne in ne cin
gördüğümüz ancak istihbaratçıların tarassudu (göz
altında) altında olduğunu bildiğimiz elçiliğe bugün
başlar dik, gözler ilerde giriliyor, kimileyin sıra
beklemek zorunda bile kalınıyor. Büyükelçinin yemek
davetini kabul eden dernek yöneticilerimiz bir sıkıntı
yaşamıyor, büyük elçilik müsteşarını dernekte
ağırlayabiliyorlar. Derneklerimiz siyasi partilerin
uğrak yeri olmuş. Parti yetkilileri Çerkes halkının
haklarını dile getirme konusunda elde bayrak
yöneticilerimizin de önünde yürüyorlar.
Özetle gün “tatlı su Çerkeslerinin” günü.
Ulusal sorunumuzu izin verildiği için izin verildiği
ölçüde konuşmaya, konuşturulmaya başlayan yiğitlerimizin
sayısı da hızla artıyor. Sağımıza dönüyoruz sanal
yiğit, solumuza dönüyoruz sanal yiğit. Hele
de önlerde koşturan sanal
yiğitler... Yenilerde yiğitler...
Bunların kimileri masumdur. Yenilikleri
yaşları gereğidir. Halkının sorunlarını sorun bilecek,
bilgisi, görgüsü, birikimi, yetenekleri, olanakları
ölçüsünde sorumluluklar üstlenecek yaşlara yeni
girmişlerdir. Böyleleri için sorun büyük değildir.
Oturur kendilerinin daha doğmadığı günlerde,
çocukluklarında. dedelerinin, babalarının neler yapmaya
çalıştığını okuyarak, sorarak öğrenir. Dönemin
koşullarını göz önüne getirmeye çalışır. Aynı koşullarda
kendisi yaşamış olsaydı nasıl davranabileceği, göze
alınabilenler içinde neleri göze alabileceği konusunda
şöyle bir kendini yoklar...
Samimi olanları yapılabilenleri
küçümsemez. Başarılarda emeği geçenlere saygı duyar,
teşekkür eder. Aynı zamanda mücadeleye de omuz vermeye
başlar. Ulusal mücadelenin bir günlük, bir yıllık bir
mücadele olmadığının bilinci ile yüz metre değil bir
maraton olduğunu içselleştirerek başlar mücadeleye.
Öndekilere bayrağın yere düşürülmeyeceği mutluluğunu
yaşatır. Yaşattığı mutluluk bir gün kendisine de benzer
bir mutluluğu yaşatacakları inancını pekiştirir.
Sorunlu olanlar “Eski-Yeniler”dir.
Ulusal mücadelede sorumluluk almaları gereken yaşları
geride bıraktıkları çok olmuştur. Ancak kimileri yıllar
yılı önemini hiç kavramadıkları Dönüşe yeni
uyanmışlardır. Kimileri bambaşka kulvarlarda kulaç atmış
konuyu önemseyenlerin çabalarını uzaklardan biraz da
küçümser tavırlarla izlemişlerdir. Kimileri bizlerle
aynı havuzda görülmek bile istememişlerdir. Böyleleri
için ne acıdır ki havuzlarında kulaç atabilecekleri su
kalmamıştır. Susuz havuz zemininde yüzme çabası da
gülünç olmaktan bile ötedir.
Demelerine bakılırsa bu arkadaşlarımız
onurlarına da çok düşkündürler ama nedense “Döneminde
Dönüş’ün, uluslaşmanın tek yolu olduğunu göremedik.
Dönüş’ü önemsemedik. O yıllarda gerçeği görebilseydik,
Dönüşçüleri engellemeye çalışmasaydık, güçlerimizi
birleştirseydik bugün halkımız çok daha ileri konumda
olurdu” diyebilmenin onurunu öteleyip duruyorlar. Dönüş
uğruna çabaları küçümseyerek kendilerini
önemsetebileceklerini sanıyorlar. Köprülerin altından
çok sular aktığını da göremiyorlar bir türlü.
Bunlar bir süre dönüşçülerin
yapabildiklerini azımsayan yazılar yazdılar.
Dönüşçülerin etkin oldukları örgütleri, bu arada DÇB’yi
küçümsediler. Neden daha büyük başarılar elde
etmediklerini sorguladılar. Yetmedi daha sonra
Dönüşçülerin kendilerini yanılttıklarını. onlar
engellemeseydi kendilerinin çok şeyler
başarabileceklerini ima eden yazılara geldi sıra. Ancak
“o yıllarda sizler nelerle uğraşıyordunuz” bezeri
sorular karşısında bilinen tüm öğretilere ters düşme
pahasına daha önce nerede ne söylendiği, nerde ne
yazıldığının önemli olmadığını dile getirmeye
başladılar.
