4 Mart (2010) sabahı, Vladislav G. Ardzınba’nın öldüğü haberi
ile uyandığımda güçlü bir zembereğin harekete geçirdiği
mekanik gibi giyindim, dışarı çıktım, Anadoluhisarı’nın Göksu-Küçüksu
derelerinin Boğaz’a ulaştığı yayda voltalamaya başladım.
Küçüksu Kasrı kenarından gözlerimi denizin, düşüncelerimi
zamanın akışına bıraktım.
Bir sigara tellendirip, Velimir’in dizelerini mırıldandım;
Yıllar, insanlar ve halklar akarsu gibi
Ebediyyete akıp gözden kayboluyorlar.
Kâinatın esnek aynasında
Yıldızlar balık ağı, balıksa bizler
Tanrılar, karanlıktaki hayaletlerdir.
Velimir Hlebnikov-1915
Üstat, tam da o anki duygu-düşünce halime tercümandı.
Evet, yıllar, insanlar ve halklar akarsu gibiydi. Ve akıp
gidiyordu.

Ardzınba’yı, 20 yıl kadar önce Abhazya’yı ilk ziyaretimde
tanımıştım (27 Ekim 1989’da); kıdemli bir akademisyendi.
Abhazya’ya ikinci gidişimde (14 Nisan 1991) O’nunla çalışmaya
başladım; siyasetin yenisiydi.
“İlk işin, Abhazya’yı tanıtacak kadar tanımak olsun” demişti.
Abhazya’ya köklerim çekmişti. Biraz da, uğrunda nice badireler
atlattığım bir siyasi sistemin neden çöktüğünü anlama
hevesi... Çekim güçü yüksekti de benim gibi İstanbul
metropolünde yaşamı tatmış, Hürriyet gibi büyük-etkin bir
gazetede meslek tutmuş ‘snob’ bir gazeteci için Abhazya’nın ne
kadar yetindirici olacağı meçhuldü. Evet, doğası muhteşemdi,
iklimi mükemmeldi, çokkültürlü bir zenginliği vardı vs. de, en
büyük kenti Sohum 130 binlik bir kasabaydı ve ilk bakışta
sosyal yaşam fakiriydi. Yetinmek ve kalıcı olmak için kendime
yüzde elli şans tanımıştım.
Zaman aktıkça tereddütler azaldı. İnsanları tanıdıkça,
bilgilenme derinleştikçe ve Abhazya’daki zoraki değişim süreci
hızlandıkça, her günüm, bir sonrakini iple çekecek denli
heyecanlı geçmeye başladı. Salt, akademisyen Ardzınba’nın
politikacı-devlet adamı Ardzınba’ya dönüşümünü ve adım adım
halkının kaderine hükmedecek lider oluşunu izliyor olmak dahi
adam olana yeterdi. Ve, yapılacak çok iş vardı... Böylece
yıllar sürecek tarihi bir tanıklığa adım atmıştım.
Ardzınba’nın bitmeyen enerjisi ve geleceğe dair büyük umutları
vardı. Başlangıçta önceliği Abhazya’nın ekonomik gelişimine ve
dış ilişkilerine (özellikle diaspora ile ilişkilere) vermişti.
İlk 5-6 ay birçok proje geliştirme ve uygulama şansı
bulmuştuk. Birçoğu da sıradaydı. Ancak, 1991’in sonlarında,
Gürcistan’ın Güney Osetya’nın özerkliğini kaldırma girişimi
üzerine başlayan çatışmalar ve Gürcistan lideri
Gamsakhurdia’nın Abhazya’ya yönelik tehditlerini artırması,
ister istemek Ardzınba’nın önceliklerini değiştirmişti. Bir
yandan Gürcistan’la görüşmeler yoluyla soruna çözüm arayışını
hızlandırmak, öte yandan olası bir saldırıya karşı hazırlık
yapmak...
Ardzınba, 1992 baharında savaşın adım adım yaklaştığını
görmüştü. Kabullenemiyordu. “Gürcistan eşkıyalarını üzerimize
salacak, biz ise en değerli insanlarımızla karşı koyacağız. Bu
haksızlık. Yenilmeyiz ama bizi yarınlara taşıyacak
gençlerimizi feda edeceğiz.” derken savaştan çok sonrasını
düşünüyordu. Abhazya’nın düzenli bir silahlı gücü yoktu.
Gerginliklerin artması üzerine oluşturulan hafif silahlı küçük
paramiliter gruplar (milis kuvvetleri) vardı... Dolayısıyla
Ardzınba, emrine amade düzenli, deneyimli savunmaya hazır bir
orduya değil halkının özgürlük tutkusuna direniş ruhuna
güveniyordu. Günler geçtikçe konuşkan-şakacı kişiliği
değişmeye, muzip gülüşü silinmeye başlamıştı.
Kuzey Kafkasya cumhuriyetlerinde yükselen dayanışma ruhu umut
ve güven verici olsa da Rusya’nın tutumu belirleyiciydi.
Moskova ile ilişkilerini geliştirmek ve destek sağlamak için
çabalıyordu. Yeltsin’e ne kadar güvenebileceğini bilmiyordu.
Bu yüzden Türkiye kartını kullanmak istedi. Hem diaspora
gücünü harekete geçirmek hem de Türkiye üzerinden Gürcistan’a
diplomatik telkin imkanını zorlamak için... Ardzınba savaşsız
çözüm için çok uğraştı, Gürcistan’ı masa başında çözüme ikna
için her yolu denedi. Ancak nafileydi...
Ve, 14 Ağustos’ta (1992) Gürcistan askeri birlikleri başkent
Sohum’a dayandığında, Abhazya’nın en değerli insanlarını feda
etmeyi göze alarak, “direniyoruz” kararını vermişti. Elbette
bu, hayatı boyunca vereceği en zor karardı.
Ardzınba’nın “direniyoruz” derkenki yegane güvencesi halkının
yurtseverliği, özgürlük tutkusu ve direniş ruhu ve Kafkas
halkları arasındaki güçlü kardeşlik bağı... Güvendiği,
bildiği, beklediği ve dediği oldu. Abhazya’nın yiğit
evlatları, kardeş halkların yiğit evlatlarının da katılımı ile
kahramanca direndi. Yurtseverliğin, cesaretin, kardeşliğin ve
dayanışmanın destanı yazıldı. Gürcistan işgal güçleri 30 Eylül
1993’de
sökülüp atıldı. Özgürlük onurlandırıldı.
