Adını
koyduğum için “ne sanıyor kendini bu adam, büyük küçük
herkeslere öğütler veriyor” diyeceklerin sıraya
gireceğini, çoğunun da bunu açık olarak yazmayıp ancak
arkadaş toplantılarında dile getirebileceklerini
bilmiyor değilim. Böyle düşüneceklere hemen anımsatayım.
Gerçekte hemen her gün her birimizin yaptığı şeydir öğüt
vermek. İnsanoğlu sever öğüt vermeyi… Adını böyle
koymasa da her yazanımız, her konuşanımız gündemine
aldığı sorun konusunda yaklaşımını dile getirdiğinde
gerçekte “Ben bu sorunu sizlerden daha iyi biliyorum.
Doğru olanı budur. Onun için sizler de sorunu benim
algıladığım gibi algılayın. Benim çözüm önerilerimi
benimseyin “demiş olmuyorlar mı?.. Evet öyle…
Örneğin Sayın HAPAE Erhan
Çerkeslerin Ermenilere soykırım uyguladığına inanıyor
olmalı ki, Çerkesleri,
kendileri ile yüzleşip (!) bu
görüşü kabul etmeye çağırıyor. Yüzleşmenin önce
kişinin kendi özünü ilgilendirdiği ilkesini yok
saymıyor mu? Ayrıca Çerkeslere, “sizin göremediğinizi
gördüm, sizin anlamadığınızı anladım ve size ne yapmanız
gerektiğini de öğütlüyorum” demiyor mu?
Ya da Sayın Nurhan Fidan’ın bir yazıyı, yazarına
teşekkürü de unutmadan birçok sayfada paylaşması,
içindeki saçma sapan görüşleri kendi görüşlerime yakın
buluyorum anlamına gelmiyor mu? Bir başka deyişle bu
saçmalıkları bizim de kabullenmemiz öğüdünü vermiyor mu?
Özetle kişi, inandığı, inandığını sandığı, inanıyor
sanılsın istediği, kimileyin çıkarı için savunduğu
görüşleri, dile getiriyor, bunlar benimsensin istiyor.
Benimsemeyenler de ne kadar yanlış olduklarını
kanıtlamaya çalışıyorlar. Sonrasında da kendi
doğrularını sıralıyorlar.
Bunlar her gün yaşadığımız olağan durumlar. Herkes aynı
görüşte olamaz. Olmamalı da… Herkesin aynı düşünür
olmasının düşünülmesi bile sıkıcı… Ayrıca dünya dünya
olalı beri, bu değil midir, doğruları bulma yöntemi?
“Müsademe-i
efkardan barika-i hakikat”
doğar yani gerçeğin ışığı fikirlerin çatışmasında doğar
denmemiş mi?
Ama üzülerek bugün sözünü etmek istediğim daha önce de
birkaç kez değindiğim ilkel kafa yapımızın sonucu
yaklaşımlar. Evet, ilginçtir, bireysel olarak
yakalayabildiğimiz çağdaş yaklaşımı toplumsal bellekte
bir türlü içselleştiremiyoruz. Bunun sonucunda da
kurumların yöneticilerini eleştirmekle kuruma karşı
olmayı bir türlü ayıramıyoruz. Oysa göz önünde değil
midir, hükümet devlet farklılığı. Başbakan'a,
dahası Devlet Başkanı'na
yöneltilen en sert eleştiri, haklı bir eleştiri ise
eğer, sağlıklı düşünen biri için Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’ni yıpratma çabası olarak algılanabilir mi?
Biz kimilerin yöneticileri, kurumu yıpratmak,
etkinliğini azaltmak, dahası sonunu getirmek amacı ile
eleştirdikleri olgusunu yadsımıyorum. Ancak
yöneticilerin de, kurumları çok önemsendiği, daha
güçlensin istendiği, güçlü olduğu ölçüde sorunun
çözümüne olumlu katkıları olacağına yürekten inanıldığı
için eleştirilebileceklerini anlamak istemeyişlerine
“yaralı bilinç” dışında bir gerekçe bulamıyorum.
Kendi adlandırmaları ile “dışarıdan biri” bizlerle
ilgilenen, ortak akıl mı yoksa akıl toplantıları mı
olduğu çok uzak olmayan bir gelecekte netleşecek
toplantılarımızda moderatörlük yapan, diasporamızı konu
edinen bir de kitap yazan Sayın Prof. Ayhan Kaya’yı
eleştirirsiniz, anında bizimkilerin kayasına
çarparsınız. Kitabın doğru bulduğunuz yönlerini
belirtmiş olmanız da kurtarmaz sizi, eleştirileri
gerekçelendirmek de… Sayın Kaya’nın belirli bir tarihin
öncesini görmediğini, görmezden geldiğini ya da konuyu
iyi araştırmadığını, arşiv taraması yapmayıp sadece
kendisine güvendiği dostlarının bilgilendirmesi ile
yetindiğini kanıtlarsınız. Bu kez söyledikleriniz
doğrudur ama yönteminiz yanlıştır. Türkiye çapında
dağıtımı yapılan bir kitabı sanal ortamda eleştirmek
yanlış olur.
Yıllardır işin içinde olduğum için onlarca olayı size
günü saati ile örnekleyebilirim. “Türkiyeli Çerkes
Çemberini” kıramamış arkadaşlarımızın bu, yanlışı bir
türlü kabullenmeme huyları atılabilecek olumlu adımları
da geciktirmektedir. Oysa hatalı olduklarının
içselleştirebilmeleri gelecekte daha az hata yapmalarını
sağlayacaktır.
