Yüzleşmeye ilişkin ikinci yazımdan beri üçüncü yazı için
Sayın Hapa’enin yazısını defalarca okudum. Her okuyuşta
bir kez daha şaşakaldım. Erhan bu kadar sığ mıydı? Bu
denli sığlığın, ben nasıl farkında olamamıştım. Elbet bu
arada bana yanıt olabilecek yazıyı da beklemeye
koyuldum. Bu beklenti ile de daha önce hiç ziyaret
etmediğim “Özgür Çerkes” sitesine de baktım arada bir.
Ve de yüzleşme ile hiç ilintisi bile olmayan
ikinci yazı. Ve son derece doğru son cümlesi.
“Mutluysalar
eğer; diyeceğim bir şey yok, bütün dediklerimi geri
alırım.”
Evet
bizler mutluyuz Erhancığım bütün söylediklerini geri
alabilirsin. Mutlu olamayanlar var ise eğer ve de İmdat
Kip bunlardan biri ise yapması gereken açık değil mi.
İlk uçakla Türkiye’ye dönmek. Ha eğer yol giderleri
olmadığı için anavatanda “rehine” olarak kalmışsa onun
da çaresine siz sevenleri bakarsınız sanırım. Yok “bize
ağır gelir” diyorsanız eğer, onun da çözümünü
bulabiliriz. Çünkü ulusal mücadelede çaresiz olan
diaspora yani sizsiniz, çare olan da anavatan yani
biziz.
Yazıda
çok açık olarak sorduğumuz sorulara tek bir yanıt bile
yok. Benim yazdıklarımdan sadece çok kızdığımı anlamış.
Oysa ben “bahar” olarak isimlendirdiği değişimlerin öyle
kendiğiliğinden gelişen baharlar olmadığını dile
getirmiştim. Yeni dünya düzeninden söz etmiştim. Bu
arada Sayın Hapae’nin sadece benim yazılarımı değil
genelde basını da çok iyi izlemediği ya da okuduklarını
algılayamadığı belki de kendisini konuyu iyi biliyor
bilinenlerden daha da yetkin sandığı kuşkusuna da
kapıldım.
Örneğin
Sayın Mahir Kaynak’ın 01.04.2012 günlü Star’daki
yazısının kimi bölümleri:
“Dünya yeniden şekillenirken en büyük değişimler
bölgemizde yaşanıyor. Daha doğrusu bu değişimler
dünyanın diğer bölgelerindeki gibi ekonomik, çatışmasız
siyaset gibi araçlarla değil iç isyanlar ve bölgesel
çatışma ihtimalleri ile gerçekleşiyor. Açıkcası ben
kimsenin demokrasi mücadelesi yaptığını düşünmüyorum,
bunu sadece araç kabul ettiğim için asıl hedefleri
kestirmeye çalışıyorum. Mesela Suriye’de, Arap Baharı’nı
yaşayan diğer ülkelerdeki gibi demokrasi kullanılarak
siyasi bir hedefe varılmaya çalışılıyor
(...)
“Suriye’nin hedef alınmasının nedeni demokrasi eksikliği
değildir. Bugünkü İran yönetimi ile aynı safta olması
onu Avrupa ve Çin politikalarının aracı haline
getirmektedir. Bunu engellemenin yolu mevcut rejimin
sona ermesidir. Sorun sadece Esad değildir. O hiç
aklında yokken bu göreve getirilmiştir. Onunla birlikte
onu bu yere getiren güç tasfiye edilecektir. Bunu
Araplar ve Müslümanlar dışında bir gücün yapması
istenmiyor. Bu durumda Arap ülkelerinin siyasi ve maddi
desteği ile Türkiye’nin barışçı metodlarla halka yardımı
en doğru yol olarak gözükmektedir.
“Şöyle bir gelecek öngörülebilir: Esad ülkeyi terk
edecek ve mıhalefet iktidara gelecektir. İran’la bir
çatışmaya girmek yerine iç ihtilafların güçlenmesi
sağlanacak ve iktidarın kaybetmesine destek olunacaktır.
