Çok yorgundu. Yürüyecek hali
kalmamıştı. Durdu, etrafına bakındı.
Hemen yanı başındaki kocaman ağaca
doğru adımladı.
İlkbahar, bütün güzelliğini
sergiliyordu. Kuşların cıvıltısı, renklerin cümbüşü, görülmeye
değerdi.
Esnedi, gerindi. Kocaman dalları, sık yapraklarıyla gökyüzüne
meydan okurcasına yükselen çınarın bedenine dayadı sırtını.
Artık koyu gölgenin
derinliğindeydi.
Rüzgârın tatlı dokunuşları, mest
etmişti onu.
Uzaklarda bir toz bulutu ilişti gözüne.
Boş ovada, yılan gibi kıvrılarak
kaybolan yolun sonundaki karartı çekmişti dikkatini.
Birkaç dakika merakla izledi bu
gölgeyi.
Nihayet, yaklaşanların bir genç
grubu olduğunu seçebiliyordu artık.
Konuşmaları duyuyordu. İşittikleri
yüreğine akıyor, sıcacık duygular uyandırıyordu.
Evet, iyice yaklaşmıştı kızlı
erkekli gençler, çocuklar.
Çocukların kamaları, giysileri, gençlerin “Çerkeska”ları,
çizmeleri heyecan vericiydi. Gözlerine inanamıyor, gittikçe merakı
artıyordu.
Ya konuştukları mükemmel
Çerkesceleri!
Kimdi bunlar?
Ne arıyorlardı burada?
Kendi çevresindeki gençlere
benzemeyen bu çocuklar kimlerdi?
Kalabalık, gölgeye doğru yöneldi. İşte yanı başına kadar
gelmişlerdi.
Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.
Toparlandı, rahat görünmeliydi,
merakını gizlemeliydi.
Sarışın çocuk, tatlı tebessümü,
rahat hareketleri, sevgi dolu bakışlarıyla anlatıyor, herkes
dikkatle onu dinliyordu.
Konuştuğu etkili, akıcı anadili,
derinden etkilemişti onu. Öyle ya, yıllardır bu yaştaki bir
çocuğun, kendi dilini bu kadar güzel, kıvrak konuştuğunu
hatırlamıyordu. Hayranlıkla dinliyordu onları.
“ Bunlar bu akıcı Çerkesce'yi
nerden ve nasıl öğrendiler?” diye içinden geçirdi.
Küçük, tatlı, şirin kız, mavi gözleri, uzun saçlarıyla
gülümseyerek söze karışıyor, herkesi güldürüyordu.
“Ne kadar mutlu, ne kadar rahat
çocuklar!” diye mırıldandı.
İşte karşısındaydı, Setenaylar,
Nartlar, Abrekler…
Tok sesli genç, “Gençlik, donanımlı yetişmeli, her şeyden önce
kimliğine kültür değerlerine sahip çıkmalı.” diyordu. Ve ilave
ediyordu “Ana dil konusunda bireysel ve toplumsal duyarlılık
bilinci mutlaka oluşmalı. Bu konuda asıl görev, yazılı, sözlü
ve görüntülü kitle iletişim araçlarındadır.”
Uzun boylu olanı, Ay’a ilk gönderilen aracın adının “Apollo”
olduğunu, bu ismi takmanın bir bilinç ve kültür duyarlılığından
kaynaklandığını, bu kelimenin, eski Yunan kültüründeki önemini
anlatıyordu. “Onların yerinde biz olsaydık ‘Apollo’ yerine
‘Nart Uzay Mekiği’ demez miydik?” diyordu.
Konuşmalar buram buram kültür, yürek yürek sevgi kokuyordu.
Kıyafetler tepeden tırnağa
mazinin motifleriyle süslüydü.
Çocuklar ve gençler son derece
rahat, kompleksten ve kapristen uzak görünüyordu.
Anlatıyordu, toplumlar için mitolojinin önemini, okumanın
yararını, kültürle beslenmenin gereğini.
