...................
...................
BARIŞ ve HUZUR - II  “Bilincin Evrimi”

16.09.2010

Nilgün Nart
...................
...................

Söylediklerinize dikkat edin, düşünceleriniz olur…
Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınız olur…
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınız olur…
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınız olur…
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerleriniz olur…

Değerlerinize dikkat edin, karakteriniz olur…
Karakterinize dikkat edin, kaderiniz olur…
Mahatma Gandhi

“Bir sır daha var, çözdüklerinden başka
Bir ışık daha var, bu ışıklardan başka
Hiçbir yaptığınla yetinme, geç öteye
Bir şey daha var, bütün yapıtlardan başka.”
Hayyam

Zihnimizin bölünmüşlüğünü, iyi-kötü, doğru-yanlış arasında gelgitlerini, hiç durmayan sesini, her şeyi, bizde dahil yargılarına ve şikayetlerine, beklentilerine, sonu gelmez maddesel açlığına ve onun düşünceleri nasıl da oburca yiyip, bizi tüketene kadar bütün taraflarda dolaştırmasına tanıklık ettikten sonra sakinleşecektir. Zihne (egomuza), içimize bakışımız, “içsel sessizleşme”yi de beraberinde getirir. Bu sessizlik, “farkındalığın sessizliği”dir.

Dünyada ilk insanın ortaya çıkışından beri, atalarımızdan getirdiğimiz genetik yapımız ve bu yapı içinde, “genetiğimizle birlikte evrimleştirmeye çalıştığımız bilincimiz”, “hayvan-insan bilinci”dir. Ne tam hayvanızdır, ne de insanızdır. Hayvansal özelikler sergilemekle birlikte, zaman zaman insansı erdemler de göstermekteyizdir. Bu ikili doğamızda, insanileştirmeye çalıştığımız hayvani davranışlarımızla, hayatta kalma mücadelesini sergilediğimiz alışkanlıklara sahibizdir. Davranışlar, hayvanlarda gözlendiği gibi otomatiktir. Ya avsınızdır ya da avcısınızdır. Kazanan veya kaybedensinizdir. “Bedensel ihtiyaçlara ve neslin devamına odaklı”sınızdır. Mücadele vardır, üreme vardır, güç vardır, zayıflar, ihtiyaçlar vardır. Aklınıza gelebilecek bütün karşıtlar ve ikilemler vardır. Siz, aynı bir sarkaç gibi, iki kutup arasında gidip gelirsiniz. Bazen iyi, bazen kötüsünüzdür. Her şeye rağmen, “yaşamın devamına kodlanmış DNA yapımız”, onun etkisiyle gelen dürtülerimizi ve verdiğimiz otomatik tepkilerimizi sorgulamayız bile. İnsan doğamızın farkındalıkla dolu etkilerini alabilecek, alsak bile ayıklayacak ve gerçeği görecek ve ona göre tepki verecek bir zihin berraklığında değilizdir. Çünkü korkuyla hareket etmekteyizdir. Korkularımız, endişelerimiz ve beklentilerimiz zihnimizi bulandırır.

Ve tepkilerimiz her seferinde, binlerce yıldan beri oluşturduğumuz otomatik savunma mekanizmalarıdır. Kendi yaşamımızda, ihtiyaçlarımıza göre özel olarak geliştirdiğimiz ve etrafımıza sardığımız duvarlarımızı da bu tabloya eklersek, sınırlarımızın, kalıpların ve şartlanmışlıkların karmakarışık bir örgüsüyle karşılaşırız. Burası (hayvan-insan bilincimiz) “bizim hapishanemiz”dir.