Rusya’nın, doğrudan müdahale olmadan, böyle bir
opereasyona karşı çıkması beklenmemelidir. O doğacak
boşlukları doldurmaya çalışacak ve Suriye ile
Türkiye’nin yakınlaşmasını hoşgörü ile karşılayacaktır.
Dilerseniz biraz da bir başka uzmanın, Sayın Sedat
Laçiner’in aynı gazete ve günlü yazısının kimi
bölümlerine bakalım:
“Suriye’de ölenlerin sayısı 9.000’i geçti ve iç savaş
şiddetini arttırarak devam ediyor. Bölge
ülkelerinin Suriye üzerinden güç savaşları da her
geçen gün derinleşiyor. İran bölgedeki en önemli
müttefikini koruyabilmek için Suriye’ye silah ve
personel desteği sağlıyor. Ayrıca İran’ın Lübnan’daki
uzantıları da Esad rejimine açıktan destek veriyor.
İranlıların ve Hizbullah’ın zaman zaman çatışmalara
katıldığı biliniyor.”
Şimdi
Sayın Hapae, şu sorularıma yandan değil doğrudan cevap
verin lütfen.
-
Dünya güçlerinin, bölgesel güçlerin, kendi
etkinliklerini hakim kılmak uğruna, demokrasiyi
kullanmalarını, bölge insanının hayatını hiçe
saymalarını nasıl “bahar” olarak sayabiliyorsunuz?
-
Bu gerçekler karşısında, beklediğiniz “Rusya
Baharı”; Rusya’nın dağıtılması, Kafkasya’nın Rusya’dan
kopartılması amacı güden dünya güçlerinin, bölge
insanlarının hayatını hiçe sayarak müdahale etmelerini
desteklediğiniz anlamına gelmez mi?
-
Allah saklasın böylesi bir “bahar”da ölecek
Çerkeslerin sayısının kaça ulaşabileceğini hiç
düşündünüz mü? Akla gelen olasılık sizi hiç rahatsız
etmedi mi?
-
Bahar sonrası, baharı planyanlar amaçlarına
ulaşır ise eğer –altını çizerek Allah yazdıysa
bozsun- Kafkasya’nın hemen durulacağına, Çerkeslerin
daha iyi bir konuma geleceğine, dahası varlıklarını
sürdürebileceklerine gerçekten inanıyor musunuz?
Yazıya
dönelim:
“Şam
Yönetimi tersini söylese de Suudi Arabistan ve Katar
gibi devletlerin muhaliflere henüz etkili bir silah
yardımı yapamadığı görülüyor. Çünkü Ürdün ve Türkiye
silah geçişlerine izin vermiyor. Lübnan sınırı ise
kaçakçılığın zorlu ve pahalı olduğu bir yer. Bu noktada
ABD’nin tavrı çok önemli ve Amerikalılar henüz yoğun bir
silahlandırmaya yeşil ışık yakmadılar. Hatta ABD
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Suudlar’ı “silah yerine
diplomasiye şans verilmesi” için uyardı bile. Bu da
gösteriyor ki Suudlar silahlanma konusunda onay
alabilseler Suriye’de çatışmaların rengi çok değişecek.
Şu halde bile muhalifleri durdurmakta çok zorlanan Esad
Rejimi’nin ağır silahlarla donatılmış bir muhalefet
karşısında dayanamayacağı söylenebilir.
Suriyeli muhalifleri Suudlar’ın silahlandırmasının en
önemli riski ise Suriye’nin bölgesel bir mezhep
çatışmasının merkezi haline dönmesi olacaktır. Çünkü
buna İran kayıtsız kalmayacak ve çok daha ağır silahları
Irak üzerinden Suriye’ye taşıyacaktır. Hatta
Lübnan-Suriye-Irak Hattı’nın devasa bir savaş alanı
haline dönüşmesi dahi ihtimal dâhilindedir. Böyle bir
savaşın nerede duracağı, kime nasıl zarar vereceği ise
tahmini güç bir sorudur.
