2004 yılı Haziran ayında Avrupa
konseyinin davetlisi olarak, “İnsan Hakları ve Demokratikleşme
Konusunda Türkiye ile Ortak Girişim Projesi” kapsamında,
Strasbourg ve Kopenhag’da bir çalışma programına katılmıştım.
Kahramanmaraş dernek başkanı
sıfatıyla, Kafkas STK’ları adına, bir boyutuyla da Birleşik
Kafkas Dernekleri Federasyonu’ nu temsilen katıldığım bu
programdan ciddi manada istifade ettiğimi söyleyebilirim.
Her iki merkezdeki program da,
üzerinde çok çalışılmış, gerçekten konusunda söz sahibi, itibar
edilecek sıra dışı kişilerin görev aldığı, danışmanların çok
çaba harcadığı programlardı.
Bu program aynı zamanda,
Türkiye ile Avrupa Konseyi’nin demokrasi ve insan hakları ile
ilgili ilk grup çalışmasıydı.
Grup, başbakanlık insan hakları
başkanının yanında, müsteşar, mülkiye müfettişi, vali, kaymakam
ve değişik sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin oluşturduğu 15
kişilik bir ekipti.
Strasbourg’ta,
“Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi”
ile birlikte
“Avrupa Konseyi Bakanlar
Komitesi” ve
“Parlamentolar Meclisi” gezilmiş,
bu kurumların çalışma alanları ve faaliyetleri hakkında geniş
bilgilendirme yapılmıştı.
Kopenhag’da ise:
“Danimarka Dışişleri
Bakanlığı”nın yanında,
“Kopenhag İnsan Hakları
Enstitüsü”,
“Polis Koleji” ve
”İşkence Görenlerin Rehabilite
Merkezi”nde temas ve incelemelerde bulunmuştuk.
Temaslar sırasında duyduğum
“insan hakları”
“soykırım”
“sürgün”
“tehcir”
“düşünce, vicdan ve din
özgürlüğü”
“ırkçılıkla mücadele”… gibi her
sözcük, beni alıp çok uzaklara, 1800’lere, 1864’lere götürmüş,
şimdi izahı mümkün olmayan karmakarışık duygular yaşatmıştı.
Program süresince hep,
İnsana verilen değer,
İnsanın yaşama hakkı,
Özgürlük ve bağımsızlık,
Renk, dil ve din farkı gözetmeme,
konuları gündemdeydi.
Sunumlarda ağırlıklı olarak:
İfade özgürlüğünün önemi,
Tolerans kültürünün nasıl
yaratılacağı,
Medeniyetler arası diyalogun
sanıldığından da önemli olduğu,
Irkçılık ve hoşgörüsüzlükle
savaşım,
Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü,
Örgütlenme özgürlüğü,
Ayrımcılığın önlenmesi konuları
işlenmiş, soru ve cevaplarla konular detaylandırılmıştı.
“Avrupa gençlik kampanyası”
konusunda bilgi verilirken yakalarımıza takılan rozette yazanlar
dikkat çekiciydi:
“Hepsi farklı, hepsi eşit!”
Yoğun geçen günün sonunda Avrupa
insan hakları temsilcisi şöyle diyordu:
“Dünyanın hiçbir ülkesinde
insan hakları istenilen düzeyde değildir.”
“Avrupa, insan hakları konusunda,
sanıldığı gibi çok mesafe mi kat etti sanıyorsunuz?”
“Bizim, özgürlükler ve temel
haklar konusunda uğraşmak
zorunda olduğumuz çok
yetkili, aşmak zorunda olduğumuz daha çok engel var!”
“Avrupa insan hakları
temsilcileri olarak yolumuz çok uzun ve çok çetin, bunun
bilincindeyiz.”
“Bizim yetkililer bile bize
gereği kadar inanmıyor, güvenmiyor,
belki de işlerine öyle geliyor.”
“Geliniz özellikle AB üyesi ve
tüm dünya STK’ları birlikte hareket edelim, dünyayı daha
yaşanılır hale getirelim!”
“Geliniz renk, dil, din ayrımı
yapmadan, düşünceyi suç olmaktan çıkaralım.”
“Geliniz, ırkçılık ve
hoşgörüsüzlükle savaşalım.”
“İfade ve enformasyon özgürlüğü,
kültürel çeşitlilik, hak ve özgürlükler gibi müşterek değerler
üzerine kurulu, daha özgür daha hoşgörülü ve daha adil bir
toplumu birlikte inşa edelim.”