Bu bilinçte “kader” vardır. “Özgürlük”ten eser bile yoktur. Otomatikleşen yaşamımızla, korkularımız ve zihnimizin gölgesinde kaderimizi yaratırız. Hem toplumsal kaderimizi, hem bireysel kaderimizi. Kişi; şartlarının, sınırlarının, ihtiyaçlarının ve toplumun otomatikleşmiş hayvan-insan bilincinin tutsağıdır. Hayat, sürekli bir mücadeledir.
Kaybeden olmaktansa, her ne pahasına olursa olsun, kazanan tarafta olmayı isteriz. Hırsımız ve korkularımızın gölgesinde, gözümüzü kırpmadan yüksek insani değerleri harcayıveririz. Çünkü bildiğimiz yöntem, en iyi yöntemdir.
Benim gerçeğim, benim doğrum tek gerçektir. Öyleyse benim gibi düşünmeyenler yanlış düşünüyordur. Ve onlar “öte taraf”tır.

İlk darbeyi sen vur. Size vurana, vurursunuz.
Sizden nefret edenden, nefret edersiniz.
Sizinle kavga edenle, kavga edersiniz.
Rekabet edenle, rekabet edersiniz.
Ben doğru düşündüğüm için, Tanrı benim yanımdadır ve diğerleri benim gibi yaşamak zorundadır.
Sizi yargılayanı, siz iki kat yargılarsınız.
Sürekli mücadele edersiniz. Sürekli bölünürsünüz. Sürekli iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış arasında, yani iki kutupta gidip gelirsiniz. Listeyi sonsuza kadar uzatabiliriz…

Mevlana yüzyıllar öncesinden “Sevgi ve merhamet insanlığın; hiddet ve şehvet ise hayvanlığın vasıflarındandır.” diyerek, insanın bir sonraki bilinç evrimini görmüş ve insan-insan bilincini, kendi insan bedeninde, kendi gerçeğine yürüyerek gerçekleştirmiştir.

Ve 21 yy. eşiğinde evrimin bizi zorladığı öncelikli konu; hayvan-insan bilincinden, insan-insan bilincine geçiştir. Bütün değişimler ve evrimler gibi, bu değişimde zor ve sancılıdır. Çünkü, değişim bir gerilimin arkasından gelir. Ve gerilim, insan ruhunda acıyı yaratır. Ve acı, her güzel şeyin öncesinde yaşanan “güzelin ve gelmesi gerekenin” doğum sancısıdır.

Bu, tıpkı yağmur yağmadan önce, bulutların kararması ve yağmuru yağdırmak için, hazırlık yapması gibidir. Ve arkasından “Rahmet” yağar. Her şeyi yıkar, paklar, temizler. Ve her yere yaşam enerjisini taşır. Değişim de; bizde olanları yıkar, paklar, temizler ve yeni yaşamla doldurur. “Yeni anlamlar”la donatır. Değişim; hareket, canlılık demektir.

İnsanlık yeteri kadar gerilmiştir. Kara bulutlar her tarafı kaplamıştır.
“Hayvan-insan bilincimiz”de gidilecek, iyileştirilecek hiçbir şey kalmamıştır.
Bütün ürettiğimiz değerler ve bu değerlerin neticesinde tükettiğimiz dünyasal değerlerin sonuna gelmiş bulunmaktayız.

Çok değil, bundan yarım yüzyıl önce kullanılan atom bombası, “hayvan-insan bilincimizin ürettiği bir buluş ve teknoloji”dir. Biz insanlık olarak, atomun parçalanmasından ortaya çıkan enerjiyi, insanlığın yararına ve refahına kullanabilecekken, bunu diğer insan “kardeşlerimizi yok etmek için silah” olarak kullandık. Çünkü; hayvan-insan savunma mekanizmalarımız otomatiktir. Etki-tepki yasasına göre çalışır. Bir sonraki savaşta keşfedildiğini bilmediğimiz ve insanlığın yararına kullanılabilecekken, bu keşfedilen teknolojiyi, insan-hayvan bilincimizin bir silah olarak kullanmayacağını nereden bileceğiz.

Eğer insan-insan bilincine evrimleşemezsek, içimizdeki hayvani içgüdülerimizden ve otomatikleşmiş savunma mekanizmalarımızla, yeni teknolojilerin de silah olarak kullanılacağını tahmin etmek, hiç zor olmasa gerek. Atom bombası, vicdanlı bir insanın aklının alamayacağı bir neden olan savaşta, karşı tarafa karşı kullanılırken ve masum insanların üzerine atılırken, atomla, atomun parçalanmasından ortaya çıkacak enerjinin boyutları ve sonuçları ile ilgili ve bunun silah olarak kullanılmasının yaratacağı gezegensel etkileri-zararları-felaketleri hakkında hiç kimsenin yeterli bilgisi yoktu.