Peki, ABD neden bu kadar rahat, ya da silahlanma
konusunda neden acele etmiyor derseniz, Amerikalılar
öncelikle Rusya ve Çin’i yanlarına çekmeye çalışıyorlar.
Erken bir silahlandırma kararı yumuşayan Rusya ve Çin’i
daha katı bir konuma itebilir. İkincisi ortada
Amerikalıların acele etmesini gerektirecek bir aciliyet
yok. Ölenler Suriyeliler ve çatışmalarda harcanan
Amerikalıların serveti değil. Son olarak Suudların
desteğinde Müslüman Kardeşler’in, hatta uçlarda yer alan
Selefi grupların Suriye’de iktidarı ele geçirmesi ABD ve
İsrail’in korkulu rüyası. Bu durumda ABD Beşar Esad
rejimini bile mumla arar hale gelebilir.”
Söyler
misiniz Sayın Hapae, bu okuduklarınızdan sonra, bölge
insanının mutluluğunun yada ölenlerin sayısının
önemsendiğini söyleyebilir misiniz? Bu durumda sizin
gibiler için “el elin eşeğini türkü çığırarak arar”
deyimi bile hafif kalmaz mı?
Bir de
şu Çerkes siyasetinin Türkiye’de yani Türkiye
Çerkeslerince yani Türkiyeli Çerkes Çemberini
kıramayanlarca belirleneceği “ali görüşünüz”. Hiç
ciddiye almadığım, kimselerin de ciddiye alacağını
sanmadığım bir “ali görüş”. Buna karşı söylenebilecek en
hafif söz “Kılavuzu karga olanın...” diye
başlayan Türk atasözü olsa gerek. Ama gerçekçi olanı,bu
söylediğinize gerçekten inanıyorsanız yapmanız gereken
şey eğer varsa size inananlar ile birlikte. vallahi de
billahi de en yakın bir zamanda bir doktora
görünmenizdir.
Ayrıca
doktora gidip gelirken de umudunuz Çerkesya’yı kurgular,
kurarsınız.
Bu
arada, henüz ümit kesmediğiniz İmdat Kip için de birkaç
cümle:
Bakın
“çok açık ve net olarak” söylüyorum. Bizler Kip’in,
muhalefet yapmayıp dedikodu yapmasını yanlış buluyoruz.
Bildiğiniz gibi Rusya’da az olmayan sayıda muhalif örgüt
ve kişi var. Bunlar zaman zaman meydanlara da taşarlar.
Bizim herhangi bir platformda sözlü ya da yazılı Sayın
Kip’i böyle muhalif gruplara eylemlere katılmışlığını,
bildiri dağıtmışlığını, meydanlarda konuşma yapmışlığını
eleştirdiğimizi -ki en doğal
hakkımızdır- hiç duydunuz gördünüz mü? Hayır. Peki Sayın
Kip’in yaptığı, anlayamayacakları bir dilde, güya
muhalif olduklarının dedikodusunu hem de deplasmanda
yapmak değil midir? Yıllardır yazdığımız ancak hep
anlamazdan geldiğiniz bu konuyu daha iyi anlatabilmek
umudu ile örnekleyeyim.
Ben TC
vatandaşıyım. Türkiye’nin geleceği birçok bakımdan ama
bu arada yaşayan Çerkesler açısından beni
ilgilendiriyor. Kimileyin, yönetiminden yöneticilerinden
de rahatsız olabilirim, muhalefet edilmesi, mücadele
edilmesi gereğine inanabilirim. Bana düşen bu
eleştirilerimi Türkiye’de dile getirmek, rahatsızlığımı
yönetime ulaştırmak değil midir? Türkiye yönetiminin
duymayacağı, görmeyeceği, platformlarda anlayamacakları
dilde ver yansın yazıp çizmem eleştiri olabilir mi? Bu
dedikodunun daniskası değil midir?
