İnsanın yuvası Bilincidir.
Bilinç, kalbi zekadır. Ölümsüzlük, (ölümün yokluğu veya
bilinçli değişim) Bilinç bedeni aktifleşmiş ve ifadesi olan
halde yaşayan insanda evrensel zekanın parlaması ile hayat
bulmaktadır
Ölümsüzlük, insanoğlunun artık
mitolojilerden hatırladığı bir mefhum olmakla birlikte, yine
de kendinde ölümsüzleşen insanı da, ölümlü dünyanın fanileri
hiçbir zaman bilemeyeceklerdir. Çünkü şu “ölümlü” dünyada ne
kadar da normal bir
yanılsamadır, -canlılık dışı-
olmak.
Ölümsüzlük önce sessizlik ile başlar, zihinden dışarı
çıkabildiğimiz de ve zihin sadece ve sadece insanın diğer
düşünsel görünmeyen organları gibi insan bütünlüğünde yerini
aldığı zaman, insanın ölümsüzlüğü dünyada gerçek kılabilmesi
için bir şansı olabilecektir.
Ölümün olmadığı bir yaşam, yüksek düşünceli bir yaşamı
çağrıştırmaktadır. Ki yüksek düşünceler zaten uyumakta olan
insanın illüzyondan çıkabilmesi için birer kapıdırlar. Ki O
yüksek düşünceler, gerçek frekanslarına uygun realiteleri
kendisine çekebilsin, kendinden dışarı çıkarıp insanı
yaşatabilsin ve yaşayabilsin.
Her bedenin kendince bir bilinci
olduğuna göre ve insan da henüz 3.boyut denen maddesel alemde
fiziksel bedeni üzerinden
görüldüğü sanılan bir rüyada
bulunduğuna göre, doğal olarak ölümlü olan maddeye odaklanmış
durumdadır. Bu nedenle “can” olan insan enerjisi de ölüm denen
yokluğa akmakta ve yokluğun alametleri olan, açlık, kıtlık,
savaş, mücadele, rekabet, sefalet hastalık ve hepsinin
kümülatif toplamı ve canlılığa kesin ve kocaman bir rest çekme
olan ölümü dünyada gerçek ve var kılmaktadır.
Kim bilebilir ki,
rüyada
gördüğümüzü sandığımız bu yaşamla ve canlılıkla olan büyük
restleşme ve canlılığı terk etme, mana ile dolu
daha daha, büyük büyük
bedenlerimizde, nelere
neden olmaktadır. Bilinci bir
ışık gibi düşünürsek ve ölümünde bilincin olmadığı sonlanma
olarak kabul edersek, burada sonlanan gerçekte nedir?
Ölümlü yaşamımızın rüyası
mıdır yoksa başka bir şey midir?
Evrensel Canlılığımızın
sekteye uğraması veya gerçek varlığımıza dadanmış, -bir
düşünce- olabilir mi?
Ölüm,
canlılık durumundan çıkma ama ulaşılan durumun da bilinmemesi,
bilinçli olarak bilinmemesi ile alakalı olduğundan aslında
ölümde yüceltildiği gibi bir bilinç ve ilahilik de yoktur.
İlahilik canlılık ile bilinçlilik ile ilgilidir. Çünkü O’nun
var ettiği yaşam, yine O’nun Hay esması üzerinde şekillenmekte
ve can bulmaktadır. Yaşam nasıl -ölümü- üretebilir, anlaşılır
gibi değildir.
Hadi
diyelim ki bilinçli bir değişimle başka bir yaşamı bilinçli
bir şekilde örelim, yaşamımız, içinde yaşayacağımız başka bir
yaşamı yaratsın. Bilinçli bir değişim olsun, ne olduğumuzun,
olacağımızın ve olmakta olduğumuzun bilgisinde… Yaşadığımız
realiteden başka türlü çıkmayı başarabildiğimiz…
Ölüm, insanın
can denen, bilinç denen
yüksek düşünce ve halinden uzaklaşmasıyla
başına gelen bir olgudur.
İnsan ne kadar hayatla
ve yaşamıyla ilgili
canlılığını yitirirse o kadar ölüme yaklaşmakta ve bilincinin
ışığı sönmektedir.
İnsan bilincin alt katmanlarında (3.
boyut-maddesel alem) entropi yasası gereği yokluk düşünceleri
ile muhatap olduğundan, bilinç sürekli düşük frekanslı
düşüncelerle kendi maddesini yaratmakta ve kendini de
maddeye odakladığı ölçüde,
düşük düşünceler ile dolmakta
ve
kendini maddede (düşüncede)
tutsak kılmaktadır.
Çünkü, “neye bakarsak oyuzdur ve
baktığımızı yaratırız.” Nasıl ki
“ne ararsak aradığımız
olduğumuz gibi”.
İnsan, bilinçsiz olduğu için ölmektedir.
İnsan
ne kadar bilinçli olursa, bilincin ışığı ile hemhal olursa o
kadar ölümsüzlüğe yaklaşmaktadır.
Ölümsüz olan Bilincin en büyük aracı zamandır. Zaman düşlerle
Birlikte yaratılır.
