Ahh kader ahh...
Dünümüzü bilmez, geleceğimizi görmez olduk. Neydi bizim suçumuz?
Ben biraz satırlarda dolaşmak, ilk gününden başlayıp tekrar bu
yolculuğu yaşamak istiyorum. Gelin birlikte bir kez daha
dolaşalım, neler hissediyoruz bir kez daha görelim.
Geziye başlandığı gün, 21 Mayıs 1864’de Rusya'ya karşı teslim
olduğumuzu gösteren sözleşme imzalanmıştır. Bu acı günün anısına
tüm Çerkesya’da çalışılmamış ve resmi tatil günü olarak
hükümetlerce de kabul edilmiştir.
Tüm Çerkes kentlerinde ve
köylerinde bu günde anma törenleri düzenlenmiştir. Kongreye
katılan delegeler de Nalçik kentinin stadyumuna giderek, “bu acı
yas günü” 50 bin kişinin katılmasıyla anılmıştır.
Kongreye katılan delegeler 23 Mayıs günü, bir otobüs ile
Nalçik'ten hareketle, Kabardey devleti trafik polislerinin
refakatinde Karaçay Çerkes Cumhuriyetine hareket ettik.
Çerkessk şehri yakınlarında, yolun çok kalabalık bir gurup
tarafından kesildiğini uzaktan görünce, önce ne olduğunu
anlayamadık Refakatçilerimizden ve rehberlerimizden Türkiye'den
dönerek yerleşen Mimar Mühendis Nihat Bidanıko, ''sabah saat
sekizden beri bizi bekliyorlar'' dedi. Saatlerimizin 15:00
olduğunu görünce, heyecanlandık. Tüm delegelerin gözlerinden
yaşlar gelmeğe başladı. Otobüs durunca kutsal çalgımız mızıkanın
tatlı nağmeleriyle otobüsten inmeğe başladık. Herkes herkesi
yaşlı, genç, dede, nine kucaklıyordu;
Hoş geldiniz evinize.
Hoş geldiniz topraklarınıza.
Size misafir demiyoruz.
Çünkü bu toprakların sahipleri sizlersiniz, diyorlardı.
Herkes ağlıyordu.
Acaba bu gözyaşları sevinçten mi yoksa
kavuşmaktan mı?
Ertesi gün, Habaz köyünden Çerkessk'ten-Mıyekuape'ye giden ana
yol üzerine, 127 basamakla çıkılan bir anıta gittik. Her bir
basamak vatandan kovuluşumuzun bir yılını temsil ediyordu. En
üstte kocaman kara bir mermer üzerinde üç oklu 12 yıldızlı kocaman
bir bayrak oyulmuş ve altında “1764-1864 Kafkas-Rus savaşında
ölenlerin anısına dikilmiştir” yazısını okuyunca, delegelerin en
gençlerinden Türkiye'den gelen kardeşimiz Sönmez kendini tutamadan
hıçkırmaya ve ağlamaya başladı. Diğerleri de
bunu beklercesine ağlamaya başladılar. Bu talihsiz halkımızın
akıbetine yediden yetmişe herkes ağlıyordu. Bu anıtın kurulduğu
yer, savaşta ölen şehitlerimizin gömüldüğü yermiş. Köyden bir
Çerkes “bağımsızlık için ölen kardeşlerimiz burada yatıyor"
diyerek, oğullarına ve torunlarına burayı göstermiş ve
Perestroikadan sonra gençler birleşerek bu anıtı dikmişler. Meçhul
kişiler beş, altı defa yıkmışlar aşağıya indirmişler anıtı. En
sonunda öylesine büyük bir mermer çıkarıp dikmişler ki, insan
gücüyle aşağıya indirmeye imkan yok.
Anıtın bulunduğu tepenin etrafına 11 ağaç dikildi. 12.sini de
delegeler beraber diktik. Çerkes bayrağının simgesi olarak. Daha
sonra Karaçay-Çerkessk Cumhuriyeti ile Abhazya Cumhuriyeti'nin
sınır geçidindeki "Neps" (göz yaşı) nehrinden getirilen suyu,
getiren gençlerin ikramıyla içtik. 127 yıl önce göç etmek istemeyen Adigelerin hepsi
kılıçtan geçirildiği için nehrin adı Neps konulmuştu.
Ertesi gün Adigey'den ayrılarak Shapsugh bölgesine hareket ettik.
Akşam saat 17.00'ye doğru
Shapsugh bölgesinin sınırında, yüzlerce Adige tarafından
karşılandık. Orada da bir düğün yapıldı. Misafirlere darıdan
yapılma milli bir pasta ikram edildi. Oradan tekrar otobüs ve
taksilere binerek Karadeniz boyunca Shapsugh köylerine hareket
ettik.
Yol boyunca bize Shapsughlar
hakkında bilgiler verildi. 10 bin civarında Shapsugh Adige'si
kalmış burada. Ancak Ermeniler durmadan topraklarımızı
alıyorlarmış. Fransa, Amerika ve diğer ülkelerdeki zengin
Ermeniler, Ermeni derneklerine bol miktarda para göndererek toprak
alıyorlarmış.
Peki kime alıyorlar? Kim olduğu mühim değil. Herhangi
bir Ermeni'ye alıyorlarmış. Ermeni olsun da kim olursa olsun.
Ya bizler ne yapıyoruz?