Ve ilave ediyordu: “Avrupa
Gençlik Kampanyası”nın gençlerden ve gençlik kuruluşlarından
istediği ‘Hepsi farklı, hepsi eşit ‘ sloganına dayalı mesajın
yayılması konusunda desteğimizi esirgemeyelim.”
Ne dersiniz bize uyar mı?
Kafkas toplumu olarak bu
kurumlara ne kadar destek verebiliyoruz?
AB fonlarından ne kadar
yararlanabiliyoruz?
Biz toplum olarak, kendimizi,
değerlerimizi, kültürümüzü, Avrupa’nın (dünyanın) bu kurumlarına
ne kadar tanıtabiliyoruz?
Yok olma tehlikesi yaşayan bu
köklü kültürün yaşatılması için, kendi çabalarımızın yanında
Avrupa’nın, dünyanın ilgisi çekilemez mi?
Dünyamızdan silinip giden
toplumlar, diller, köklü kültürler için aklıselim hangi dünyalı
sevinebilir ki?
Veya buna gerek duyuyor muyuz?
Bu kurumların samimiyetine
veya gücüne inanıyor muyuz?
Bunlar da ayrı konular.
“İnsan Hakları Komiserliği”nin
çalışma alanı hakkında bilgi veren yetkili, konuşmasını
bitirdiğinde fırsatı değerlendirmiş, söz hakkı istemiş, teşekkür
etmiş, çalışmalar ve verilen bilgiler için memnuniyetimi
bildirmiştim.
Kafkas toplumu adına programa
katıldığımı, RF ve Çeçenistan boyutunun beni çok
heyecanlandırdığını, Çeçenistan’ın bizim kanayan yaramız
olduğunu belirtmiştim.
Ayrıca, konuşmada geçen Rusya
Federasyonu ile ilgili tespitlerin dikkat çektiğini, Rusya
Federasyonu’nun insan hakları ve özgürlükler konusundaki
tutumunun, Dünyanın çok değişik ülkelerinde dağınık halde
yaşayan Kafkas toplumu için hayati önem taşıdığını
vurgulamıştım.
Zira RF içinde yer alan değişik
cumhuriyetlerde yaşayan çok sayıda kardeşimizin ve
akrabalarımızın olduğunu, Türkiye’de yaşayan 7 milyona yakın
Kafkas kökenli Türk vatandaşının huzurunun bu noktalara bağlı
olduğunu belirtmiştim.
Ve ilave etmiştim:
“Açıklamalarınızda, ikinci kez
görevli olarak Çeçenistan’a gittiğinizi, orada çok korkunç
insanlık dramının yaşandığını, görevinizin oradaki insanları
savunmak olduğunu söylediniz.
1. ve 2. Çeçenistan savaşlarından
bahsederken Çeçenistan’daki durumun sanıldığından da vahim
olduğunu, orada insanların hiçbir şeye inanç ve güvenlerinin
kalmadığını, sivillerin, savunmacılar ve Rus askerleri arasında
ezildiğini, yok olduklarını, bu savaşta her iki tarafın da suçlu
olduğunu söylediniz”.
“Nedir acaba özgürlük ve
bağımsızlık talep eden masumların suçu?“
“İnsan hakları komiserliği,
burada neden daha etkili olamadı?”
“İnsan hakları konusunda Rusya
federasyonuna bakışınız nasıl?”
“Akan kanın durdurulması için
yeni öneriniz yok mu?“
“Yoksa konu çaresizliğe,
çözümsüzlüğe mi terk edildi?” diye sormuştum.
Konuşmaları takip eden birlikte
olduğumuz ekip arkadaşlarım, bu konuşmayla yerinde saptama
yapıldığını, bu konuda benim duygularımı aynen paylaştıklarını
ifade etmişlerdi.
Dünyamızda her şeye rağmen
kötülerle, kötülüklerle savaşanlar var. Biz inanmasak da
inanmasak da var!
Dernek yöneticilerimiz ve üst
kurum yetkililerimiz şüphesiz dünyayla birlikte hareket etmenin
bilincindedir.
Ya toplumumuzun ekseriyeti?
Ya gençlerimiz?
“Bunlar boş şeyler!”
havasında mıyız?
Yoksa “ Daima ileriye bakalım,
gücümüze güç katalım! ”düşüncesinde miyiz?
Gençlerimiz ”Hepsi farklı,
hepsi eşit” sloganının neresinde?
Neresinde uyumun, bilincin,
birlikte hareket etmenin?
Sizce dünya nereye akıyor?
Dünyanın nabzı nerde atıyor?