Siyasi liderliği askeri liderlikle
bütünleştiren Ardzınba elbette “başkomutan” olarak zaferin en
büyük mimarıydı. Ancak siyasi ve askeri kurmay ekibini
unutmamak gerekir; özellikle savaşın ertesi günü Kabardey
gönüllülerin başında Abhazya’ya gelerek savaş düzenine komuta
eden Sultan Sosnaliev’in askeri, Sokrat Cincolia ve Sergey
Şamba’nın siyasi katkılarını...
Savaş başladığında Türkiye’deydim. Gagra geri alındıktan üç
gün sonra (10 Ekim 1992) Abhazya’ya ulaştım. Beni, “Senden
asker olmaz, Dışişleri Bakanı Sait Tarkıl’a yardım et” diye
yönlendirirken yeniden eski muzip gülüşünü takınmıştı. Gagra
başarısı keyfini yerine getirmiş gibiydi ama Türkiye’den
ayrıldığı 31 Temmuz’dan bu yana 10 hafta bile geçmemişken 10
yıl yaşlanmış olduğunu görebiliyordum.

Zafer ve hüzün...
Savaşın akışı içinde, verilen her kayıp Ardzınba’nın içini
kanatıyordu.
Hele, 14 Aralık 1992’de, Gürcistan işgal
kuvvetlerinin kuşatma altında tuttuğu Tkvarchal'dan 35'i
çocuk, 8'i hamile kadın olmak üzere toplam 81 sivili taşıyan
insani yardım helikopteri Lata'da vurulup yanık bedenler
Gudauta’ya geldiğinde ve 15-16 Mart 1993’de Abhaz
kuvvetlerinin Gürcistan’ın işgali altındaki Sohum’a
düzenlediği başarısız harekatta 400’den fazla şehit
verildiğinde, Ardzınba onarılmaz yaralar aldı. Yiten her kişi
Ardzınba’dan bir parça kopararak gitti.
Zafer, büyük bedeller ödenerek kazanıldı. Abhazya savaştan
sonra uzun yıllar bedel ödemeye devam etti. Dört binden fazla
can verilmişti ve geride 7’den 70’e yaralı bir toplum
kalmıştı. Bu toplumun derlenmesi, ayağa kaldırılması ve
ileriye taşınması kolay olmayacaktı.
Görenleriniz vardır, Sohum’da deniz kıyısı boyunca uzanan
parkta, 2.Dünya Savaşı’nda şehit olan Abhazyalılar onuruna
yapılan bir anıt mezar bulunuyor. Devasa, güçlü bir asker
figürü yükselir. Zafer kazanmış büyük bir gladyatördür. Ne ki,
boynu büküktür; yüzünde derin bir hüzün vardır. Zafer
kazanmıştır ama üzgündür. Muzaffer gladyatör bize diyor ki,
her zafer aynı zamanda yenilgidir. İşte o gladyatörün
yüzündeki, zaferin hüznüdür. Zafer denilen, böyle bir
şeydir...
Ardzınba, o anıtta betimlenen gladyatörün ta kendisidir.
Neredeyse imkansızı başararak büyük bir savaş kazanmıştır ama
yüzünde derin bir acı ve tarifsiz bir hüzün vardır. Zafer
hüznünü şöyle tariflemiştim, o zaman;
savaş başladı, savaş bitti
yıl, yüzyıl gibi geçti
çocuklar büyüdü cephede, gençler yaşlandı
anaların yüreği örselendi, babaların gururu
tükendi umutlar ve gelinlerin gözyaşları...
savaş başladı, savaş bitti
yıl, yüzyıl gibi geçti
yürekler sınandı bir bir, onur sınava çekildi
çocuk gülüşleri soldu, renkler silindi
talan edildi masumiyet ve genç kızların ak düşleri...
savaş başladı, savaş bitti.
artık hüzün zamanıdır. zafer kazandık biz...
Sezai Babakuş, Sohum-1993
Ardzınba savaş sonrası zorlukları öngörmüştü ve öngördüğü
zorluklar adım adım kendisini karşıladı. Savaşın zıvanadan
çıkardığı kimi silahlı unsurları kontrol etmek zordu. Büyük
bir kaos vardı. Hem güvenliği sağlamak, düzen kurmak hem de
savaşla yerle bir olmuş ülkede halkın ihtiyaçlarını karşılamak
kolay değildi. Savaş sonrası dengeleri gözeterek yeni bir
yönetim yapısı oluşturmak gerekiyordu. Gudauta-Oçamçira
çekişmesi vardı ve büyüyordu. Sülaleler arasında rekabet vardı
ve artıyordu. Üstüne, savaşın öne çıkardığı zinde kuvvetlerle
yetki kullanmaya alışık dinozor güçler arasındaki sürtüşmeler
ekleniyordu. Bunlar iç savaş riski yaratan keskin fay
hatlarıydı. Ardzınba’nın tüm bunlarla başetmesi kolay
olmayacaktı. Zaferin bedelini ödeme günleri başlıyordu.
Savaştan sonra Sohum’da Başbakanlık binasında yer edinmiş, hem
başbakanlığı hem dışişleri bakanlığını bir arada yürüten
Sokrat Cincolya ekibiyle çalışmaya başlamıştım. Bilgisayarımı
ve savaş boyunca dünya ile iletişimimizi sağlayan uydu telefon
sitemini yeni ofise kurmuştum. Gudauta’dayken ekibimde yer
alanlardan Diana Ahba benle çalışmaya devam ediyordu. Ardzınba
ile daha seyrek görüşüyordum. Yine de zorlukların Ardzınba’yı
nasıl hırpaladığını, nasıl katılaştırdığını izleyebiliyordum.
Abhazya’nın yaralarını sarma çabası kendi yaralarını daha
fazla kanatıyordu...

Türkiye’den gelen “derin” konuklar...