İnsan; değil sahip olduğu bir şeyi, hiçbir şeyi yok etme yetkisinde değildir. Hele ki gezegeni tüketme ve yok etme yetkisinde hiç değildir. Çünkü insan geçici doğasıyla sadece geçici bir süre gezegene yaşama ve deneyimleme nedeniyle gelmiştir. Ve bir süre sonra, dünyadan ayrımsız ve istisnasız, herkesin bir gün gelip tadacağı ölüm denen olguyla ayrılacaktır. Değil dünya gezegenini, bütün evreni yok edebilirdik. Yarın bilimde yapılan yeni keşifler sonucunda, ortaya çıkacak buluşların ve teknolojilerin silah olarak kullanılmayacağını ve bütün bir Evren’i yok etme kapasitesine sahip olmayacağını kim bilebilir?

Bilim; daha kuantum, anti madde, sicimler, evrendeki kara delikler, hatta atomun çekirdeğinin yapısı hakkında bile yeterli bir bilgiye sahip değildir. Çünkü insan sürekli yok etme eğilimli ve yok etme eğilimli davranışının akabinde oluşan “hayali düşman”dan dolayı, “güvenlik amaçlı araştırmalar” yapmaktadır. Bu durumda canlı bir organizma olan gezegen, gezegen üstündeki her canlı, ekolojik sistem, atom ve kuantum alanları, “kendilerini insana ifşa etme”yecektir. İnsanın kalbinden başka, gezegendeki her şey canlıdır. Sadece “var olmak için tüketmek”tedir. “Tüketmek için var olmamak”tadır. İki davranış arasında çok büyük fark vardır. Bu fark ise, hayvan doğasına sahip insanın, bilinç taşımasından kaynaklanmaktadır. Gerçek insan olmaktayız. Ve bizler insan olarak, henüz “gerçek insanlığın çocukluk safhası”ndayız. Fakat dünyamızın geldiği acil-belirsiz gezegensel durumdan dolayı, artık büyümeli ve gezegenimize, yaşamımıza sahip çıkmalıyız.

Sanırım “Evren”, bu kadar “tehlikeli bir çocuğun evrende özgürce oyun oynaması”na izin vermeyecektir. Ve bizi bütün sistemlerle, hayvan-insan bilincinden, insan-insan bilincine evrimleşmek için baskılamaktadır. Dünyamızdaki “yozlaşmışlık ve kirlilik” değişimin habercisidir. Yozlaşmışlığımız ve kirliliğimiz bizim “yağmur öncesi toplanan bulutlarımız”dır.

Ve nihayet yağmur yağacak ve değişim başlayacaktır.

Yağmurun her bir damlası bu karanlıktan, “kendi gerçeğine ve yüreğine yol almaya başlayan bireyler”dir. Yüreğinde vicdanın sesine kulak veren, insani erdemleri kendinde bütünleştirmiştir.

Kendi gerçeğine yol almak, “kendini bilmek” demektir. Dünyadaki ve evrendeki kendi manasını çözerek, gerçek insan olmaktır.

Aynaya bakmak ve “sırrı aynada görmek”tir. Diğerleri, etrafımızda olan “her şey bir ayna”dır. Herkeste ve her şeyde sevgiyi görebildiğinizde ve her şeyin sevgi olduğunu bildiğinizde ve dünyayı kendinizde bildiğinizde; gerçek insan olursunuz ve insan-insan bilincine evrilirsiniz.

Evren bizi değişime götürmektedir. Değişime ayak uydurabilenler, yani uyum sağlayabilenler ve değişimi kabullenenler, ayakta kalacaktır.

Ve Charles Darwin’in dediği gibi; “Var olan, türlerin en güçlüsü değildir. Hayatta kalan değişime en çok ayak uydurabilendir.”