Tüm umutlarını bize bağlayarak yıllarca bizler için topraklarımızı
koruyan, cefakar, kahraman kardeşlerimize bizler ne gibi bir
yardımda bulunabiliyoruz? Oraya giderek misafirperverliklerini
suiistimal etmekten başka ne yapıyoruz?
Konuşunca Çerkes'ten daha
iyi olmadığını mangalda kül bırakmazcasına söylüyoruz da paraya
gelince hepimizin elleri titriyor.
Ne mutlu Ermenilere!
Ne büyük bir mutluluk Ermeni
olabilmek, diyor insan, derneğe verdiği 15 Mark'ı vermemek için,
"çocuklarımın rızkından kesmek istemiyorum'' diyerek üyelikten
istifa edenleri görünce.
Ertesi gün sabah saat 10.00'da köyden çıktık ve deniz
kenarında Golovinka'ya vardık. Yol kenarında durup bekledik. Bir
saate yakın bekledikten sonra otobüsler geldi. Otobüslerin
birisinden yüz yıllık Abaza kardeşlerimiz indi.
Bizleri kucaklayarak hoş geldiniz dediler. 150 km’den fazla yol
alıp geldiler bizleri kucaklayabilmek, hoş geldiniz diyebilmek
için. Düşünün en gençleri seksen yaşında olan, delikanlılar dimdik
bizleri selamlıyorlardı. O andaki duyguları yazabilmek için
edebiyatçı olmak gerekirdi. Yeni gelen otobüslere bizlerde binerek
Kafkas dağlarının bağrına doğru hareket ettik. İki saate yakın
vadilerden yavaş, yavaş giderek, bir Ukrayna köyüne geldik. Burası
Wubıhlarla Abhazların sınır köyüymüş. Bugün ise Ukraynalılar
yaşıyorlar. Ne kadar güzel bir yer. Tabiatıyla, havasıyla, insan
inanamıyor buraları terk ederek, Arabistan’ın çöllerine nasıl
gittiğimize, Anadolu’nun çorak, ağaçsız yerlerine yerleşerek,
vatan kabul edebildiğimize?
Ya Rabbim ne kadar güzel yerler. Ne suçumuz vardı da bizi bu güzel
vatandan yoksun bıraktın ya Rabbim?
İnsanın isyan edesi geliyor her şeye. Ama ortada bir gerçek var.
Biz değil ama ta Ukrayna’dan ve Ermenistan’dan insanlar yaşıyorlar
bu cennet ülkede. Tek bir Wubıh yok. Ne acı değil mi? Ben
ne diyeceğimi, yazacağımı bilemiyorum. Sizlere bırakıyorum,
vicdanlarınıza bırakıyorum denecek ne varsa, denmesi için.
Bizlere söylenen sözler,
Dönün… Dönün… Dönün… Vatanınız, toprağınız sizi özledi. Artık
dinsin 127 yıllık hasret. Bizim için dönmeyecekseniz de bu dağlar,
bu kuşlar, bu sular, bu vadiler, bu topraklar, bu vatan için
dönün. Hem de vakit geçirmeden. Zira tarih şu anda bize iyi bir
fırsat verdi. Bu fırsatı değerlendirelim. Yoksa tarih de,
dedelerimizde bu topraklarda sizleri lanetleyecekler. Acıyın bu
kutsal topraklara. Dönün! Dönün!
Hava alanında bizi uğurlayanların hepsi ağlıyordu. Ağlayanları
orada tanımıştık. Ne anamız, ne babamız, ne kardeşlerimizdi. Ancak
hüngür, hüngür bizim vatanı terk ederek gidişimize ağlıyorlardı.
Uçak havalanıp Moskova'ya doğru uçarken aşağıda Karadeniz’i,
anavatanı görüyor ve hayallere dalıyorum. Oradaki Çerkesleri ve
diasporadaki Adigeleri düşünüyorum ve kendi kendime kahrediyor,
Çerkesliğimizden, insanlığımızdan utanarak oturduğum yerde kıp
kırmızı kızarıp, soğuk terler döküyorum.. Hep cebini doldurup,
Türkiye’de ev üstüne ev alanları, araba üstüne araba alanları,
sadece sözde Çerkes olanları, Çerkesliği bir lüks gibi görenleri.
Bu temiz duygulu Çerkesler ile karşılaştırdığımda daha da utanıyor
ve yerin dibine geçmişçesine terlemeye başlıyorum ve huzursuz bir
uykuya dalıyorum...
Evet bu satırları defalarca okudum. Merak
ediyorum acaba Batıray bey’in köşe yazılarının içerisinde yer alan
“DÇB'nin
İlk Kongresinden Sonraki Anılarım”
yazısını okuyanlardan göz yaşına yenik düşmeyen
var mıdır?
Ben defalarca okudum ve her defasında içimde
inanılmaz hüzünler, gözlerimde yaşlar oldu. İlk okuduğumda hele ki
Fiji adlı yaşlı bir nine’nin
"Geri
gelin. Geri dönün. Bu toprakları artık sizler için koruyamıyoruz.
Aziz. Gelin çoğalalım ve büyük bir cumhuriyet haline gelerek, şan
ve şerefimizle yaşayalım. Hiç birimiz açlıktan ölmüyoruz. Bu
topraklar dünyanın en verimli topraklarından. Size de yeter, bize
de yeter. Sizi de besler bizi de besler. Hep böyle yabancı mı
yaşayacaksınız?’’
demesine
hıçkırıklarla ağladım. |