İşte böyle ağır günlerden bir gün, (16 ya da 17 Şubat 1994’dü)
uydu telefonum çaldı. İstanbul’dan, Dayanışma Komitesi’nden
aranıyordum. Başbakanlık İnsani Yardım Merkezi’nden
yetkililerle 22’sinde geliyoruz. Abhazya’nın ihtiyaçlarını
yerinde tespit edecekler. Soçi’den karşılayın.’
‘Başbakanlık İnsani Yardım Merkezi‘ ha (!). Bak sen şu işe...
Ardzınba’yı bilgilendirdim, Dışişleri’nden Zurik Sımır’la Soçi
havaalanına yollandım.
Komite’mizin iki üyesi ve biri genç bir yaşlı iki “insani
yardımcı” zat göründüler. Araca binip sınıra (Pso) oradan da
Sohum’a yol alırken, genç olanının peş peş iki sorusu
(aceminin aculluğu) kim olduklarını hemen ele verdi. “MİT’ten
misiniz” sorumu, yaşlı olanı usturuplu bir ustalıkla
karşıladı.
Hayrola, hangi rüzgar attı sizi? Konaklatacağımız otelde
detaylı konuştuk. İşin aslı şuydu. Türkiye’de Kürt meselesi
tırmanmıştı, Meclis’te bulunan Kürt partisi DEP’i
etkisizleştirme operasyonu planlanıyordu. DEP’li vekiller,
nereden akıllarına düştüyse, bir basın toplantısında
Abhazya’yı ziyaret edeceklerini açıklamışlardı. Sanırım alan
genişletmek istiyorlardı. Devlet de bunu önemsemiş, iki zatını
görevlendirmişti. Benden istekleri şuydu: Kürt vekiller
Abhazya’ya sokulmasınlar, bu mümkün değilse geldiklerinde
tecrit edilsinler, Abhazya yönetiminden kimse kendileriyle
görüşmesin... Tanımlanan görevleri buydu. Sanırım bir de
Abhazya’da Kürt nüfus olup olmadığını, Kürtlerin Abhazya’dan
siyasi, silahi, lojistik imkan devşirme riski olup olmadığını,
diasporadan gelip savaşa katılmış gönüllülerin daha sonra
Türkiye’nin başına bela olma riski taşıyıp taşımadığını vs.
araştırmak...
Kürt vekillerin ziyaret niyetinden ne haberimiz vardı ne de
bize ulaşmış herhangi bir girişim. Olsa dahi, ülkeye kimin
sokulup sokulmayacağı, yönetiminin kiminle görüşüp
görüşmeyeceği Abhazya’nın kendi bileceği işti. “O kadar
önemliyse, siz Türkiye’den çıkışlarını engelleyin” dedim. Vay,
sen misin bunu diyen. Aceminin aculluğu alevlendi, fazla
Abhazyalı kesildiğime binaen, “galiba artık Türk
vatandaşlığına ve pasaportuna ihtiyacın yok” diye süslü bir
tehdit savurdu. Tam da resti görecekken kıdemli olanın
deneyimi imdada yetişti. Onları kendi hallerine bıraktım.
Ertesi gün sabah Ardzınba’ya bilgi verdim. Ne gelenler, ne
gelecek denilenler ilgisini çekmişti. Abhazya’nın kendi
dertleri fazlasıyla yetiyordu, ithal dertlere gerek yoktu.
“İnsani yardım” ekibi ve refakatçileri bir hafta kadar
takıldılar. Benden umudu kesip başka Türkiyelilerle hasbıhal
ettiler. 2 Mart 1994’de DEP’li vekillerin (Orhan Doğan, Leyla
Zana, Hatip Dicle ve Selim Sadak) Meclis çıkışında derdest
edilmesiyle, krizin Abhazya’ya taşınması ihtimali ortadan
kalktı. Ekip ertesi gün Türkiye’ye döndü.
Bu iki “derin” konuğumuzdan kıdemli olanının adını yıllar
sonra Türkiye’de televizyon haberlerinde duydum. Meşhur mafya
lideri Alaattin Çakıcı yurt dışına bu zatın pasaportu ve
vatandaşlık hüviyetiyle kaçmış, Avrupa’da bu kimliklerle
dolaşmış. Pasaportunun ve nüfus cüzdanının neden Çakıcı’da
olduğu sorusuna cevabı “düşürmüşüm” komikliğindeydi. Benim
vatandaşlığımı ve pasaportumu kurtarmıştı ama kendisininkini
düşürmüştü. (!) Bak şu işe...

Çocuklara destek hattı...
26 Ekim 1994’de, Abhazya Parlamentosu bağımsızlık kararı aldı,
yeni anayasayı kabul ve Ardzınba Abhazya Cumhuriyeti’nin ilk
devlet başkanı seçildi. Yemin töreni başbakanlık binasının
giriş katındaki büyük salonda yapıldı. Evrenselle yereli,
gelenekselle moderni harmanlayan coşkulu bir törendi.
Başkanlık sihirli bir post değildi, sorunlar dağ gibi
artıyordu. Daha Ardzınba yeni koltuğuna ısınmadan büyük bir
kriz patlak verdi; Oçamçira halkı kazan kaldırmıştı.
Tkvarçal’dan gelenlerle birlikte bin 500, 2 bin kadar silahlı
insan Oçamçira’nın merkezinde toplanmış, yönetime gözdağı
vermek üzere Sohum’a gelme hazırlığı içindeydi. Gerekçeleri
ise yönetimin Oçamçira ve Tkvarçal’ı unuttuğu ve burada
yaşayanlarla ilgilenmediğiydi. Başka değişle bütün imkanlar,
Rusya sınırından başlayıp Gagra, Gudauta ve başkent Sohum’a
kadarki bölge için seferber edilmekte, Oçamçira, Tkvarçal ve
Gal bölgesi ise üvey evlat muamelesi görmekteymiş. Öğleden
sonra Sohum tanklar ve diğer ağır silahlar eşliğinde koruma
altına alındı. Böyle silahlı bir kalabalığın Sohum’a gelmesi
iç savaşa davetiye çıkarmak demekti. Ardzınba öfkeli
kalabalığı yatıştırmak için tüm riskleri göze aldı ve daha
onlar yola çıkmadan küçük koruma grubu eşliğinde Oçamçira’ya
gitti. Denir ki, Ardzınba öyle sert, öyle yumuşak öyle ikna
edici hitabetti ki, öfkeli kalabalık çaresiz kaldı, yanlışını
anladı, yatıştı ve alkışlar eşliğinde dağıldı. Liderlik
kendini göstermiş, kriz tatlıya bağlanmıştı. Ardzınba’nın kriz
yönetmedeki kararlılığı, ustalığı ve cesareti büyük övgü
topladı. Sonraki günler Oçamçira tarafına daha fazla
erzak-araç-gereç yüklü kamyon gitmeye başlamıştı.