Kızlardan biri kendinden emin söz alıyor, söylenenleri onaylıyor,
gençliğin kültürü ve kimliğiyle barışık yetişmesi için ailenin,
televizyonun, basının hayati önemini vurguluyordu.
Etrafında aniden oluşan olaylar, bu gördükleri, işittikleri,
garipleştirmişti onu. Sakin olmaya çalışıyordu. Çalışıyordu ama
olanlara anlam vermekte zorlanıyordu.
Bu gençlerin düşünceleri, hissiyatları, tavırları yaşlarının çok
üstündeydi.
Ya mırıldandıkları türküler,
şarkılar?
Aman Allah’ım o ne güzel namelerdi
öyle!
Kendisinin, rahmetli dedesinden
öğrendiği, sözlerini çok az kişinin bildiği bu şarkıyı bunlar
nerden öğrenmişlerdi?
Ne kadar güzel söylüyorlardı.
Ya sarışın çocuğun seslendirdiği
şiir.
“Bunu okumak marifet ister, yürek
ister, en önemlisi de bilinç ister!” diyordu.
O da ne? Tempo tutup harika bir “kafe” başlattılar.
Gözlerine inanamıyordu. Bu uyumlu
kıyafetler, bu zarafet, bu estetik, bu tatlılık, minik kızın
söylediği şarkılar…
Elinde kamasıyla güzel dilek ve
temennilerde bulunan gencin olgunluğuna, asaletine hayran olmuştu.
“Ben ne kadar şanslıyım!” diye
geçirdi içinden.
“Allah’ım şükürler olsun sana, beni
bu kültürün mensubu olarak yarattın.
Binler kez şükürler olsun,
çocuklarımızın böyle yetişmesi için bizlere şuur, onlara bilinç
verdin. Şükürler olsun Allah’ım!” diyordu.
Meraktan çatlayacak gibiydi. Dilini, kültürünü bu kadar güzel
bilen, anlatan, yansıtan bu kişiler kimlerdi?
Derin bir nefes aldı, doğruldu, uzun boylu yakışıklı gence sordu:
“Yavrum siz kimsiniz? Nerden
geliyorsunuz? Anlattığınız bu harika şeyleri kim öğretti size?
Ya bu kıyafetleriniz?
Ya bu uyumunuz, sevginiz, saygınız?
Güler yüzle cevap veri genç:
- Birçoğunu okulda öğrendik.
Geri kalanını okuduğumuz gazetelerden, dergilerden öğrendik!
Evdeki romanlardan, hikâyelerden, şiirlerden, televizyondan
öğrendik. Dedemizden, annemizden, babamızdan yani ailemizden
öğrendik.
-Yoksa sizin, Adige TV’lerinden, dilimizi, kültürümüzü
öğreten, bizi kimliğimizle bütünleştiren
dergilerimizden, gazetelerimizden, binlerce romanımızdan,
okullarımızdan, üniversitelerimizden haberiniz yok mu? Aslında
size sormak lazım, “Siz nerden geldiniz?”
Şiddetini iyiden iyiye arttıran rüzgârın sesiyle irkildi, açtı
gözlerini. Terden sırılsıklamdı.
Şaşkınlıkla sağa sola bakındı.
Solgun yüzü, donuklaşmış gözleri,
baharın neşesiyle boy veren rengârenk papatyaların rüzgârda dans
eden tatlı ahengine takıldı.
Vatanından, sevdiklerinin yüreğinden kovulmuş gibiydi. Nefesi
sıklaştı, gözleri buğulandı, karardı. Göremiyordu artık bu heyecan
fırtınasını oluşturan hiçbir şeyi.
Duyamıyordu yüreğini titreten o güzel nağmeleri.
Güneş sönmüştü. Yüreği alev alev yanıyordu. Birkaç dakikalık rüya,
bir ömür özlemini çektiği tabloyu gözünün önüne sermişti. “Hayal
ve hakikat bu kadar mı farklıymış!” dedi. Yüreğinin
derinliğinde sakladığı özlem canlanmış, belki de hayatının en
mutlu saniyelerini yaşamıştı.
Başını ağaca yasladı, yumdu
gözlerini. |