Biz
Çerkeslerin “Sürgünümsüler”i, “Yurtseverimsiler”i
olduğunu artık biliyorsunuz. Bunların ortak özelliği de
“Aydınımsı” olmalarıdır. “Aydın geçinen okumuşlar” yani
“aydınımsı”lardan, sayın Fahri Huvaj’ın sahip ve sorumlu
yönetmenliğini üstlendiği “Yamçı” dergisinin 1976
yılında yayımlanan birleşik sayısında değinildiğini
“Yamçı” okurları anımsayacaklardır:
“Dil
ve Alfabe Üstüne
Uluslaşmada, ulusal varlığın sürmesinde yurt birliğinin
yanısıra dil birliğinin de ne denli vazgeçilmez bir yeri
olduğu bilinen bir gerçek. “Dilsiz ulus ölüdür”
der bir atasözümüz. Yapılan her ulus tanımında
“dilbirliği” vardır. Bir Türk yazarı (Hikmet
Dizdaroğlu) “Yurt, ulus, dil sevgisi ulusal varlığın
temel taşlarıdır. Bunlardan birini ötekinden üstün
tutamayız. Ulusal varlığımız onlarla oluşur, onlarsız
düşünülemez. Yurt, ulus, dil üçlemi en güçlü birliktir”
der. Küçük ulusların veya ulusal toplulukların
dillerini geliştirmenin , bu arada Kafkasya’da yazı
dilimizin geliştirilmesi yolundaki çabaların
gereksizliğini ileri sürenleri yerlerine oturtan ünlü
Adıghe ozanı ŞOCENTSIK’U Aliy’ın şu sözleri ne güzel
yanıttır, günümzde de kimi dilleri küçümseyenlere:
“Dili dil olmayacak hiçbir halk yoktur yeryüzünde.”
Dilin
yaşaması, gelişmesi, yazılmasıyla, eğitim-öğretim
kurumlarında, pratik yaşamda kullanılmasıyla olanaklı
kuşkusuz. Alfabe de dilin yazılmasını olanaklı kılan
biçimler dizgesi. Çeşitli şive lehçelerin kaynaşarak
güçlü bir dil birliğinin oluşması, o potansiyel ulusun
bireylerinin tarihsel olarak üzerinde yaşadıkları,
Anayurt olarak benimsedikleri belirli bir toprak parçası
üzerinde sosyo-ekonomik bir bütünlük içinde yaşamlarını
sürdürmesi ile olanaklı. Ama bu hak ve olanaklardan
yoksunluk ortamında bu hak ve olanakların yeniden
kazanılması mücadelesinde dilin, alfabenin
yaygınlaştırılması daha bir anlam ve önem kazanmakta.
Yirminci yüzyılda Çerkesler Arap, Latin, Gürcü ve Kiril
(cyril) temeline dayalı birçok alfabe kullandılar.
Dahası eski dönemlerde Grek harflerine dayalı
alfabelerin de kullanıldığını ortaya koyan araştırmalar,
tarih öncesi dönemlerde Çerkeslerin kendilerine özgü bir
alfabe kullandıkları, hatta bugün bile korunmakta olan
Çerkes aile armalarının bu eski alfabeden kalan
harflerin temeli olabileceği savlarını kanıtlayacak
biçimde gelişiyor. Yukarıda sözü edilen son
alfabelerden devrim sonrası Kafkasya’sında geliştirilen
Kiril harflerine dayalı alfabe dışında hiçbiri kalıcı
olamadı ve yaygınlaştırılamadı. Onun için de Anavatandan
kopuk olan muhaceretteki Çerkes halkının büyük bir
bölümü yakın zamana kadar Çerkesce'nin yazılabildiğini,
onunla yapıtlar verildiğini bilmiyor, bu nedenle de
aleyhteki propagandaların ve şartlandırmaların daha çok
etkisinde kalıyordu. Bugün, Anayurtta yaşayan
soydaşlarımızdan anadiliyle okuma-yazma bilmeyen
kalmadığını, devrim sonrasında dilimizin daha bir
güçlendiğini, edebiyatımızın hızla geliştiğini
bilmeyenimiz artık yok gibi. Ancak yine de Çerkesce
yazılmış yapıtları görenimiz, hele onları okuyabilenimiz
henüz pek az.
Bunun
sorumluluğu da elbette halkımızın değil. Bunun
sorumluluğu, anavatanımız Kuzey Kafkasya’dan koparılıp
başka ülkelere serpiştirilerek muhaceret yaşamına
itildiği günden beri halkımızı insafsızca yok etme
politikası uygulayanların... Halkımız üzerine oynanan
oyunları sezebilmesine, görebilmesine karşın,
rahatlarının bozulacağı gibi kaygılarla parmaklarını
oynatmayan aydın geçinen okumuşlarımızın. Son
olarak da eşitlik, özgürlük deyimlerinde günümüzde bile
yalnızca ekonomik hak ve özgürlükleri anlayan, ulusal
özgürlükleri ulusal hak ve olanak eşitsizliklerini
teoride olmasa bile pratikte gözardı eden, kendi küçük
klik çıkarlarını ön planda tutan sözde sosyalistlerin”
(...)
