CC’deki ilk yazımın Adige-Abhaz toplumunun özgün gündemiyle
ilgili olmasını isterdim; Kafkasya’da olup bitenleri,
diaspora-anavatan ilişkilerini, dönüş, kimlik, örgütlenme vb.
yakıcı konuları tartışmayı… Ama ne mümkün. Her geçen gün nefes
almanın zorlaştığı bir ülkede yaşıyoruz. Gerilim öyle
yükseldi, hesaplaşma öyle keskinleşti ki, mecburen öncelik
vermek gerekti.
Belki bir kısmımız olup bitenleri anlamış-anlamlandırmış ve
zihnen rahata ermiştir. Bunu başaranlara ne mutlu. Ben hala
‘acaba’lar labirentinde yuvarlananlardanım. Bitaraf,
dolayısıyla bertaraf durumdayım. Üstüme çöken iki büyük hava
basıncından hangisinin alçak hangisinin yüksek olduğu üzerine
kendi kendime körbahis oynuyorum.
Bu avarelikte, gecenin ilerleyen saatleri boyunca TV
kanallarının haber-tartışma programları arasında koşuşturarak
kıble arıyorum. Kadrolu kanaat oluşturuculardan sıkılmışken
imdadıma İskender Pala adında bir muhterem yetişti. Şu meşhur
28 Şubat (1997) sürecinde, ‘irticacı’ olduğu gerekçesiyle
askeriyeden atılmış; şair, yazar, Türk dili ve edebiyatı
profesörü. Uğradığı haksızlığı anlatmak için ‘İki Darbe
Arasında’ adıyla bir kitap yazmış. Empati hevesiyle, önceki
hafta Kanal 24’de ‘Kafadengi’ konukluğuna takıldım. Mazlum,
mahzun, romantik, sempatik suratlı biri. Güzel güzel
anlatıyor; peygamber ocağı (ne demekse) bildiği orduda nasıl
hayal kırıklıkları yaşadığını, eşinin başörtüsü yüzünden nasıl
fişlendiğini ve orduevlerine sokulmadığını vs…
Tam da ‘vah vah, adama neler çektirmişler’ kıvamına geliyordum
ki, programın diğer konuşmacılarından Sırrı Süreyya Önder
(Beynelmilel filminin yönetmeni, 12 Eylül faşizminin hapse
tıkıp işkence ettiği solculardan), pişmiş aşa su kattı;
- Hocam iyi dersin, güzel dersin de, 12 Eylül zindanlarında
bize falakayla copla ezberlettikleri marşların bazılarının
sözlerini sen yazmışsın. Falaka-cop neyse de, o saçma-sapan
marşlara dayanmak zordu be hocam. Bunu bize nasıl yaptın.
Nasıl kıydın bize…
Vay be. Mazlum, mahzun maskesi altındaki muhterem 12 Eylül’ün
marş yazıcısıymış. Demokratlık makyajı akınca yüzü asıldı,
gülüşü dondu. Kem-kümledi ama vaziyeti kurtaramadı.
Kurtaramazdı… Çünkü 12 Eylül faşizminde askeriye içindeki
İskender Pala benzeri muhafazakar sağcılar, ikiz kardeşleri
olan milliyetçi sağcılarla ittifak içinde, vatan-millet-din
yolunda solculara karşı kutsal görev ifa ettiler. Elbirliği
ile memleketi iğfal ettiler.
Peki, ne oldu da Türk-İslam sentezi ile çimentolanan bu kutsal
ittifak kırılıverdi ve bugün birbirinin gırtlağına basacak
kadar düşman kardeşler oluverdi?.. Bunun için, hiç değilse
30-40 yıllık yakın tarihi biraz eşelemek faydalı olabilir.
Akıl-bilinç defterimi karıştırırken, 1960’lı yıllarda bütün
dünyayı etkisi altına alan özgürlük rüzgarı Türkiye’ye ulaşıp
solu kanatlandırmaya başladığında, iktidar erkini elinde
bulunduran ‘milliyetçi sağ’ ile tali planda konumlanan
‘muhafazakar sağ’ın birbirine nasıl yaklaştığını hatırladım.
