Fakültede, eski
Türk edebiyatı hocamız, yaşlı olmasına, yorgun görünmesine rağmen
bize hep faydalı olmaya çalışan biriydi.
Allah rahmet
eylesin çok istifade ettiğimi söyleyebilirim.
Bir gün, gayet
güzel giden dersin birinde Mevlâna ve felsefesi tartışılırken
hepimizi şaşırtan bir tepki verdi:
“Hiç sevemedim
Mevlâna’yı.”
“İnsan bu kadar
harika eseri Türkçe dururken Farsça yazar mı?”
“Bu muhteşem
eser Türkçe yazılmaz mı, bu yüzden hoşlanmıyorum Mevlâna’dan.”
“Hatta onun
Türk olduğunu da sanmıyorum!”
Bugün gibi
hatırlıyorum, çok üzülmüş ama karşı görüş önerememiştim.
Çoğumuz donup
kalmıştık bu gariplik karşısında.
Şimdi bu lâf,
bir bilim adamına yakışmış mıydı?
Nedendi bu
tavır?
Hangi mantık
aranmalıydı bu bay Prof.'un ifadelerinde?
Mevlana’yı
tanıyan, onu öğrencilerine anlatan biri nasıl bu kadar sığ
düşünebilirdi?
Bir ilim adamı,
bir edebiyat profesörü kafatasçı olabilir miydi?
Yoksa
öğrencinin anlayamayacağı, kavrayamayacağı derin manalar mı
gizliydi bu ifadede?
Bir eser benim
dilimde yazılmadıysa, bu eserin müellifi benim ırkımdan değilse,
değersiz mi oluyor bu değerler?
O yaşta bu
mantığı anlayamamıştım?
Ya şimdi, şimdi
anladım mı?
Hayır, asla!
Ne değerlidir,
ne değersizdir?
Değer neye
göredir, ölçü nedir?
Bana yakın olan
mı?
Bana şirin
görünen mi?
Anlayan varsa
beri gelsin!
Ya bizim bakış
açımız?
Ya bizim
Prof’lar?
Yani Mevlana
Çerkes olsaydı, meşhur bir “Wuerk” den doğsaydı, eserlerini farklı
mı algılardık, daha iyi mi anlardık?
Mesnevi, Kiril
alfabesiyle yazılsaydı daha mı okunmaya değer olurdu?
“Sema”nın adı
“kâfe “olsaydı daha mı bir anlam kazanırdı?
Çerkes’ler,
düşmanlığı, kanı, kini, ayrımcılığı silip atan, herkesi kucaklayan
bu gönül dostunu, bu sevgi kahramanını daha mı iyi anlayacaktı?
Her ırktan, her
dinden ve her anlayıştan insanın gönlüne girebilmiş, düşmanlık
duygularına karşı sevgi ve dostluk bayrağını gönüllere dikmiş bu
gönül insanlarını tanımak için hangi ırktan, hangi renkten olmak
gerek?
“Benden
olmayan, benim kanımı taşımayan kayda değer değil!” düşüncesi
nereye kadar götürür insanı.
Bu hastalıklı
bakışın milliyetçilikle, vatanperverlikle ne alakası olabilir?
Sarmazlar mı “
Ne zamandır, bilginin, gönlün, hoşgörünün… dini, ırkı olmaya
başladı?” diye.
Milliyetçilik,
mensubiyetçilik, şaşı bakmak, dile, dine, renge, kokuya göre
ayrıştırmak olmamalı asla!
Dünyayı
kucaklayan sevginin dilini bilmek olmalı.
Mevlâna boşuna
söylememiş:
“Aynı dili
konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşır!” diye.
Masallar
uydurarak,
Senaryolar
yazarak,
Aynaya hiç
bakmayarak
Faşizmi
tırmandıranlar,
Kan, kin ve
husumet körüklüyor.
Menfi
milliyetçilik yok olmadığı sürece sıkıntılarımız katlanıp gidiyor.
Diller üstü
dille konuşanlar, pergel gibi bir ayağını kendi değerleri üzerinde
sabitlerken hareketli olan diğeri ile 72 milleti kucaklayanlar
anlaşılmalı, anlatılmalı değil mi?
Biz yeni şeyler
söyleyemediğimizden ölü gibiyiz
Biz,
birbirimizi gölgelediğimiz için üşüyor dünyamız.