İlginçtir, “ulusalcı”, “dönüşçü” dahil hangi kılığa
girseler de “aydın geçinen okumuşları”mızın, yani
“aydınımsı”larımızın olayımıza katkıları, dün
olduğu gibi günümüzde de dönüşü engelleme çabasıdır.
Aydınımsılar -dönüş yapmışları da dahil- eleştirilerinde
hiç karşılaştırma yapmaz, istatistiki bilgileri göz
önüne almazlar. Oturma izni başvurusuna ilişkin
işlemleri aşılmaz bir duvar gibi sunarlar.
Adigey’de yasanın istediği pasaport ve belgelerle gelen
birinin üç gün içinde başvurusunun yapılabildiği ve üç
ayda iznin çıktığını bilmezden gelirler. Başvurusu kabul
görmeyen olup olmadığı, varsa bunların oranın ne olduğu,
kaç kişinin oturma iznini yaktığı ya da kaç kişinin
hazırlanan oturma belgesini hiç almadığını bir türlü
gündemlerine almazlar. Kotanın onda birinin bile
doldurulamadığı değil de oturma izninin neden kotaya
bağlandığını sorun ederler. Pasaport fotokopisi ile iki
günde vize hazırlayabilenler bile dernekler arası
toplantılarda vize işlemlerinin zorluğundan söz
edebilirler. Radikal yazarı Nur Çetinay A.’nın vizeden
yakınan yazısı ya da benzerlerinden hiç haberleri yokmuş
gibi yapar, kendi bildiklerini okurlar:
“Yoksa
vize kâbusu bitecek mi?
AB’den vizesiz seyahat sinyali alındığına dair haberler,
beni hayatta en aşağılandığımı düşündüğüm anlardan
birine götürdü:
Yıllar önce. Genciz. Ama çocuk da değiliz, 20’li
yaşlarımızın ortasını geçmişiz. Bir Noel vakti iki kız
Paris’e gideceğiz. Elimizde eşten dosttan toplanmış
adresler, notlar, amma eğleneceğiz. Şu vizeyi de aldık
mı...
Hepimiz türlü çeşit vize macerası yaşamışızdır: Evrak
toplarsın, imza sirküleri kovalarsın, mal beyanında
bulunursun, kuyruk beklersin, gaddar memura düştün mü
ayvayı yersin, T.C. pasaportlular olarak bilmediğimiz
durumlar değil.
Ama o seferinde, bir sürü bilgi-belgeyle beraber, benden
hiç unutamayacağım bir şey daha istediler: Evliysen
kocandan, bekârsan babandan, gitmene izin verdiğine dair
imzalı mektup!
Bu nasıl küçültücü, nasıl aşağılayıcı bir iştir? Bir
kadını nasıl yok sayma, baba ya da koca, onu ancak
hayatındaki bir erkek kanalıyla muhatap almadır?
Bazen akla düşer ya: Şu hayatta beni en çok ne mutlu
eder? Şu kadar para mı? Falancayla tanışma mı? Kariyer
basamakları mı?
Bana en derin ‘oh’u çektirecek şeylerin başında AB
ülkelerine vizenin kalkması gelir herhalde.
Şurada iki adımlık komşu Yunanistan’a bile vizeyle
gidilmesi, ABD’nin bir kere ölçüp tarttıktan sonra
10 senelik vermesine rağmen Schengen’cilerin hâlâ parmak
hesabıyla gün sayması ifrit ediyor. Artık hakikaten
bitsin bu sıkıntı. Bitene kadar da istikamet vizesiz
ülkeler olsun! Şimdi mesela Hırvatistan’ın tam vakti.
Dubrovnik mis. Yakıncacık, kolaycacık, ucuzcacık, küçük
Venedik!”
Kimi aydınımsılar da önemsenen sorunun çözümleninceye
kadar yazılması, uğruna çaba gösterilmesi gerektiğini
gözardı eder, benim dönüp dönüp dönüşü yazdığımın ne
denli yanlış olduğunu sıkça gündeme getirir,
sorgularlar. Yeni Şafak yazarı Dürdane Cündioğlu'nun
sekiz yıl önce yazdığı ve 26 Haziran 2010 günü yeniden
yayımladığı
yazsı
ise, böylesi aydınımsılara Sokrates’in (M.Ö. 469-399 )
daha binlerce yıl önce gereken yanıtı vermiş olduğunun
belgesidir:
“Kadîm zamanlarda, ders vermek için diyardan diyara
gezen Grek bilginleri vardı ve böylelerine Sofist
denirdi.
