Gitgide kirlendiğimiz kesin. İçimiz,
dışımız, ruhumuz ve kelimelerimiz.
Toplantılarda, özellikle gençlerin
konuşulanları dinledikçe “Aşksız ve sözsüz bir beden çağını mı
yaşıyoruz yoksa?” diyesim geliyor.
Bizi, günümüzde aşkın ve gönülden
süzülerek gelen sözün gereksizliğine mi inandırdılar, bilmiyorum
ki?
Bu iki değerin artık yok olduğuna
mı sanıyoruz bizler?
Aşk olmadan, gönüller sevgiye
doymadan, diller derinden gelen sözle coşmadan nasıl yaşanır ki?
Nasıl yaşanır gönül birliği
sağlanmadan, dil olmadan, diller güzellikleri şakımadan?
Hasretin, aşkı da sözü de beslediği
ve bunları ince ince bestelediği doğru mu?
Doğru mu, hasret bitince ikisinin
de yitip gittiği.
İnanmak lazım aşkın ve sözün
gücüne!
Dili yaşatmak lazım, gönül diline
inanmak lazım.
Gönülden anlaşmak lazım.
Dilin püf noktasını öğrenmek, onun
gücüne inanarak onun bakımını yapmak lazım.
Aşklar da bakım istermiş,
değilse küsüp gidermiş.
Sevgiler de hülyalar da inançlar da
böyle değil mi?
Böyle değil mi yaşamak da?
Doğru yaşamak da bakım istemez
mi?
Aşkın sözünü, sözün aşkını kavramak
gerekmez mi?
Gençlerimiz biliyor mu aşkın
sözünü, gönlün dilini?
Biliyor mu bam telini, anlıyor mu
gönül dilini?
Bir düşünelim gençlerimizin gönül
dünyasında neler var?
Nasıl konuşuyorlar dili, nasıl
kullanıyorlar?
Kaç kelimeyi sindirmişler
Hani estetik, hani incelik?
Kırık dökük cümleler, yozlaşmış
kelimeler, argo ifadeler.
Nasıl söyler bunu dil, nasıl titrer
gönül?
Görünen tablo şu:
Bir tarafta, sevgileri çalınmış,
dili hırpalanmış, gönlü yaralanmış bir gençlik.
İçe doğru derinleşememiş,
duygularıyla tanışamamış bir nesil.
Gönülleri aç kalmış, sesi soluğu
kesilmiş, gönül dili unutulmuş, dolayısıyla geleneksel değerleri
aşınmış, dili yozlaşmış, ahlak anlayışı ve hayat biçimi değişmiş,
daha da kötüsü yalnızlığa itilmiş bir gençlik.
Kırık dökük bir avuç kelimeyle
konuşmaya çalışan,
keşfedemediği duygularından
habersiz, kendini ifade edemedikçe hırçınlaşan, dilden, gönülden
uzaklaşan bir nesil.
Gönülden uzaklaştıkça maddeleşen,
ruhunu bırakıp bedeniyle uğraşan, şekilcilikte boğulan bir
gençlik.
Diğer tarafta, yürekten gelen
dili,ilmik ilmik işleyenler.
Ah o eskiler, dilin o muazzam
dünyasını keşfetmiş zirveler!
Tatlı dilleriyle gönülleri
fethedenler!.
Bakıyorum da bir zamanlar Türk
edebiyatında, mektuplardaki kelimeler ne kadar sevgi, samimiyet
kokarmış.
“Eskimeyen
sevdalar, mektuplar, buğu buğu hasret kokan… Hazret’im, Hasretim,
Efendiciğim... diye başlayan ve tarihin yapraklarında kalan…
Aşk ve söz, birbirini kuşatan ve besleyen derin sularmış. Söze
itimat sonsuzmuş ve aşka... Cömertçe sever ve sevdiğini
söylemekten, yazmaktan geri durmazmış insanlar. Aşk söz kadar
temiz, duru ve yalın; söz, aşk kadar derin, dokunaklı ve
sınırsızmış.”