Öyle ya kendilerinin en küçük bir izi
bile büyüteçle aransa da bulunamayacak, dahası bugün
önemser göründükleri Dönüş’ün karşısında olduklarını
belgeleyecek geçmiş neden önemli olsundu. En iyisi
tarihi kendilerinin olaya uyandıkları günden
başlatmaktı. Gerçekten kendilerinin yanlışlarını,Dönüşün
de başarılarını örtecek bundan daha güzel yaklaşım
bulunamazdı.
Ama bizler bugünkü konumumuzun, dünyadaki
büyük değişimle birlikte geçmişte söylenen, yazılan,
yapılan şeylerin sonucu olduğunun bilinci ile aramızdan
çok erken ayrılan, büyük kaybımız L’ışe Süleyman
Yançatoral’ın, Sevgili Sülü’nün böylesine önemli bir
yazısını sunuyoruz. Yukarıda söylediklerimizi haksız
bulanlardan da anımsattığımız yazının yazıldığı yıllarda
yazmış oldukları benzeri bir yazıyı beklemenin hakkımız
olduğunu anımsatıyoruz:
TEK YOL
ANAVATAN-MUHACERET İLİŞKİSİNİN SAĞLANMASI
VE MUHACERETTE
DİLİN KÜLTÜRÜN GELİŞTİRİLMESİDİR.
Natrt Savsur
L’ışe Süleyman Yançatoral
Yamçı Nisan 1976 Sayı 6
“Olmak veya olmamak.” Bütün sorun burada.
Yediden yetmişe kadar tüm Çerkeslerin sorması ve
araştırması, çözüm yollarını göstermesi gereken bir
sorun. Yok olmak hürriyeti ile hür olan bizler
artık ortak kısır politik çekişmeleri, geleneksel kabile
anlayışlarını bırakıp, gelecek için somut öneriler
getirmeliyiz. Artık bunun tartışması yapılamaz. Yok
oluşun eşiğinde sürekli bir şekilde asimile olarak
içinde yaşadığımız toplumlarla bütünleşen bizlerin,
gelişen ve değişen uluslararası ilişkilerden ders
alacağımız yığınla tecrübesi vardır. Gündemdeki sorun
dil başta olmak üzere bütün kültür değerlerimizin
yapısal bir değişime uğrayarak, başka toplumların
değerleriyle ve diliyle bütünleşmesi, yok oluşudur. Bu
durum kaba bir gözlemmile görülebilir. Bunun için fazla
kitap okumaya araştırmaya da gerek yok. Hiçkimse kendi
yöresinde hızlı bir asimilasyon varlığını inkar edemez.
Etnik gruplar arası kültür yayılımının 1) Temas, 2)
Rekabet, 3) Uzlaşma, 4) Eriyerek Birleşme aşamalarından
geçtiğini birçok araştırmacılar ortaya çıkartmıştır.
İlki iki aşama çoktan aşıldı. Son iki aşamayı birçok
bçlgede gözleyebiliyoruz. Bu birçok bölgelerin çoğalması
işten bile değil Doğal asimilasyonun yanında
bunungüçlendirici birçok yöntem kasıtlı olarak
uygulanmaktadır. Güçlü kitle etkileşim araçlarının
etkisiyle şartlandırılan kuşaklar için sorun kısır parti
çekişmeleri haline getirilmek istenmektedir. Kuşkusuz
içinde yaşadığımız toplumların siyasi yapısı bizi
etkileyecektir. Ama bu etki ana sorun olan yok oluşun
çözüm yollarını engelliyorsa bu duruma şiddetle karşı
konulmalıdır. Bugün birçok siyasi partilerin ileri
gelenleri Çerkes asıllı olabilir. Hatta bu partilerce
Çerkesler Türkiye’nin en gerici veya en ilerici kesimi
olarak görülebilir. Bunların bizce fazla önemi yoktur.
Çünkü yok oluş sorununa bir çözüm getirmemektedirler.
Getirmeleri de beklenemez. Ne “Halklara özgürlük”
sloganı ne de “Altaylar’dan Tuna’ya kadar Turan”
tekerlemesi bizim için bir çözüm yoludur. İlk bakışta
cazip gelse dahi derinlemesine bir inceleme her iki
yaklaşımın ütopik (olması olanaksız ) olduğunu gösterir.
Başkalarının toprağındaki bir özgürlükte benim gözüm
yok. Aynı zamanda dış Türkler paravanası a altında
her türlü ırkçı, Turancı baskılara karşı da uyanık
olmalıyız. Gündemdeki sorunmuz olan asimilasyonu
önleyici, dilimizi destekleyen herkes bizim için birdir.