Ama
sanırım, Sayın Kip de Çerkes siyasetini Türkiye’de
belirleneceği safsatasına teşne olmalı ya da Türkiyeli
Çerkesleri, RF’de iktidarı devirecek kadar güçlü görüyor
olmalı ki bizim dedikodu dediğimiz “muhalefeti”
Türkiyeli Çerkesler nezdinde yapıyor. Sanırım
Türkiye’deki Çerkeslerin “yürü” dendiği için
yürüdüklerinin ve “dur” denince zınk diye duracaklarının
farkında değil. Oysa bugün nerede olduğu bilinmeyen
DİÇEĞ bunun en yakın kanıtı değil mi? Bir de ÇHİ (Çerkes
Halkı İntegrasyonu)’nun istanbul yürüyüşünde yürüyüş
kolunun kırmızı trafik lambası yandığında zınk diye
durduğunu, Karşıdan karşıya geçerken de kuralları ihlal
etmediğini, üst geçidi kullandığını (bigi Adnan Cankılıç)
bilmiyor olmalı. Ama yine de ÇHİ’nin görevini daha
ustalıkla yerine getirdiği onun için de ömrünün daha
uzun olabileceği de göz ardı edilmemeli. Peki, 12
Mart’ta Sayın Milli Eğitim Bakanı’nın tüm Türkiye
kamuoyu önünde Kürtçe’nin seçmeli ders olabileceği
açıklamasına karşın “anadilim onurum savaşırım korurum”
diye meydanlara çıkanlardan, yollarda yürüyenlerden
neden tıs yok dersiniz? Bunun nedeni, bir dönem “Kurdara
Azade” dışında slogan bilmeyen aydınımsılarımızın
Kürtçe’yi anadilleri saymaları mı? Ya da neden, Çerkesçe
seçmeli ders olsa bile kendi çocuklarını
göndermeyecekleri bilinci mi? Ve daha söylenebilecek
birçok şey...
Bu
arada yeri gelmişken savunduğumuz “Dönüş”e de değinelim
biraz.
Şunlar
kimi ilkelerimiz:
-“Mümkün olan en kısa sürede mümkün olan en çok sayıda
insanımızın sağlıklı bir şekilde anavatanla buluşmasını
sağlamak. Takdir edersiniz ki bunun nasılının, çağın ve
bulunulan ülkelerin koşullarına göre değeişebileceği ve
değiştiğidir.
-Dönüş
diasporada asimile olmuş ve bu asimile olmuşlukla mutlu
insanların değil, dili ile kültürü ulusal yaşamını
sürdürmek isteyenler için çözüm önerisidir.
-Dönüşü
doğru bulan her bireyin, hele de koşullarını
hazırlayamamaışsa dönme zorunluluğu yoktur. Ancak dönüşü
doğru bulan her birimizin, bu sürece kendi olanakları
ölçisinde katkıda bulunma zorunluluğu vardır.
-Kişinin anavatana dönmesi için mutlaka dönüşçü olma ve
dönüşçü olarak anavatanına kavuşan, halkı ile buluşan
kişilerin de dönüşçü kalma zorunlulukları yoktur.
Diasporada iken dönüşçü olsa da anavatanına kavuşmuş,
halkına karışmış ve birinci etabı kazanmıştır.
Sonrasında halkımızın bir bireyidir. Diasporada her
bireyin, ulusal sorunla ilgilenmediği gibi dönüşü
gerçekleştirmiş arkadaşlarımızın da ulusal sorunla
ilgilenmeme özgürlükleri vardır.
-İlgi
alanlarına göre kimimiz tiyatro kimimiz halk dansları
ile ilgilenecektir, siyaset değil daha çok bilimle
uğraşanlar de çıkacaktır.Kimisi iktidardan, kimisi
muhalefetten yana olacaktır. Kimi dönüşçüler de dçnüşçü
olarak kalacaklardır. Dahası dönüş sürecinde hiç de
dönüşçü olamayan kimi anavatana dönmüşler Dönüşçü
olabilecek, halkın dönüşüne katkıda bulunacaktır.