Tüm bu yanlış tutumların tek gerekçesinin ancak “yaralı
bilinç” olabileceğini söylemiştim. Yaralı bilinçten 04
10 2008 günü CC’de yayımlanan bir yazımda da söz
etmiştim:
“Yaralı Bilinç”ten söz etmeyi hep ertelememin en büyük
nedeni derinliğine inemeyişim. Klavyenin başına her
geçtiğimde kendi yetersizliğimin bilincinde oldum. Ama
bir çoğumuzun kendisini bulacağı kitaba da ilginizi
çekmek istiyordum. Sonu da okurken altını çizdiğim kimi
bölümleri aktarmanın da yeterli olacağını düşündüm:
Sayfa:7 “Yaralı Bilinç, tarihte geri kalmış ve
değişimler şenliğine katılmamış uygarlıklardaki zihin
çarpıklıkları üzerine bir denemedir. Varlığını İrani-İslami
dünyadaki kişisel deneyime borçlu olmasına rağmen, bu
kitabın menzilinin yalnız o dünya ile sınırlı olmadığını
ve bir bakıma, zihinsel yapıları hala Geleneğe bağlı
olan ve modernliği sindirmekte güçlük çeken
uygarlıkların çoğunu ilgilendirdiğini düşünüyorum.
Biz periferi insanları, farklı bilgi blokları arasındaki
çelişkilerin zamanında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve
karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar
arasındaki çatlağa düşmüşüz. Zihin açıklığıyla ve hınç
duymadan üstlenildiğinde bu iki yanlılık bizi
zenginleştirebilir; oysa bilginin eleştirel alanından
dışlandığında, aynı iki yanlılık duraklamalara neden
olmakta, bakışı sakatlamakta ve tıpkı kırık bir aynada
olduğu gibi, dünya gençliğini ve tinsel imgeleri
biçimsizleştirmektedir.
Günümüzdeki kritik aşamasında, bu deneyin gerçek
kapsamı, Batı bilincinin gözünden büyük ölçüde
kaçmaktadır. Zira aslına bakılırsa batının sorunu
değildir bu. Bu deneyin gerçek kapsamı ancak,
bedelini mutsuz bilinçleriyle ödeyenler tarafından
belirginleştirilebilir. (...)
Sayfa 11: “(...)
Bu sorun ancak bu uygarlıkların savunucuları tarafından
ortaya çıkarılabilir; çünkü nasıl kimse bir
başkasının yerine ölemezse, bizim içinde yaşadığımız
uygarlığın dışındaki bir uygarlıktan gelen biri de bu
çalışma deneyini varlığın her zerresinde hissederek
ruhunda yaşayamaz. Başka bir deyişle bu çatlama, bize
özgü olan ve başkasına devredemeyeceğimiz kaderimizdir.”
Sayfa 13: “(...)
Tasarladığım şeyin karşımda duran şeye göre “geç
kalmış” olması, yalnızca kronolojik bir uyumsuzluk
değil, ontolojik bir bölünmedir. Şeyler, gerçeklik
algılarımın evriminden çok daha hızlı değişmişlerdir. Bu
dönüşümler göndermelerimi saptırıp sürdüğüm izleri
dağıtmış, ama ruhumun derin katmanlarında değişiklik
yapmamışlardır. Gerçekleri “mitoslaştırma” eğilimim
öyledir ki şeylerin tarihsel bir evrim sürecinden
ziyade; tözel bakıştaki değişmez özlere inanırım. (...)
Bilincim hala büyülü dünyanın zamanında yaşamaktadır.
(...) Zamanın değiştiğini, dünyanın dönüşüme uğradığını,
tarihin durmadan yeni üretim biçimlerini, yeni toplumsal
ilişkilerini biçimlendirdiğini bilirim, ama bu tarihin
içeriği benim yokluğumda oluşmuştur. “
Sayfa:15 “Atalarımın bana bıraktığı mirasla
dünyanın bugünkü hali arasında bir kopukluk olduğunu el
yordamı ile hissediyorum. Kültürümün içinde hiçbir şey
beni buna hazırlamıyordu.”
Sayfa:18 “Alt yapılardaki biçim değişikliği ile
kafalar değiştirilemez, bizzat kafaların altüst edilmesi
gerekir. Uyumsuzluğumun farkına vardığımdan beri
sorunlarımın değişmediğini görmenin şaşkınlığı
içindeyim. Hep aynı nostaljik temaları yineliyor, hep
aynı günah keçilerini arıyor, hep aynı siperlerin ardına
saklanıyorum; asırlık zafiyetin kısırlaştırdığı düşüncem
bayatlamış klişelerle iş görmektedir. Kuşkusuz zamanla
dramın kahramanları değişmekte ama dematürji hep aynı
kalmaktadır. Hep başkasının kurbanıyımdır. Masum olduğum
kesindir; başıma gelen bütün belaları, denetleyemediğim
esrarengiz güçlerden bilirim. Zira, dünya kadar eski bir
kaderin kurbanıyımdır aslında ve bu kader sürekli çehre
değiştirerek karşıma çıkmaktadır: Bazen
Büyük İskender, bazen Bedevi Arap, bazen bozkır atlısı
Cengiz Han, bazen kalleş İngiliz, bazen çirkin
Amerikalı, bazen Sovyet Ayısı ve kim bilir daha kimler.
Sayfa:34 “(...) Yakamıza yapışıp bizi felç
eden sıkışmaların nedeni, çoğu zaman dünya gerçekliği
ile denk düşmememizdir. Gerçeklik karşısında bakışımızın
sakat kaldığını söylüyorum.”
Kıssadan hisse mi: İlk başarmamız geren “hep
başkasının kurbanı olduğumuz” sakat düşünceden en
kısa sürede kurtulmak nesnel eleştirileri önemsemektir. |