Biz, yüzümüzü,
İyiliğe,
Sevgiye,
Hoşgörüye ve
hikmete dönemediğimizden çaresizlik içinde kıvranıyoruz.
Kendi özümüze
sahip çıkmayışımız değil mi bizi kapkara gösteren birbirimize?
İçimizdeki
kirli denizde birbirimize baka baka boğulup gideceğiz.
Çözümse,
kollarımızı alabildiğine açıp kucaklayabilmekte özümüzü.
Kucaklayabilmekte ayırmadan, bölmeden iyiyi, güzeli evrenseli.
Biz büyükler,
çağları aşıp günümüze ulaşan birlik çağrılarını,
Hoşgörü ve aşk
nidalarını duymalıyız.
Duymalıyız ve
gereğini yapmalıyız!
Ya gençler,
gençler de duymalı mutlaka bu sesi, tanışmalı bu gönül
insanlarıyla, bu aşk çağlayanlarıyla!
“Kâfe”yi iyi
oynayan gençlerimiz “sema”nın anlamını da iyi bilmeli.
Yani iyi
Çerkes’im diyinler, renk din, dil farkı gözetmemeli asla!
Bazılarının
sandığı gibi Çerkeslik, bu geniş ufukta kaybolmayacak, tam tersi
bu ufukta gerçek değerini kazanacaktır.
Büyükler büyük
düşünmeli, gençler dünyayı tanımalı, daracık alanlarda
boğulmamalı.
İyi Çerkeslik
ufuk gerektirir, bilgi gerektirir, gönül gerektirir.
“Dediğim dedik,
çaldığım düdük.” mantığı bize göre değil.
“Avrupa
Parlamentosu” nda gösteri yapan sevgili gençlerimiz bu boyutta
düşünmeli.
Yurt dışında
eğitim yapan gençlerimiz böyle hissetmeli.
Derneklerimiz
bu eksene oturmalı
Ancak o zaman
450, 143, 1557 ve 1864’ler anlam kazanacaktır.
Gönül, insanın
duygu merkezidir.
Gönül bir irfan
hazinesidir.
Gençliğimiz
gönülle tanışmalı.
Gönül
mimarlarını tanımalı.
Gönül bir
kitaptır, gerçek sevgi ve hakiki aşk bu kitaptan okunmalı.
Bunun için
gönlü aşkla doldurmalı.
Peki, biz
gençliğimize gönül dünyası sunabildik mi?
Yeri geldikçe
madde ekseninden uzaklaştırabildik mi?
Maneviyatı
ciddiye aldık mı?
Yoksa “Ne kadar
kazanıyorsan o kadar insansın!” mantığıyla biz mi sürdük onları bu
çıkmaz yola?
Biz mi
bunalttık olları?
Biz mi
gölgeledik?
Gençler üşüyor,
gölgede kaldı gençler.
Yoksa biz
büyükler mi güneşi engelliyoruz?
Ya biz bu
güneşi tanımıyorsak!
Ya biz “sözde
Çerkeslikle” yetiniyorsak!
Öyleyse
gönülden gönle giden yolu bulmalı,
Gönül almayı,
Gönül
kazanmayı,
Gönül yapmayı
iyi bilmeli.
Kalp kalbe
karşıdır, derler.
Gönül
vermedikçe asla gönül bulamayız.
Sesin dağda
yankı yapması gibidir bu.
Ne söylersek
aynısını duyarız.
“Sevmeyen
sevilmez.” sözü doğruysa,
Gönlümüzü geniş
tutalım, gönül kapılarımızı lâyık olanlara açalım.
Gönül adamı
olalım.
Gönül adamları
yetiştirmeye önem verelim.
Ey gönlü
olmayanlar!
Ey gönlü
tanımayanlar!
Ey
gönüllerinde aşk derdi bulunmayanlar!
Kalkın âşık olun.
Canların gıdası aşktır.
Hâsılı, gençler ufuklu yetişmeli.
Gençler, kalp ve kafa bütünlüğüyle bakabilmeli.
Gençler gönüllerinde gerçek aşkı hissetmeli.
Eğer bizler,
birbirimizi gölgelemezsek güneş hepimizi ısıtacak,
Kimse
üşümeyecek!
- Sahi;
Sokrates, Confucius, Shakspeare, Beethoven, Descartes, Tolstoy,
Mevlana… Çerkes miydi?
-
...
- Ne fark eder
ki? |