İşin
daha ilginç yönü ise Sayın Hapae’nin “yüzleşme” adlı iki
yazı yazmış olmasına karşın henüz kendisi ile yüzleşme
denebilecek tek sözcük etmediğidir. Yüzleşmenin, önce
kendisinin, bir örgüt üyesi ise eğer, örgütünün,
yanılgı ya da başarılarını saymakla başlaması gerekmez
mi? Ama nedense Sayın Hapae, yüzleşme adı altında
halkımızın, kedisi dışındaki bireylerinin kendince
eksikliklerini sayıp- döküyor. Oysa asıl gereksinme
duyduğumuz ve bizi daha ileriye taşıyacak yüzleşme,
gerçek yüzleşmedir ve yüzleşen kişinin kendisi ile
başlayanıdır.
Örneğin
Erhan Bey bize göre kendisi ile şöyle yüzleşebilir;
Ben şu
yıllarda ulusal sorunun farkında oldum. Halkımın dili
ile kültürü ile var olabilmesi için
birşeyler yapabileceğime inandım. Kimi arkadaşların
çözüm önerisi dönüşe, karşı çıkmamakla birlikte pek
sıcak da bakmadım. Çözümü Türkiyelikte gördüm. Dahası
bunu eğer bir yere gideceksem Paris’e giderim diye de
pekiştirdim.Sorunun böyle görülmesi için çok çaba
gösterdim. Birçok Çerkesi de yanımıza alabildim. Ancak,
Türkiye’de devrimi gerçeklestirip
haklarımızı bölüştüreceğini söyleyen, içinde bulunduğum
gruplara ulusal sorunumuzun çözümüne ilişkin tek kelime
söyletemedim. Gerçekte fraksiyonlarımızın üyelerine
kendi sorunumuzun özelini anlatmak aklıma bile gelmedi.
Sonra
sessizliğe gömüldüm. Hayal kırıklıklarım büyüktü.
Türkiye’de olaylar bizim düşlediğimiz, kurguladığımızın
çok dışında gelişti. Yıllarca karşılarında durduğumuz
zihniyet, bizleri mutlu eden değişikliklere imza attı.
Eski dava arkadaşlarımdan bu olumlu gelişmeyi
görebilenler çok değil. Doğrusu anlatmayı birkaç kez
denemedim de değil. Ancak anlatamadım. Ta geçmişte
takılıp kalmışlardı.
Gerçekte şansım tutup, Mıyekhuape’deki iş kurma
girişimim başarılı olsaydı belki ben de bugün
“rehinelerin” arasında olacaktım. On yıl önceki
ziyaretinde gördüklerini günümüz gerçekleri imiş gibi
anlatanlara, bir eda ile yazıp çizenlere gülecektim.
Dahası kimileri için belki de “bu adam bu kadar sığ
mıydı” diyecektim. Sonuç olarak ben özü sözü doğru biri
olduğum için, samimi olduğum için, halkımı sevdiğim
için, genelde tüm insanları sevdiğim için, İnsanların
acı çekmelerini istemediğim için, ‘Değerli arkadaşlar
ben yakın geçmişte bütün öngörülerimde yanıldım. Yine
yanılıyor olabilirim. Onun için yazdıklarıma itibar
etmeyin’, alışkanlık olduğu ve de sayıları az olmayan
ben gibilerin beğeneceğinden
kuşku duymadığım için yazıyorum” diyebilirdi.
Gerçekte Sayın Hapae’nin iki yüzleşmesinden daha çok
yazı çıkar da ben Erhan Hapae gibilere daha önceden
verilmiş daha özlü yanıtlarla bu seriyi sonlandırayım
diyorum. Bu sözlerin yardımı ile sorunumuza dışarıdan
bakanlarla, içerden bakanların arasındaki farkı
kitaplar dolusu açıklamalardan daha güzel
anlatabileceğimi düşünüyorum:
Biz
içerden bakanlar “Ya bir yol bulacağız, ya bir yol
yapacağız” diyen Hannibal’ın izinden gidiyoruz.