Kriz, bu bölgeye merakımı dürtüklemişti. İki gün sonra
Diana’yı yanıma alarak Oçamçira ve Tkvarçal bölgesini gezdim.
Gördüğüm manzara, kazan kaldırmakta ne kadar haklı olduklarını
gösterdi. Elbette yöntemleri tartışılabilirdi ama tepki
vermekte haklıydılar. Savaş en çok onları vurmuştu. En fazla
ölüm ve yıkım oralarda olmuştu ve dedikleri gibi, Abhazya’nın
bu yarısı diğer yarısından çok daha zor durumdaydı. Hele
çocukların durumu, insanın içini acıtıyordu.
İşte, çocuklara destek hattı böyle gündeme geldi. Özellikle bu
bölge için, savaşta yakınlarını yitiren çocuklara yönelik bir
projeydi. Basitti. Her çocuk için diasporadan koruyucu bir
aile bulunacak, hem bu çocuklara maddi (her çocuk için yıllık
minimum 120 Dolar) hem manevi destek sağlanacak, hem de
diaspora-anavatan dayanışmasına yeni bir boyut
kazandırılacaktı.
Dayanışma Komitesi ve Dünya Abhaz-Abazin Kongresi tarafından
benimsenip desteklenen bu proje, kısa sürede Abhazya’nın dört
bir yanında yüzlerce çocuğu kucaklayan bir kampanyaya dönüştü.
200 kadar çocuk için toplanan ilk parayı (yaklaşık 24 bin
Dolar) Cengiz Gül-Gogua getirmişti. Büyükçe bir tomar para...
Bu paranın sahiplerine ulaştırılması günler süren bir çabaydı;
en ücra köylere kadar gitmek ya da oradakilerin Sohum’a gelip
almalarını sağlamak gerekiyordu. Bu zaman zarfında paranın
korunması dert olmuştu. Banka yoktu. Başbakanlık binasında
kasa yoktu, benim ofiste kilitli çekmece bile yoktu; iç içe
odalarda kilitsiz kapı düzeninde çalışıyorduk. Ev desen hiç
emniyetli değildi ve de üzerimde bu kadar parayla
dolaşamazdım. Çaresiz, ofiste masa altına kağıt çöp tenekesi
süsü verdiğim bir kovanın dibine sakladım. Ertesi gün dağıtıma
başladım. Elbette öncelik Oçamçira-Tkvarçal
tarafındakilerindi. İki gün sonra, henüz 40-50 kişiye ödeme
yapılmışken, neredeyse yaşlı bir temizlikçi kadının
titizliğine kurbanı gidecektim. Ofiste olmadığım bir sırada,
sen temizlik için gel, masa altına gizlenen kovayı bul, çöpü
koridordaki büyük tenekeye boşalt. Tabii binlerce Dolar,
çığlık eşliğinde koridora saçılsın. Allah'tan yan odadan Diana
ve diğer kızlar yetişip, toparlamışlar.
İkinci şok ertesi gece yaşandı. Sabaha karşı, başbakanlık
binasına 5-6 kişilik bir grubun girmeye çalıştığını,
korumaların müdahalesi ve karşılıklı silah atışları sonunda
kaçtıklarını öğrendim. Dışişlerindeki kızlar, hedefin benim
oda olduğunda hemfikirdi. Paranın kokusu çakalları üstümüze
çekmişti. İyi niyetli bir çaba başımıza bela olmuştu. Neyse
ki, başka kaza-bela olmadan dağıtımı tamamladık. Abhazya’dan
ayrıldığım güne kadar büyüyerek devam eden bu proje, ne yazık
ki daha sonra sahipsiz kaldı ve akamete uğradı.

Dönüş umudu ve yüreğimize saplanan iki
hançer...
Abhazya’da hayat her geçen gün ağırlaşıyordu.
Abhazya-Gürcistan sınırında Gürcü birliklerinin sızma
girişimleri hız kazanmış; vur-kaç baskınlar artmıştı. İçerde
mafyavari silahlı grupların sayısı artmış, daha sık silah sesi
duyulmaya başlamıştı. Özellikle yaşlı Rusların ve Ermenileri
evleri ganimet baskınlarına hedef oluyordu ve öldürülen insan
sayısı her geçen gün artıyordu.
Abhazya bu sıkıntılarla boğuşurken, umut verici gelişmeler de
oluyordu. Başkanlığını Nugzar Aşba, yardımcılığını sevgili
dostum Mümtaz Demiröz-Şamba’nın yürüttüğü Geri Dönüş Devlet
Komitesi’ne Türkiye’den, Suriye’den, Ürdün’den ve başkaca
ülkelerden başvurular artmaya ve peş peşe aileler yerleşmek
üzere gelmeye başlamıştı. Her gelen bizim için sevinç ve
meşgale demekti. Karamsarlığımıza merhemdi...
Sevincimiz, peş peşe yaşanan iki trajik olayla kursağımızda
kaldı; Suriye’den gelen 11 çocuklu aile yerleştirildikleri
evde (Dranda’da) saldırıya uğradı, baba öldürüldü. Büyük bir
talihsizlikti. Henüz bunun şokunu üzerimizden atmadan ikinci
bir darbe yaşadık; Türkiye’den gelerek Abhazya’da gelecek
arayan bir gencimiz (Uğur) kimliği belirsiz kişilerce
kaçırıldı. Kaçıranlar önce yüklü bir fidye istediler. Zar zor
parayı toparlamıştık ki, fidyeden vazgeçip ortalıktan
kayboldular. Günlerce Uğur’un bulunması için seferber olduk,
İçişleri Bakanlığı’nı, istihbaratı, polisi, askeri seferber
ettik. Nafile... Bir hafta sonra Uğur’un cansız bedenini
Gumısta nehri yatağında bulduk. Elleri arkadan bağlanarak
infaz edilmişti. Her iki olayın nedenlerini, niçinlerini hiç
bir zaman tam olarak öğrenemedik. Israrlı takibimiz sonunda
yakalanan zanlılar ise kısa süre sonra tutuldukları nezaretten
kaçırıldı.