Dış emperyalist güçlerin “bil-yönet” politikasını
tarihte çok iyi bilen bir neslin evlatlarıyız. Yalnız bu
konuda uyanık olurken, tüm uygar devletlerce desteklenen
ve çeşitli uluslararası antlaşmalarda üzerinde durulan,
tüm ulusların kültür değerlerini geliştirme, dillerini
yaşatma gibi insancıl haklarını da unutmamalıyız.
Muhacerette içinde yaşadığımız
toplumlardan somut olarak istediğimiz “kültürel
özerklik” kavramı üzerinde çeşitli tartışmalar
yapılabilir. Sonuçta kaesin bir çözüm yolu olarak
görülmeyebilir. Hatta bu istemin gereksizliği üzerinde
bile bulunabilirdurulabilinir. Nasıl ve ne şekilde
olursa olsun herkesi bu konuda tartışmaya çağırıyorum.
“Kültürel Özerklik” kavramını anavatanla
olan ilişkiden soyutlayıp ele alamayız. Çünkü birçok
araştırma enstitüleri, sanat ve kültür yapıtları,
yaşatılan gelenek ve görenekleriyle 1,5 milyon Adıghenin
kültür birikimi anavatanda oluşturulmuştur.
Anavatan-Muhaceret ilişkisinin kesintiye uğraması bu
kültür birikiminin muhacerete aktarılmasını
engellemiştir. İlkel-kölecei ve feodal toplum yapısının
bütün üstyapı kurumlarını (gelenek, kültür, hukuk,
din...) beraberinde getiren muhaceret kesimi, bu
kurumları yaşatan ekonomik temeli buldukça asimilasyon
konusunda bir tedirginlik duymamıştır. Anavatan ve
muhaceret kesimleri ayrı ekonomik ve sosyal sistem
içerisinde kendilerine bir yol aramışlardır. Anavatanda
kendi toprağında kendi insanları arasında, kendi halk
kültürünü çağdaş bir yorumda işleyip yeni bir sentezde
birleştiren toplumun muhaceret kesimi, içinde yaşadığı
toplumların kültür değerleriyle etkileşerek yabancı bir
sentezde birleşmiştir. Bu yabancı sentezin asgariye
indirilmesi ve daha çok genişlemesinin önüne geçilmesi
için Anavatandaki kültür birikiminin tez elden
muhacerete aktarılması gereklidir. Örneğin, ilkel,
sınıfsız toplum yapısın çok güzel yansıtan öz halk
destani “NARTLAR” bugüne dek aktarılamamıştır. Ayrıca
geçmişle ilgili bir yığın tarihsel olay hala kitap
sayfaları arasındadır. Anavatanda oluşturulan kültür
birikimi ancak anavatan - muhaceret ilişkisinin
geliştirilmesiyle bizlere aktarılabilinir.
Kuşkusuz bu ilişkinin geliştirilmesi,
uluslararası yumuşama politikasının daha geniş boyutlara
vardırılmasıyla olanaklıdır. Anavatan-muhaceret arası
gerginlik bizlerden başka herkesin yararınadır.
İçinde yaşanılan siyasi rejimler birbirinden farklı
olabilir. Katı bir tutumla bu tartışma alanına bu
rejimler getirilirse ister istemez bir ilişki kopukluğu
başlar. Bu ilişki kopukluğu da 1,5 milyon kardeşimizi
başka bir rejimde yaşıyor diye koparım atmayı sağlar.
Sorarım sizlere bu kimin yararınadır? Çağımızda tanıma
diye bir olgu varken kalkıp kulaktan dolma görüşlere
önem verirsek, kendi yoz kültürümüzle başbaşa kalırız.
Ve içerisinde yaşadığımız toplumlarla bütünleşir, yok
oluruz. “olmak yada olmamak” mücadelemizde bizi ırkçı
şövenist diye suçlayabilirler. Bu yanılgıdır. Biz her
türlü ırkçı şövenist baskıya hangi rejimde olursa olsun
karşıyız. Kimse kimsenin dilini, kültür değerlerini
sömürme hakkına sahip değildir. Yalnız bu hak
savunulurken dış emperyalist güçlerin “böl-yönet”
politikasını da gözden uzak tutamayız. Fetih edebiyatı
çağımıza ters düşmektedir. Çağdaş milliyetçilikte
“titrenerrek kendine” dönülemez. Çağdaş ulus anlayışı
bütün toplumların kültür değerlerine saygı duymak,
dilini öz halk kültürünü geliştirmeye yardımcı
olmaktır. Bunun yanında bizim
için önemli olan muhacerette dilimizi, kültürümüzü
geliştirici çalışmalarla her türlü şövenist baskılara
karşı çıkmak ve kendi toprağımız Anavatan Kafkasya’da
kendi kaderini kendisi çizen barışçı bir toplum olma
özlemidir. |