Bir
defasında Küçük Asya'daki bir ders gezisinden Atina'ya
dönen bir Sofist sokakta Sokrates'e rastlar.
Sokaklarda âvare âvare dolaşmak ve insanlarla konuşmak,
sözgelimi bir 'ayakkabı'nın ne olduğu hakkında bir
ayakkabı tamircisiyle konuşmak Sokrates'in
alışkanlığıydı.
Sokrates'in şeylerin ne olduğundan başka hiçbir meselesi
yoktu.
Küçümseyici bir edayla, "Hâlâ orada mı duruyorsun?" diye
sorar Sokrates'e bu çok gezen Sofist, "ve hâlâ aynı şey
hakkında aynı şeyi mi söylüyorsun?"
"Evet" diye cevap verir Sokrates, "öyle yapıyorum. Fakat
sen, çok açıkgöz olan sen, hiçbir zaman aynı şey
hakkında aynı şeyi söylemiyorsun!"
* * *
Martin Heidegger'in "Modern Bilim, Metafizik ve
Matematik" başlıklı dersinde anlattığı bu hikayeden,
'gelişme', 'değişme', 'yenilenme' vb. parlak kavramların
içerikleri sorgulanmamış ikna ediciliğine yaslanmayı
marifet bilenlere, dolayısıyla 'çürüme'nin de en nihayet
bir 'değişim' düzeyinden ibaret olduğu îmalarına karşı
"Siz hâlâ orada mısınız?" yollu tahfiflere yeltenenlere
nisbetle çıkarılması gereken pekçok ders var hiç
kuşkusuz.
Malum, Sofistlerin hakikati talep etmekle, araştırıp
sormakla, sorgulamakla bir alâkaları yoktu. İkna edici
olmayı başarmak ve bu tür başarıları arzulayanları
eğitmek bu zevatın başlıca görevleri arasındaydı. Para
da kazanıyorlardı tabiatıyla. Konuşarak, tartışarak para
kazanmayı meslek edinmişlerdi çünkü. Gazeteciler gibi.
Onlar nezdinde hakkın, hakikatin kendisi değildi önemli
olan, bilakis kendisine istinad edilecek muhkem bir
noktanın ya da başka bir deyişle sabit bir istinadgâhın
bulunmadığını, bulunamayacağını göstermek ve böylelikle
heveskâr kitleler nezdinde şöhret kazanmak yeterliydi.
"Hâlâ orada mı duruyorsun, ve hâlâ aynı şey hakkında
aynı şeyi mi söylüyorsun?"
Bir
düşünsenize, bugün böyle bir soru karşısında kalan ve
kalacak olanların iftiharla "Evet hâlâ buradayım ve hâlâ
aynı şey hakkında aynı şeyi söylüyorum" cevabını
verebilmelerini tahayyül etmek ne kadar da güç
görünüyor.
* * *
Aynı konuda aynı şeyleri söylemek, günümüz zihniyetince
tekrar'dan, tekrara düşmekten ibaret addolunuyor.
'Tekrar' artık -ne yazık ki!- içine düşülen bir şeydir,
olumsuz bir durum, bir duruştur; zira 'kalıcılık'
demektir, aynı konuda aynı şeyleri söylemektir.
Binaenaleyh tekrar'da olumsuzluğu teşhis edilen cihet
esas itibariyle kalıcılık, yani sübutiyettir. Oysa
psikolojik bakımdan olumlu bir duruma işaret eden huzur
ve sükûn sözcüklerinin her ikisi de -tıpkı tekrar gibi-
hareketsizliğe, sübutiyete, kalıcılığa işaret eder.
Tekrar'ın ve yanısıra ezber'in klasik eğitimin en asil
yöntemlerinden biri olması düşündürücü değil mi?
Oysa bugünün insanı sürekli hareket halinde. Aynı konuda
aynı şeyleri söylemekten kaçınıyor. Çünkü geçmişini
unutmak istiyor, geçmiş unutulamayan demek olsa da.
"Sen,
çok açıkgöz olan sen, hiçbir zaman aynı şey hakkında
aynı şeyi söylemiyorsun!"
Evet
çok açıkgöz aydınımsılar! Ben sizi anlıyorum. Siz hiçbir
zaman aynı şey hakkında aynı şeyi söylemeyeceksiniz.
Ama
siz de, benim kendimi, yıllar yıllar önce aynı şey
için bıkmadan usanmadan aynı şeyleri söyleyemeye mahkum
ettiğimi anlayın lütfen:
“
(...)
Sözün
kısası güzelim
Seni sarsmamalı
en sağlam
bildiklerinin
yıkılışı...
Yıldırmamalı seni
en yılmaz bildiklerinin yılgınlığı
Ve yürümeli yürümelisin
İnancın doğrultusunda
Sağlam adımlarla
Taaaa ki ereğine varıncaya dek
Ya da ölünceye...” |