“Ne
mektuplarmış
onlar!
Şimdi her biri, eski ve ölümsüz bir aşkın belgesi olarak
arşivlerde, kitaplarda bizi bekliyor. Aşkın en çok hasret demek
olduğunu söylüyor bu mektuplar. Aşk mektuplarının elle
yazıldığını kim iddia edebilir? Kalbiyle, ruhuyla dahası bütün
muhayyilesi ve bütün uzuvlarıyla yazar insan onları. “
“Eyvah ki aşkın sır'ının döküldüğü
bir çağa kalmışız. Sözün aşkla bağlantısının büsbütün koptuğu
zamanlara... Söz'ün taneleri dağılmış ve aşkın yüce sarayı
tarumar olmuş. Görkemli aşk sarayının yerine çarpık, biçimsiz,
dayanıksız gecekondular inşa edilmiş. Bir fırtınada yerle bir olan
gecekondular... “
“Zamanımızın en derin ve en tutkulu
aşkları, söze döküldüğünde, ‘Seni çok seviyorum!’ dan daha ince ve
daha etkili kelimeler seslendiremiyor. Onu söyleyebilmek bile
adamakıllı cesaret istiyor. ‘Gecekondular’ aşk sözleri
üretebilir mi?”
“Ne mektuplarmış onlar! Şimdi her
biri eski bir aşk çağının tanığı ve belgeleri gibi kitaplarda,
okunmayı bekliyor: “
“Lüsiyen Hanım'ın Üstad-ı Azam
Abdülhak Hamid'e yazdığı aşk mektupları.”
Şöyle başlar: "Gözümün nuru,
güzelim efendim, Efendiciğim... Hazretim ve Hasretim, yazın bana,
biliniz ki sizi dünyada her şeyden daha çok seviyorum ben".
Ve bir başkası: "Efendiciğim, (...)
Çamlıca'da olmanızı kıskanıyorum, münzevim benim, niçin yanınızda
değilim! Yanınızda, ihtiyaç duyduğum o sükûneti bulurdum. (...)
Sizden kopmuş bir parça gibiyim."
Ve Kemal Tahir'in karısı Fatma
İrfan'a mektupları:
"Seni tekrar seviyorum karıcığım,
gözlerine demirlerin arasından baktığım zaman anladım ki, seni
sevmekle hakikaten şerefli ve çok nefis bir iş yapmaktayım."
Mektubunun sonuna: "Ben, senin
yanında dahi hasretim sana!" dizesini ekleyecektir Kemal
Tahir. Ve şöyle bitirecektir.”
"Seni bir güzel, bir derli
toplu, bir anlatılmaz seviyorum ki..."
Cemil Meriç, Lamia’ya yazdığı mektupların birinde: "Kendimi bir
mektupta seyrettim. Büyülü bir ayna idi bu. Bu aynada bütün
paslarından arınmış bir Cemil Meriç vardı. Senin Cemil’in. Bu
aynada ikimiz vardık."
“Ya da Cemal
Süreyya’ nın hastanede ölümü bekleyen ve bu yüzden de kendisinden
boşanmak isteyen eşi Zühal’e yazdığı hem de her gün yazıp
hastaneye ulaştırdığı mektupların birinde: "Düşünüyorum da aşk
sözcüğünü de biraz eksik buluyorum şu senle ben arasındaki
ilişkiye. Daha büyük, daha sağlam bu bizimki.”
Bir tarafta, kırık dökük bir
avuç kelimeyle konuşmaya çalışanlar, gönül dilini anlamayanlar.
Diğer tarafta,
aşkı, söz kadar temiz, duru ve yalın; sözü, aşk kadar derin,
dokunaklı ve sınırsız olanlar.
Dilin o muazzam dünyasını keşfetmiş
zirveler!
Tatlı dilleriyle gönülleri
fethedenler. |