Düş
düşlendiğinde, düşlerin diyarında düşün mekanı da yaratılmış
olur. Ki insan süreklilik olarak zamanın kendisidir. Ve
mekanlar zamanın içinde olduğuna göre ve her zaman da kendi
mekanını içinde taşıyacaktır ve bu nedenle insan tüm
mekanların da geçit noktasıdır.Yaşamın kendisi, kendi başına
bir düş olduğundan düş, düş ile büyür. Tıpkı yaşamın da yaşam
ile var olması ve gelişmesi için yaşamla desteklenmesi
gerektiği gibidir.
Her şeyden önce bilinç vardır.
Bilinç kendinde her şey olduğu için kendini bilme ve tanıma
temel arzu ile doludur. Ve
bilinme temelden başlayacağı için bilinç kendini temel ilkeye
sonsuzda taban olan en alt bilinç frekansına bağlar. Burası
yeryüzüdür ve dünyadır. Ve maddeyi yaratmaya başlar. Kendini
yeniden üretecektir ve madde de başka bir şekilde dirilir.
Yeniden
yeniden kendi olmayan
kapısından büyük çıkış veya kendini kendinden geçiriş veya
kendinden GEÇİŞ yolculuğudur bu O’nun.
İnsan, galaktik ve evrensel
kökenlerini unuttuğu için, kendisine layık görülen balık
hafızasından da uyanması ve bilincini daha büyük evrensel
sistemlere odaklayabilmesi için, zor, acılı bir yolu yürümesi
gereklidir. Zorluk ve acılık, yol’un zorluğundan ve acısından
değil, insana belletilenlerdendir. Ölümün, hastalıkların,
savaşların zulümlerin ve daha akla hayale gelmeyecek sürüyle
kalıplaşmış ve bugünkü
toplumsal alt belleği oluşturan çamursu düşünce okyanusundan
kurtulmalıdır. Toplumsal bilinç ve bu düşük toplumsal bilincin
organize ettiği sistem, henüz bireysel bilinçleri nadiren
ortaya çıkarabildiği için,
insan toplumunun bu ilkel taş
devri matristen kopması
ve evrensel sistemde yerini
alması en son insanın
da bu ilkel sistemden
kopmasına kadar sürecek bir zamanı kapsamaktadır.
Bunun için tıpkı Çerkeslerin Nart
destanlarındaki Sosruko veya Yunan mitolojisindeki Prometheus
gibi her insanın tek tek, Tanrılardan ateşi çalması
gereklidir. Çünkü devir artık
bir tek kahramanın bir sürü
insan için bir şey yapma zamanı değil de, her insanın kendisi
için ilkel bilincimizin devindiği çamur denizinden ayağa
kalkıp yürümesi ve
tek bir ağaç gibi hür ve
birlikte yine bir orman gibi duracağımız ve yaşayacağımız
zaman ve mekana ilerlemesi gereken zamandır. Ancak bu zaman ve
mekan insanı ölümsüz kılacak insanların
çoğalmasına ve böylelikle
insanın çağlar çağlar öncesinden gelen ve halen de kapanmayan
yaralarının şifalanmasına hizmet edecektir.
Sanmıyorum ki bir gezegen olsun ve hiç bu kadar çok felaket
yaşansın, insanlar ölüme ve acıya bu kadar bağımlı olsun,
yaşamdan ve yaşamaktan bu kadar kaçsın.
Yaşamdan kaçan bir insanlık, ne zaman gezegende yerleşik
(ölümsüz) bir yaşama geçebilir ki?
Birbirinden nefret eden, değil komşusunu kendini bile sevmeyi
başaramamış bir insanlık, nasıl kendisiyle ve diğerleriyle
sulh içinde (ölümsüz) olabilir ki?
Kendinle ve diğerleriyle sulh içinde
olmayan bir insan,
yaşamı nasıl kutsar, nasıl
kutlayabilir ki?
O’nun her şeyin, malın mülkün sahibi
olanın, ne eksiği vardır ki, kendini yeniden yeniden bilme ve
bunun
neşesinde olma ihtiyacı
olmasın ki, aynası olan insan kendini öldürmekle meşgul
Ol’sun.
Kara
mizah desem kara mizah değil! Ne desem ya yeri değil ya
zamanı değil, şu ölüm uykusundaki uyanmadan, 3 günlük
yalan dünyada sefahat zamanı değil.
İnsanın, ölüm uykusu, Bilincini ve Işığını varlığına
kuşanmamasından kaynaklanmaktadır.
Kurtuluşun çaresi yüksek düşünceler sabır ve ilerlemektir.
Yüksek varlığımıza ve O’nun yuvası olan kalbimize odaklanmak,
azim, cesaret, zeka ve bilgelik ise kardeşimiz ve
yoldaşımızdır.
İnsanoğlu, O’nun evrende yarattığı değerli hazinesi ve sırrı
olarak aslen ölümsüzdür.
Ölümsüzlük, bir Bilinç meselesidir.
Velhasıl, ne kadar Bilinçliyseniz, O kadar ölümsüzlüğe
yakınsınızdır veya öylesinizdir.
Nasılını Kalbi Zekanız bilecektir?
|