Bu iki olay hepimizin yüreğini yakmıştı. Diasporadan gelenler
arasında büyük bir düşkırıklığı ve güvensizlik yaratmıştı.
Savaşta Efkan’ı, Bahadır’ı, Vedat’ı, Hanefi’yi, Zafer’i şehit
verdiğimizde de yüreğimiz acımıştı ama bu iki hançerin yarası
daha derin ve ağır oldu...
Bu gelişmeler üzerine Ardzınba ile art arda iki görüşme
yaptım. İlkinde başbaşaydık. Bir gününü diasporadan gelip
yerleşen aileleri ziyarete ayırmasını, onlara moral ve güvence
vermesini ve bunun televizyon kanalıyla duyurulmasını
istiyordum. İkincisinde, benim yanımda diasporadan gelmiş 4-5
kişi, O’nun yanında yardımcısı, Güvenlik Konseyi Başkanı ve
İçişleri Bakanı vardı. Saldırganların yakalanıp
cezalandırılmasını istiyorduk. Her iki talep de sonuçsuz
kaldı.
Bu arada beni şaşırtan bir olay yaşadım. Uğur’un kayboluşu ile
ilgilenirken, Abhazya Devlet İstihbarat Örgütü’nün genç
başkanı (A. Tarba) ile samimiyeti geliştirmiştim. Yeni haber
olup olmadığını öğrenmek üzere makamına uğradığım bir gün
çekmecesinden eski-tozlu bir dosya çıkardı. “Al” dedi,
“KGB’nin hakkında tuttuğu dosya, sende kalabilir”...
Şaşakalmıştım. Kısa bir tereddütten sonra hızla gözattım;
neler yazdığını pek anlayamadım ama tarihlerden izlemenin 15
Ekim 1989’da Moskova’ya gelişimden başlayıp Ardzınba ile
Türkiye ziyareti için Abhazya’dan ayrıldığım 24 Temmuz tarihi
dahil çeşitli sayfalar vardı. 25 Kasım 1991 tarihli 4-5
sayfadan oluşan bir özel bölüm vardı. Bunun, o tarihten bir
önceki gün, akşam elektriklerin kesildiği bir saatte Ritsa
Oteli’ne gelip paldır güldür odama doluşarak karanlıkta beni
sorguya çekenlerin notları olduğunu anladım. Bu olay olduğunda
ertesi gün Ardzınba’ya anlatmıştım. Hemen telefona sarılıp
karşıdakini (her kim idiyse) fena halde haşlamış, “artık seni
kimse rahatsız edemez” diye beni rahatlatmıştı.
Böyle bir dosyanın bunca yıl kaybolmadan sapasağlam korunmuş
olması şaşırtıcı ve ürkütücüydü. Savaş ve sonrası döneme dair
takip notu olmamasına sevinmeli miydim, yoksa kuşkulanmalı
mı... Dosyayı kapattım, “hepsi bu mu” diye sordum. “Bu kadar,
başka dosya yok” dedi. Nedense dosyayı almayı istemedim.
Binadan çıktığımda içimdeki “vay be!”nin sese dönüştüğünü
duyabiliyordum...

Bir demet gülümseme
Karamsarlık adım adım hepimizi esir alıyordu. Bunu durduracak
bir şey yapmak şarttı. Provokatif bir şey... 1995’in
baharında, Sohum’un ana caddesi üzerinde tırnaklarımı
kemirerek dolaşırken, insanların büyük çoğunluğunun hala siyah
yas kıyafeti giyiyor olmasına takıldım. İşte o anda yapılması
gerekeni bulmuştum. Hemen Abhazya Kadınlar Birliği’nin
merkezine doğru koşturdum. Şansıma birlik başkanı Dalila Pliya
yerindeydi. Merhabalaşmayı beklemeden, “güzellik yarışması
düzenleyelim” dedim. Akıllı, deneyimli, hayat dolu bir
kadındı. Azıcık tereddütten sonra kabul etti.
Abhazya’nın ve Abhazların sınırlarını zorlayacak bir iş
yapmakta olduğumuzu biliyorduk. Ciddiye aldık, üç kişilik bir
yürütme ekibi kurduk. Birleşmiş Milletler Misyonu, Kızıl Haç,
Sınır Tanımayan Doktorlar, Barış Gücü vb. kuruluşların
temsilcilerinin de bulunduğu uluslararası bir jüri oluşturduk.
Birçok kuruluşun ödül koymasını sağladık. Dayanışma Komitesi
ile görüşerek diaspora ödülünü belirledik; seçilecek “Abhazya
Güzeli” bir hafta süreyle Türkiye’de misafir edilecekti.
“Savaştan gelen güzel” konseptiyle medyanın Abhazya’ya
ilgisini depreştirecektik.
Televizyon, radyo ve yerel yönetim birimlerinin yardımlarıyla
yaptığımız duyurular sonuç verdi. Abhazya’nın dört bir
yanından 50’den fazla genç kız başvurdu. Abhazya’daki tüm
etnik gruplardan gelenler oldu. Kimi ailelerin kızlarını
katılım için yüreklendiğine, birçok gencin de kendisi istediği
halde ailesinden izin alamadığına şahidim. Ön elemeyi Kadınlar
Birliği’ne bıraktık. 12 aday belirlediler ve ilk yarışma
provasına çağırdılar. Bilmiş organizatör havalarında “ölçüleri
nedir, giyecek mayoları var mı” diye sordukça Kadınlar Birliği
Başkanı Dalila’dan yarı şaka-yarı ciddi azar işitiyordum. Boy
ölçüsüyle yetindik. Yarışma kıyafetlerinin de mütevazı
abiyelerden oluşmasını kabullendik. Koreografımız adayları iki
haftada hazırlayacaktı.