Bu iki sağ kanat, 1970’lere doğru Aydınlar Ocağı’nın fikri
öncülüğünde icat olunan ‘Türk-İslam sentezi’ harcıyla
birbirine tutturuldu. Türk milliyetçiliği ile Sünni İslam
ümmetçiliğini bütünleştirip komünizme karşı panzehir
oluşturmayı öneren bu sentez, ‘büyük birader’ ABD tarafından
da geçer not almıştı.
Önce askeriye bu senteze uygun kadrolandı. Sonra 12 Mart
1971’de devlet aygıtı zapt-ı rapt altına alındı. “Solak
unsurlar” temizlendi. Toplumun, siyasi-askeri-bürokratik
elitin yeni rotasına adapte edilmesi 12 Eylül 1980 darbesi
eliyle gerçekleştirilecekti. Evren liderliğindeki
milliyetçi-muhafazakar 12 Eylül faşizmi solu tamamen ezmiş,
açılan sayısız kuran kursu ve imam hatip lisesi ile
Türkiye’nin yeni eksenine ulvi katkılar verilmişti. Özal ise
halkayı tamamladı; adrese teslim yatırım ve ihracat
teşvikleriyle yeşil sermayeye gaz verdi.
Boynuz kulağı geçince…
Türk-İslam sentezinin yarattığı ittifak sola karşı zafer
kazanmıştı ama kendi içinde sorunsuz değildi. Sentez,
tarafları soğan zarı kadar birbirine yaklaştırmış ancak
tamamen kaynaştıramamıştı. Hem milliyetçiler arasında hem
muhafazakarlar arasında ‘kim kimin kayığına bindi’ sorusu hep
sorulmuştur. İlk ciddi çatlak, 12 Eylül darbesinde kimi
milliyetçi sağ kadroların enterne edilmesi girişimi ile su
yüzüne çıkmıştı. Bu cenahtaki itiraz “fikrimiz iktidarda biz
içerde, bu nasıl şey” şaşkınlığı ile ifadesini buluyordu.
Sentezin topuzu İslam’a doğru kayıyordu. İzleyen yıllarda
taraflar daha fazla kar-zarar hesabı yapmaya başlayacaktı.
1991’de Sovyetlerin dağılması ve “sol tehdit”in tamamen
ortadan kalkmasıyla birlikte Türk-İslam sentezinin çimentosu
gevşemeye başlamıştı.
Bu ittifakta, başlangıçta ‘erk’i elinde bulunduran ve hep
böyle kalacağını sanan milliyetçi sağ yıllar içinde mevzi
kaybettiğini gördü. Buna karşın muhafazakar sağın iştahı da
etki alanı da artıyordu; siyasette, bürokraside, askeriyede,
iş dünyasında güç el değiştiriyordu. Artık boynuz kulağı
geçmeye başlamıştı.
Sentezin Türk kanadı, kaybettiği mevziyi geri almak için
1997’de (28 Şubat süreci) bir huruç harekatı yaptı. Rivayet
edilir ki, bu harekat Türk-İslam sentezininin iflasının
ilanıdır. Taraflar yeniden asli yataklarına dönmüştür.
Birbirlerinden destek alarak palazlanan Türk milliyetçiliği
ile İslam ümmetçiliği artık iktidar savaşı için karşı
karşıyadır.
Beklenenin aksine, sentezin İslam kanadı 28 Şubat tıraşından
gençleşerek ve gürlenerek çıktı; 2002 seçimlerinde tek başına
hükümet gücüne erişti. Ve bugünlere, Türkiye’yi “kırk katır mı
kırk satır mı” seçeneğine zorlayan kabus günlere gelindi…
Şimdi benim gibi biçare eski solcular, bu ikiz kardeşlerin
kavgasında kim haklı kim haksızı anlamaya, yetmezmiş gibi
taraf olmaya sürükleniyor. Vah halimize, tuh halimize…
Bu kafa karışıklığında, aile reisimiz valide hanımın
bilgeliğine sığındım. 12 Mart’ta bir oğlu, 12 Eylül’de benle
beraber üç oğlu uğruna İstanbul’daki bütün askeri-sivil
zindanları tanıma şerefine nail olmuştu. 81 yaşın
tecrübesiyle, lafı uzatmadan bir Abhaz değişiyle yol gösterdi;
- Kurtların dalaşında hangisinin kazanacağı bilinmez, ama
sonunda kuzuların kaybedeceği bellidir…
CC erişimcilerine merhaba. Hemen moralinizi bozmayın, hep
böyle ‘ağır abi’ takılmayacağım. |