Hava oldukça sıcak. Gölge arıyoruz
telaşla. Mezarlığın duvarına sıralanmış çam ağaçlarının gölgesine
sığınıyoruz. Kur’an okunuyor. Hemen yanı başımızda cenazenin defin
işlemi sürüyor. Sessizlik hâkim ortama. Başlar eğik. Herkes
dünyanın bir “muşamba dekor” olduğunu düşünüyor galiba. Dünyada
hiçbir şeyin kalp kırmaya değmeyeceğini… Doğru yaşamanın önemini…
Sessizliği, duvarın hemen dışında meraklı gözlerle kalabalığı
izleyen, olayı anlamaya çalışan mini mini iki küçük çocuğun
fısıltıları bozdu. Merakla inceliyorlardı olan biteni. Soru
soruyorlardı fısıltıyla birbirlerine. Anlamaya çalışıyorlardı
muhtemelen ölümü, cenazeyi, bu kadar insanın bu sıcakta ne yapmak
istediğini.
Dinledim gayri ihtiyari.
- Bak, o çukura gömecekler.
- Niye gömüyorlar ki...
- Aslanım, Çerkez’lerin âdeti böyle.
- Nereye gidecek buradan?
- Peki, niye Kuran okuyorlar?
- ….
Fısıldamalar devam edip gidecekti muhtemelen ki hemen yanımdaki
eğitimli olduğunu sandığım değerli büyüklerimden biri,
alabildiğine sert ve hırçın bir ses tonuyla:
- Allah belanızı versin sizin! Kuran dinliyoruz burada,
defolun gidin!
- …?
Diğer yaşlı:
- Kimin çocuğu bunlar yahu! Allah Allah!
Bir diğeri:
- Ne bekliyorsunuz hâlâ!
Üzerine toprak atılan ölü bendim sanki! Kanım çekilmişti. Ruhum
terk etmişti adeta bedenimi!
Bu sözler, bu ikazlar(!) ölümden bin beter yapmıştı ruhumu,
benliğimi!
Acaba bir eğitimci refleksiyle duygusal mı bakıyordum olaya?
Neden bu kadar içerlemiştim ki?
Okunan Kuranı duymuyorum artık, kafamda karmakarışık sorular,
anlamsız yargılar:
Sertliği hak etmemiş miydi çocuklar?
Ne işleri vardı cenazede?
Cenaze büyüklerin işi değil miydi?
Yüz vermeyeceksin çocuklara kardeşim!
Bebelerle senli benli olmak yakışır mı disiplinli bir babaya?
İnsan düşünür, merak eder ve sorar. “Sorular, ruha batmış
dikenlerdir; cevaplarsa, saadete doğru atılmış adımlar.”
Acaba tahammül edemez miydik bu masumane meraklı iki yavruya?
Küçücük kafalarındaki soru işaretlerine cevap veremez miydik?
Aydınlatamaz mıydık o masum gönülleri?
Yoksa okunan Kuran kabul mü olmazdı?
Değilse cenaze zarar mı görürdü, doğrudan Cehennem'e mi giderdi
rahmetli!
Peki, farklı bir üslup kullanamaz mıydık?
Eğitici, öğretici, teşvik edici, yönlendirici.
Yoksa Kafkaslılık ciddiyeti bunu mu gerektiriyor? Biz mi gereksiz
demokratlık taslıyoruz?
Aklım karmakarışıktı. O sevimli pırıl pırıl çocuklar, azarlanmayı,
hakareti hak etmişler miydi? Şimdi ne düşünüyorlardı bu
yavrucuklar acaba babaları, büyükleri hakkında; ölüm, cenaze
hakkında.
Öğrenmek, gerekirse izleme hakları yok muydu bu tatlı, şirin
çocukların! Yarın bizim cenazelerimizi defnedecek onlar değil
miydi? Kim öğretecekti? Kimler örnek olacaktı? Bu konuda hangi
okul eğitim verecekti onlara?
Yarın “Yedirdik, içirdik, giydirdik yine de asi oldu çocuklarımız,
ne kötü kader!” der miyiz acaba?
Ellerinden tutsak, gönüllerine girsek, bildiklerimizi anlatsak,
tecrübelerimizi aktarsak daha iyi olmaz mıydı? Daha iyi olmaz
mıydı çocuklarımızın eğitiminin her şeyden önemli olduğunu
kavrasak, ona göre davransak? Daha iyi olmaz mıydı disiplinle
kabalığı ayırt edebilsek?
Kaldı mı acaba eşine sert davranmayı yiğitlik sanan baba? Var mı
acaba çocuğunu terslemeyi disiplin zanneden, çocuğunu bağrına
basmadan, onunla gerektiği gibi konuşmadan, layıkıyla
ilgilenmeden, onu eğitebileceğini sanan Adige baba.
Varsa, işimiz çok zor demektir!
Hepimiz, çağın gereğine göre eğitim yapmak zorunda olduğumuzu
bilmeliyiz.
Çok iyi bilmeliyiz, eğitimde ortam oluşturmanın, fırsat
eğitiminin, iletişimin, sevginin, empatinin ne kadar önemli
olduğunu.
Günümüzde, rutin işlerle bunalan yetişkinlerin, ailelerine,
evlatlarına hoşgörülü davranabilmelerinin ne kadar zor olduğunu.
Eğitimin ancak bilinçle, sabırla, hoşgörüyle mümkün olduğunu.
Durum böyleyken “Bazısı, sorunun bir parçasıdır, herkesi
suçlar, devamlı karanlığa küfreder. Bazısı da çözümün bir
parçasıdır, sorumluluk alır, kalkıp bir mum yakar.”
Biz, ikincisini yapmaya mecburuz ve mahkûmuz! |