Ve büyük gün gelip çattı. Sohum’un merkezi uzun aradan sonra
ilk kez bu kadar renkli kıyafetli insan görüyordu. Yarışmanın
yapılacağı tiyatro salonunda sanırım 400-500 koltuk vardı.
Salon o kadar üst üste doldu ki, kımıldayacak yer kalmamıştı.
Herhalde 1000’den fazla insan toplanmıştı. Her yaştan
kadın-erkek gelmişti. Abhaz televizyonu naklen yayınladı. Rus
televizyonu ve tesadüfen Abhazya’da bulunan Belçika, İsviçre
ve Japonya televizyonları, çok sayıda foto muhabiri yarışmayı
izledi, çekim yaptı. İsviçre televizyonu haber spikeri cingöz
bayan “Oh Sizay, Fellini filmi gibi” diye boynuma sarılmıştı
da bunun övgü mü yoksa ince ayar bir yergi mi olduğuna karar
verememiştim. Her neyse...
Uluslararası jürimiz, zorlu tartışmalar sonunda bir kişiyi
“Abhazya güzeli” seçmek yerine, büyük bir cesaret göstererek
yarışmaya katılan bütün adayları eşit derecede ödüllendirmeyi
uygun buldu. Bunun için “medya güzeli”, “sempati güzeli”,
“spor güzeli”, “başkent güzeli”, “üniversite güzeli” vb.
kategoriler oluşturduk ve bütün yarışmacıları ödüllendirdik.
Türkiye ödülünü de 500 Dolar olarak değiştirip, “sempati
güzeli”ne verdik. Yarışma amacına ulaşmıştı. Öncesi ve
sonrasıyla 4-5 hafta boyunca insanların dikkatin çeken hoş bir
sosyal vaka olmuş, insanların hüzün yüklü yüzlerini bir nebze
de olsa gülümsetebilmişti. Ardzınba, Moskova’dan gelen heyetle
görüşmesi yüzünden yarışmaya gelememişti ama bu organizasyonun
O’nu da keyiflendirdiğini biliyordum ama bu kısa süreli bir
molaydı...

Muhalefetin ilk nüveleri...
Savaş sonrasının ağır koşulları devletin yönetim kadrolarını
da hırpalamaya başlamıştı. Yerel yönetimlerden merkezi
yönetime her kademede yönetim tarzı ve yetki kullanımıyla
ilgili tartışmalar yaşanıyordu. 1990’dan itibaren Ardzınba ile
omuz omuza mücadele eden uyumlu ekip çözülmeye başladı. Önce
Aleksandr Ankvab,
Guram Dopua, Nodar Haşba, Enver Kabba, Yuri Voronov, Zurab
Açba, Leonid Lakırba gibi önemli “sivil” kadrolar kenara
çekildi. Daha sonra Stanislav Lakoba, Natela Akaba, Genadi
Alamia ve daha birçokları. Takiben, ‘askeri’ kanatta çatlaklar
oluştu; “Gaziler Birliği” memnuniyetsizler kervanına katıldı.
Böylece Ardzınba’ya karşı muhalefetin nüveleri oluşmaya
başlamıştı.
Bu gelişmeler Ardzınba’yı daha dar bir kadroyla iş yapmaya
zorluyordu. Bu kadroda akraba sayısının artması tepkileri
artırıyor, muhalefete daha fazla koz veriyordu. Etki-tepki
yasası işliyordu. Güçlü liderlikle baskıcı liderlik arasındaki
çizgi giderek inceliyordu.
Bu arada, Birleşmiş Milletler gözetiminde yürütülen barış
görüşmelerinde hiçbir gelişme sağlanamıyordu. Abhaz heyetine
başkanlık eden Sokrat Cincolya, her görüşmeden biraz daha
umutsuz dönüyordu. Abhazya Gürcistan’a “gevşek federasyon”
projesi önermiş, Gürcistan buna cevap bile vermemişti. Batı,
Şevardnadze’nin Abhazya’yı “özerk bölge” statüsünde Gürcistan
içinde tutma isteğini destekliyordu. Rusya’nın Batı baskısına
ne kadar direneceği belirsizdi. Gürcistan’la yeniden savaş
ihtimali konuşuluyordu. Bu da halkın üzerindeki gerilimi daha
da artırıyordu.

Geriye sayım...
1995’in ikinci yarısında iktidar ve muhalefet
arasında alttan alta güç savaşı başlamıştı. ‘Faili meçhul’
cinayetlerin artması gerginliği daha da tırmandırıyordu.
Yetmezmiş gibi, Gürcistan’ın Bağımsız Devletler Topluluğu’nu
(Rusya’nın öncülüğünde eski Sovyet ülkelerini kapsayan birlik)
etkileyerek aldırdığı ambargo kararı (16 Ocak 1996) Abhazya’da
işleri iyice zorlaştırdı. Rusya sınır kapısı (Pso) akıl almaz
ölçüde sıkılaştırıldı, insanların giriş-çıkışı zorlaştırıldı,
ticaret kısıtlandı. Sonraki adım, Sohum-Trabzon deniz
ulaşımının engellenmesi olacaktı. Böylece Abhazya yıllar
sürecek bir yıldırma girişimi ile karşı karşıya bırakıldı.
İlaç, gıda başta olmak üzere temel ürünlerde kıtlık
çekiliyordu. Yokluk-yoksulluk yetmezmiş gibi, mafyavari
silahlı grupların halk üzerindeki (özellikle Ruslara,
Ermenilere ve Rumlara yönelik) baskın-soygun girişimleri
artmıştı. Zaman zaman savunmasız Abhazlar ve diasporadan gelen
yerleşimciler de hedef oluyordu. Bu olaylar yönetime karşı
hoşnutsuzluğu kamçılıyordu.
Olup bitenler beni yormuştu. Adeta yılmıştım. Üzerime,
sıcaklığı an be an artan bir saunada kapalı kalmışlık duygusu
çökmeye başladı. Yetersiz beslenmenin de etkisiyle iyice
zayıflamıştım. Sağlığım (bedensel ve ruhsal) giderek
bozuluyordu. Abhazya’da tutunma gücümün azaldığını, içten içe
kopmaya başladığımı görüyordum. Sokaklarda Kalaşnikof’lu
pejmürdelerin sayısı arttıkça tedirginliğim de artıyordu.