Shopenhauer der ki: “Değişim, değişmeyen tek şeydir.” Değişim, evrimin devinimidir, nabzıdır. Değişime, kimse karşı koyamaz. Darwin’in dediği gibi, “değişemeyenler güçsüz olanlardır.”

Çünkü, değişimin arkasındaki güç, Sonsuz’un gücüdür. Ve Sonsuz, kendi evreninde, kendi devinimi yapmaktadır. Ve değişim, her zaman çılgın, tahayyül edilemeyen vuruşlarla gelir.

Evrimi veya değişimi istemek yada istememek gibi bir seçeneğimiz yoktur. Burada dikkat edilmesi gereken konu; “eğer değişim yolculuğumuza gönüllü olur, olmakta olanın olmasına, yaşamlarımızda ki değişimlere izin verebilirsek, sevgi ve lütufla yaşama ve deneyimleme şansımızın olduğu”dur. Eğer değişimlere direnirsek, yaşamın bizim önümüze getirdiği ve bizi içine attığı değişimlerin ortasında, eskilere ve bırakmamız gerekenlere, “hayatımızdan çıkıp gitmesi gereken bağımlılıklarımızı sürdürme”ye devam edersek, deneyimlerimizin keder ve acı dolu sarsıcı olacağıdır.

Mevlana’nın dediği gibi;

“Acı yalnızca direnişte vardır.
Sevinç yalnızca kabullenişte.
Yürekten kabullendiğinde, acı veren durumlar sevinçli olur.
Kabullenmediğin sevinçli durumlarsa acı verir.
Kötü deneyim diye bir şey yoktur.
Kötü deneyimler, yalnızca olana direnmenin yarattığı şeylerdir.”

Çünkü yeniye ve bizim için gelmekte olana yaşamlarımızda yer açabilmek için, eskileri ve gitmesi gerekenleri salıvermek durumundayızdır. Eskilere tutunduğumuz ve değişime izin vermediğimiz zaman, direnç oluşur.

Sokrates; “Bir şeyler değiştirmek isteyen, insan önce kendinden başlamalıdır.” der. Sadece kendimizi değiştirebiliriz. Dışarısı dediğimiz diğerleri, bizim ardımız sıra değişecek ve dengelenecektir.

Çünkü, içimiz nasılsa, dışımızda öyledir. Ruhumuz sürekli dışarıdan bize, her şeyle yansır. Tasavvufa göre; ancak kendimizde olanı dışımızda görebiliriz. Ve ne ekersek onu biçeriz. Sevgi ekersek, sevgi alırız. Nefret ekersek, nefret alırız.

İnsan-insan bilincine evrimleşme sürecinde, kendi içimize yürüyüşümüzde, diğerlerinin de kendileri olduğunu, diğerlerinin de özlemlerinin ve beklentilerinin aynı olduğunu unutmadan, koşulsuzca her şeyi ve herkesi kapsayacak evrensel sevgiyi ve hoşgörüyü, “yeni zihinsel alışkanlığımız” olarak demirleyebilirsek ve “değişimlere direnmezsek”, insan olmanın tadını yüreğimizle yaşayabilirsek, herkese ve her şeye rağmen, yolumuzdan ve “kendimiz olmaktan vazgeçmezsek”, “yolun ödülleri” ve kendimiz, yani BARIŞ ruh halimiz, bizde tecelli edecektir. Siz “yolu temizleyin”, gelmesi gerekeni, Evren getirip içinize bırakacaktır. Kapı açılacaktır. Yol belirecektir.

Ve o zaman dünyada yaşanan savaşlara, masum insanların ve çocukların öldürülmesine, açlığa, sefilliğe, acıya ve sefalete dur diyebiliriz. Ve BARIŞI gerçek kılabiliriz.

Bu dünyada kendimiz gerçek olmadan, insan-insan bilinci taşımadan, neyi gerçek kılabiliriz ki? Bütün dünyayı yüreğimize almadan, herkesi ayrımsız koşulsuzca sevmeden, hangi savaşı durdurabiliriz ki?