Geçtiğimiz hafta, “Comenius ”
projesi çerçevesinde “ Avrupalı Aile Tablosu” (Europäisches
Familienbild) konusunu incelemek üzere bir heyetle Roma’daydım.
Yoğun, renkli ve zevkli geçen
çalışma gezisinde İtalya’da Roma kültürünü, Roma sanatını bir
kez daha inceleme imkânı buldum.
Bir kez daha derinden
tarihteki din ve sanat olgusunun vurgusunu hissettim.
Kültürün ayrılmaz bir öğesi olan
din, diğer kültür öğeleri üzerinde güçlü bir etkiye sahipmiş.
Her kültür ve sanat eseri
inanılan dinin izlerini taşırmış.
Diller, ahlak kuralları, sanat ve
edebiyat, tarih vb. bütün kültür öğeleri dinden etkilenirmiş.
Hepsinin içeriğinde dinin
izleri varmış.
İtalya'da sanat ve din o kadar iç
içe ki bunları birbirinden farklı kabul etmek asla mümkün
değil.
Ülke, manastırlar, kutsal yerler,
tapınaklarla dolu.
Adeta sanatın her karesi inançla
yoğrulmuş.
Gerçi modern medeniyet, özellikle
19'uncu asırda, bilimsel ve teknik gelişmeleri doğru okuyamayan
pozitivizm ve materyalizmin yaygınlaşmasıyla dini ortadan
kaldırabileceği zannına kapılmıştı.
Fakat 20'inci asrın başlarında
bilimsel gelişmeler, bu konuda düşüncelerin değişmesine yol
açmış.
Mesela, Max Plank, Pasternak,
Schwartz, Alexis Carrel, James Jeans ve Eddington gibi bilim
adamları ve filozoflar, daha sonra aynı çizgiye yakın olduğunu
söyleyebileceğimiz Einstein, dinin vazgeçilmezliğini
benimsemişlerdir.
Hatta Hegel, daha da ileri
giderek “ Din ve sanat aynı şeydir.” demiştir.
Artık, günümüz dünyasında,
kanaatimce herhangi bir dinin diğerini yeryüzünden silemeyeceği
anlaşılmış durumda.
Bir kez daha anladım ki,
kültürü doğru anlayıp doğru yaşayabilmek ancak diğer bütün
öğeler gibi dinin bu etkin özelliğinin iyi kavranıp çok iyi
tanınmasıyla mümkünmüş.
Tüm dünyada, farklı dinlerin ve
kültürlerin mensupları, ortak değerlerde müzikte, sanatta
buluşarak, sanata saygı duyarak huzurlu bir dünya için, bir
arada ve karşılıklı saygı içinde yaşamak durumunda değil mi?
Aslında, insanın gönül dünyasının
ifadesi olan sanat eserlerine, tarihten süzülüp gelen dini
ve milli unsurları barındıran şaheserler demek de
mümkündür.
Sanat insanla birlikte ortaya
çıkmıştır.
İnsanoğlunun var oluşundan
itibaren yaşama dair bütün değerler bir şekilde sanata
yansımıştır.
Sanat, insanlık tarihinin her
döneminde var olan bir olgudur.
Hegel'e göre; sanattaki güzellik
doğadaki güzellikten üstündür. Sanat, insan aklının ürünüdür.
Kendisine doğanın taklidinden
başka amaç bulmalıdır.
Marks'a göre; sanat, yaşamı
insanileştiren bir olgudur.
B. Croce; sanat, sezginin ve
anlatımın birliğidir. Bireysel ve teorik bir etkinliktir. Doğa,
sanatçının yorumu ile güzel olabilir.
Çağlar boyunca insan, güzel
sanatların tümünü, kendini ve ait olduğu toplumu geliştirme,
zenginleştirme ve güçlendirme yolunda vazgeçilmez bir unsur
olarak görmüştür.
İnsanoğlu, kendi kültür
birikimini yarınlara aktarma konusunda bilinçli ya da bilinçsiz
olarak hep sanattan yararlanmıştır.
Görülüyor ki, sanat eğitimi,
birey için, yaşadığı dünyayı kavramada, karşılaştığı
problemleri çözmede, gördüğü, hissettiği şeylere karşı
reaksiyon göstermede son derece önemli bir rol üstlenir.
Aslında sanat eğitimi bir
bütünlük içerisinde düşünüldüğünde birey ve toplum için can
damarı durumundadır.
Günümüzde, insanların karşı
karşıya kaldığı psiko-sosyal sorunlara çözüm olabilecek
alanlardan biri de sanat değil mi?
Tolstoy, "İnsanın bir zamanlar
yaşamış olduğu duyguyu, kendinde canlandırdıktan sonra, aynı
duyguyu başkalarının da hissedebilmesi için hareket, ses, çizgi,
renk veya kelimelerle belirlenen biçimlerle ifade etme
ihtiyacından sanat ortaya çıkmıştır." der.
Sanatta güzeli, bilimde
doğruyu arayan insan ruhu ve zekâsı, aslında kendini
aramaktadır.
Sanatı, insanın insanlaşması,
özgürleşmesi, nitelik kazanması olarak görüyorsak, çabalarımız
insan içinse; bir araya gelmede, ilişkilerde, paylaşımlarda, bir
bütün olarak bu inceliği, derinliği ve farklılığı yakalamak
zorundayız.
Kendimize ve topluma karşı
yabancılaşmanın aşıldığı, sömürüsüz, baskısız, insanın insanca
ve özgürce yaşadığı, sevgi üzerine kurulu bir toplumun
değerlerini hayata geçirmek sanıldığı gibi zor değildir. Yeter
ki biz bir yerlerden başlamasını bilelim.
Doğru olanı, yeni olanı
arayalım ve bilincimizi bunlarla donatalım.
Bu uğurda harcanan tek tek
çabalar bile, insanlık havuzuna taşınan kova kova su olacaktır.
Bütün sanatların tek bir amacı
olmalı; insanın tüm duygularını insani yapmak.
İnsanın içindeki güzelliklerin
ifadesi, yaşama duyulan isteğin, sömürüsüz, baskısız, kardeşçe
bir yaşam isteminin adı olmalı sanat.
İnsanı, gayri insanlıktan
kurtarmak ve özgürleştirmek, onu insanileştirmek olmalı.
İnsanın kaybolan iç
güzelliklerini ve zenginliğini tekrar var etme ve geliştirme
çabası olmalı sanat.
Kısacası, insanın kaybetmek üzere
olduğu değerlerini tekrar insanla buluşturmak olmalı
sanat.
Toplum olarak bizler neresindeyiz
sanatın?
Sanatı, edebiyatı ne kadar
toplumun faydasına sunabiliyoruz?
Ne kadar inanıyoruz sanata,
sanatçıya?
Bizler, sanatı ve edebiyatı ne
zaman bize ait olan değerleri geliştirmek, bu güzellikleri
gelecek nesle aktararak toplumu zenginleştirip
güçlendirmenin vazgeçilmez bir unsuru olarak göreceğiz.
Ne zaman sanatın önemini
kavrayacağız?
Ya inancın gereğini yapabilme
sanatı?
Ya Kültürü doğru yaşayabilme
sanatı?
Ya sevebilme sanatı?
Aslında yaşamdaki gerçek sanat
sevgiyse,
En zor zanaat da sevmek ve
sevilmek değil mi?