Mümtaz’la dertleşmelerimizde, “kimvurduya gitmeden Abhazya’dan
ayrılma”yı daha sık konuşur olmuştuk. Yine de teslim olmayı
kendimize yediremiyorduk.
Son bir çaba için debelendim. Aydınları bir araya getirecek,
halkı yüreklendirecek ve olumsuzlukların üstüne gidecek
bağımsız bir gazeteye ihtiyaç vardı. Bu girişim, düşüncemi
açtığım ilk kişide (Daur Zantaria) duvara tosladı: “Gerçekleri
yazmazsak halk gazeteyi almaz, gerçekleri yazarsak bir akşam
alacasında vuruluruz” diyerek, fazla abartılı bir durum
analizi yaptı. O Daur ki, 1992 ortalarında Mümtaz’ın
kışkırtmaları sonucu beni 'ti’ye alan bir yazı döktürmüştü;
“Günlerden bir gün Ritsa oteli balkonunda ayağında şortu,
elinde çay fincanı bir adam göründü. Otostopla mı gelmişti
yoksa Tanrı mı göndermişti, bilinmez. İngiliz sömürge valisi
gibiydi...” diye başlayan gırgır şamata bir yazı...
Daur barometre gibiydi. Bilgisi, gözlem
yeteneği, muhakeme gücü benden çok öndeydi. Yine de
yetinmeyip, güven duyduğum birkaç kişiyle daha konuştum.
Tepkiler benzerdi. Pes ettim.

Erkekliğin 10’da 9’una sığınmak...
Ve sonunda olan oldu. Sohum Liman Müdürü'ne gemi seferleriyle
ilgili konuşmak üzere ziyarete gitmiştim. Müdürle,
karşısındaki koltukta yayılmış oturan tanıdık zat arasında
hararetli bir konuşma vardı. İkisi de başkanın sülalesindendi.
Tanıdık zat, Sohum’da sokak gücünü elinde tutanların önde
geleniydi. Merhabalaştık, soğuk ve mesafeliydiler. Daha ben
derdimi anlatamadan, koltuktaki adam söze girdi; “Ardzınba’ya
karşı muhalefette sen de varsın ha! Dünkü toplantınızı,
kimlerin katıldığını, neler konuştuklarınızı bir bir
biliyoruz. Dışardan gelip bilmediğin işlere burnunu sokma.
Pişman olursun”...
Şaşkınlıkla kızgınlık arasında kalakalmıştım. Şaşkındım,
olduğum söylenen toplantıdan haberim bile yoktu. Kızgındım, ne
hakla, ne hadle benle böyle konuşuyor, tehdit ediyordu.
Söyledim, söylendim, çıktım.
Hızla Başkanlık binasına gittim, merdivenleri ikişer, üçer
atlayıp Ardzınba’nın odasına daldım. İfadesiz bir bakışla
dinledi. Sonra, bıkkın bir sesle, “kimi fesatların ortalığı
karıştırmak istediği” üzerine birkaç laf etti. Kimsenin adını
anmıyor, “onlar” diye sözediyordu. Açıkça sordu, “onlarla
mısın”. Evet, gidişat iyi değildi, eksikler-yanlışlar çoktu
ama muhalefet edenler safında değildim. “O zaman dert etme”
dedi. Yorgun, gergin ve sağlıksız görünüyordu.
Anladım ki, artık ne Ardzınba tanıdığım kişiydi ne Abhazya
bildiğim ülke. Keskin bir bıçağın sırtında yürüyorduk. Kimin
ne zaman ve nasıl tökezleyeceği bilinmezdi.
Kafamdaki soru şuydu. “Dışardan gelip işlere burnunu sokan”
olarak mimlenen kimdi. En yakın ihtimal Suriye’den gelen Fadıl
Aruta idi. Muhalefet safındaki isimlerden G. Alamia ve N.
Akaba ile iyi arkadaştılar ve sürekli birlikte takılıyorlardı.
Çok sevdiğim, saygı duyduğum biriydi. Savaşta, Abhaz-Adige
diasporasının bulunduğu Suriye, Ürdün, Mısır ve İsrail’den
Abhazya’ya dayanışmayı organize eden kişiydi ve akabinde
faydam olur diye Abhazya’ya gelmişti. Yazardı, çevirmendi.
Arapça'nın yanı sıra ileri düzeyde İngilizce, Rusça ve Türkçe
biliyordu. Abhazca'sı da iyiydi. Çok sayıda Rus, Türk yazarın
kitaplarını Arapça'ya çevirip Suriye’de ve diğer Arap
diyarlarında yayınlamıştı. Dışişleri’nde Sergey Şamba ile
çalışıyordu.
Hemen kendisini buldum. Olanı anlattım. Bahsedilen toplantıda
olup olmadığını sordum. Dediğine göre, öyle ciddi bir toplantı
değil, 8-10 kişinin sohbet buluşmasıymış. ‘Ne olacak bu
memleketin hali’ konuşmaları. Dikkatli olmasını, geride
durmasını salık verdim. Fadıl bunu pek önemsememiş gibiydi.
Takıp eden hafta boyunca keyfi yerindeydi. Sonra bir sabah
telaşla geldi, elinde küçük bir valiz. Deliye dönmüş gibiydi.
“Sen haklıydın, çıldırmış bunlar. Artık burası bana göre
değil, gidiyorum” dedi. Benden çok daha sert bir uyarı
almıştı. “Geldiği yere dönmesi” için 3 gün verilmişti ve bu
uyarı silahların gölgesinde yapılmıştı. Uğradığı kaba
saldırıyı kabullenemiyordu. Gözleri doldu. Beni aşan bir
durumdu, kendisini yatıştıracak hiçbir sözüm, tutacak hiçbir
gücüm yoktu.
Bu olay benim için bardağı taşıran son damlaydı. “Pes” dedim.
Erkekliğin 10’da 9’u kaçmaktı, ona sığındım. Ve, 16 Ocak
1996’da, Mümtaz’la birlikte gönlümüzü bırakarak Abhazya’dan
ayrıldık. Veda etmeden. Sessizce...