Dışardan bakanların da kimlerin izlerinden gittiklerini
bilmiyor olsak da Hannbal’ın izinden gitmediklerini çok
iyi biliyoruz.
Biz
içerden olanlar “karanlığa söveceğine bir ışık yak”
diyen Konfiçyüs’ü haklı buluyor, bir ışık yakmaya
çalışıyoruz, siz dışardan olanlar da karanlığa sövmeyi,
aydınlığı karartmayı ışık yakmakla eş tutuyorsunuz.
Yine
bizler “Derin olan kuyu değil kısa olan iptir”
diyen Konfiçyüs’ü anlıyor ve su alabilmek için
elimizdeki ipi uzatmaya çalışıyoruz. Sizler de
elinizdeki ipin kısa olduğunu, dahası bizim elimizdeki
ipten çok daha kısa olduğunu bildiğiniz halde hep
kuyunun ne kadar derin olduğunu söyleyip duruyorsunuz.
Bizler,
“Ya ümitsizsiniz. Ya da ümit sizsiniz. Ya
çaresizsiniz. Ya da çare sizsiniz” diyen Behçet
Necatigil’in sözlerindeki ümit olmaya, çare olamaya
çalışıyoruz sizlerin de ümitsiz ve çaresiz olanın
“Dönüş” değil kendiniz olduğunun bilincine varmanızı
diliyoruz.
Yazının
bundan sonraki bölümü tüm bu özlü sözlere karşın yol
aramaya, yol bulmaya çalışmayanlar, bir ışık yakma
çabasına girmeyip karanlığa sövmeyi sürdürenler,
ellerindeki ipin kısalığının bilincinde oldukları halde
kuyunun derinliğini dillerinden düşürmeyen ümitsizler,
çaresizler içindir.
Dolayısı ile okumayabilir, okusanız da üstünüze
almayabilirsiniz. Çünkü ihanete ilişkin. Ben ihanetin
sadece vatana ya da sevene karşı işlenebileceğini
sanıyordum. Meğer ihanetin de çok çeşitleri varmış,
sanal ortam bu konuda da bayağı zenginmiş:
“İHANET; Samimiyet,
içtenlik, bağlılık gibi duygusal devinimi olan köklü
değerleri taşıyor ve paylaşıyor gibi görünüp, ansızın
gerçek yüzünü gösterip şok etmektir.
İhanet olduğu gibi görünemeyen ve yaşayamayan, kimliğini
tamamlamamış, karakter sorunu olan yüreksizlerin
kendinden kaçtıkları başkası oldukları bir yok olma
halidir.
İhanet, düşkünlüktür, değersizleşmedir.Kişinin kendi öz
saygısını zedelemesidir.
İhanet göreceli ve geniş bir kavram nereden nasıl
baktıgına baglı,olaylara ve sonuçlarına göre degişir.
Buda
ihaneti anlatan bir Mehmet Yücel şiiri:
“İki
yüz ihanet, yalan ihanet./ Vurgunlar ihanet, talan
ihanet. /İnsanı insandan çalan ihanet. /Haksız yere
hüküm salan ihanet. /
İhanet, söz verip sözünü yutmak. / İhanet, gizlice
çelmeler atmak. / İhanet, değeri değmeze satmak./
İhanet, beyhude gaflete yatmak.
İhanet, vatana sahip çıkmayış. / İhanet, gereksiz,
yersiz arayış. / İhanet, dar günde puşta yarayış. /
İhanet, gür diye bir kel tarayış.
İhenet, bir dostun boşa kaybıdır. / İhanet, insan
olmanın aybıdır. / İhanet, güzçsüzün güçlü kabıdır. /
İhanet, devrin erzak dolabıdır.
İhanet, birini hiçe saymak. / İhanet, tuzaktan zevk
duymak. İhanet, zavallıya süt, kaymak. /
İhanet, özelliği ortaya koymak.”
“Ah bir
yüzleşebilsek-4”ü yazmak zorunda kalmamak umut ve dileği
ile... |