Ardzınba ile daha sonra iki kez görüştüm. İlki, 4 Şubat
1998’de Moskova’daydı. Rusya makamlarıyla görüşmeler yapmak
üzere gelmişti. Moskova’daki Abhaz diasporasının onuruna
verdiği yemekte görüştük. Keyfi yerindeydi ve iyi görünüyordu.
Beni görünce şaşırdı, sevindi. “Seni kaybettik” dedi. Evet,
kaybolmuş ve Moskova soğuğunda ortaya çıkmıştım.
İkinci görüşmemiz İstanbul’daydı. Birleşmiş Milletler (BM)
gözetiminde sürdürülen Abhazya-Gürcistan barış görüşmeleri
çerçevesinde 7-9 Haziran’da İstanbul’da yapılan toplantıya
katılmak üzere gelmişti. Aslında toplantı tarafların
başbakanları ve heyetleri düzeyindeydi. Ardzında “özel konuk”
olarak ve ikili görüşmelerde bulunmak üzere gelmişti. Ev
sahipliğini, dönemin dışişleri bakanı İsmail Cem yapıyordu.
Ardzınba, Abhazya heyetini taşıyan BM özel uçağından inerken,
son gördüğüme nazaran daha genç, daha dinamik ve güler
yüzlüydü. Kendini epey yenilemişti. Kucakladı, “seni gördüğüme
sevindim” dedi. Ben de...
Kalabalık diaspora karşılaması ve büyük bir konvoyla Hilton’a
gelmek, Gürcü heyetine karşı psikolojik üstünlük sağlamıştı.
Gürcistan başbakanı ile görüşmesinde bunu iyi kullandı. Üç gün
boyunca keyfi yerindeydi. Öyle ki, yıllar önceki şakacılığı ve
muzip gülüşü geri gelmişti. Yeniden kaynaştık...
Kafamın içindeki son Ardzınba görüntüsü, BM uçağının
merdivenlerini çıkarkenki el sallayışıdır.

Son sözler...
Daldan dala uzun bir yazı oldu. Nereden nereye geldik.
Ardzınba’yı mı kendimi mi anlattım karıştı. Tanıklıklar
böyledir. İçinize işleyen tanıklıklar daha da böyledir. Biraz
ondan, biraz bundan, biraz şundan. Eee, biraz da
kendinizden...
Ardzınba, sadece Abhazlar için değil tüm Kafkas halkları için
büyük bir lider ve kahramandır. Yüzyıllardır ilk kez halkına
kazandıran bir lider, başaran bir kahraman olarak tarihe
geçti. Şöyle yakın tarihimizi karıştırıp lider
bellediklerimizi, kahraman bildiklerimizi hatırlarsak, hemen
tamamının başarısızlığın liderleri ve kahramanları olduğunu
göreceğiz. Ya kıyımımızla sonuçlanan ölçüsüz maceralara
öncülük etmişlerdir ya da sürgünümüzle biten hesapsız
başkaldırılara. İlk kez Ardzınba başarının lideri olmuştur ve
halkını bağımsızlığa taşımıştır. İşte Ardzınba’yı farklı kılan
budur.
Abhazya halkı kendisini başarıya götüren, özgürlüğe taşıyan
liderini sevmiş, sımsıkı kucaklayıp bağrına basmıştır. Dahası,
O’nu putlaştırmadan ve hamasete kurban etmeden sevmeyi ve
onurlandırmayı bilmiştir; kendinden biri saymış, olsa olsa bir
adım önde görmüş ve benimsemiştir. Doğrusunda peşinden gitmiş,
yanlışında dur diyebilmiştir. O’nu bir insan olarak, kendisi
olarak taçlandırmıştır. Abhazya halkı, hiçbir eksiğin
Ardzınba’yı değersizleştirmeyeceğini bildiği kadar hiçbir
fazlanın O’nu ilahlaştırmayacağını da bilmiştir.
Abhazların Ardzınba ile ilişkisi, günümüz dünyasında
toplum-lider ilişkisinin nasıl olması gerektiğini dair bir
ders gibidir. Bu ilişki en zor dönemde dahi demokratik
özelliğini kaybetmemiştir, liderin en güçlü olduğu zamanda
bile dengesini yitirmemiştir. Savaştan yeni çıkmış bir ülkede
bunu başarmak ancak içselleşmiş bir demokrasi anlayışı ve
güçlü bir özgürlük ruhu ile mümkündür. Abhazya halkı her iki
şeye sahip olduğunu cümle aleme göstermiştir.
Abhazya halkı 1994’de Ardzınba’yı başkan seçerek O’nun
liderliğini selamlamıştır. 1999’da ikinci kez başkan seçerken
kahramanlığını onurlandırmıştır. 2004’deki seçimde ise
kahraman lideriyle olan ilişkisinin ince sınırını ustalıkla
belirlemiş, kendi doğrusunu liderinin doğrusunun önüne koyarak
bildiği yoldan yürümüştür. Üstelik bunu koca Rusya’nın aksi
yöndeki baskıcı telkinine rağmen yapmıştır.
Abhazya halkı liderini o kadar çok sevmiştir ki, egosunun
kişiliğini yutmasına müsaade etmemiştir; gerektiğinde ''lider
Ardzınba''ya karşı ''insan Ardzınba''yı korumasını bilmiştir.
Abhazya halkı ve lideri insanlık adına, demokrasi adına
kutlanmayı, alkışlanmayı fazlasıyla hak ediyor... Teşekkürler
Ardzınba. Teşekkürler Abhazya halkı.
Taa en başta şair doğru söylüyordu; “yıllar, insanlar ve
halklar akarsu gibi”ydi... Belki sonrasında yanılıyordu;
yıllar, insanlar ve halklar akıyorlardı ama gözden
kaybolmuyorlardı. Belki insanlık bilincimiz dünle bugünü,
bugünle yarını buluşturan en büyük aynadır. Yeter ki
bakabilmeli, görmeli ve anlamalı...
Şanslıyım. Büyük bir lideri yakından tanıdım, mesai
arkadaşlığı yaptım. Sayesinde kimliğimi kazandım. O’nu kendi
bilinç aynamda hep göreceğim. |