Neredeyse yirmi yıldır bir fotoğraf dolaşır benimle,
siyah-beyaz bir sadakatla nereye gitsem peşimde. Bıkmadan,
bıktırmadan... Biraz boynu büküktür. Çocuksu, masum bir yüz.
Sanki bir tutam sitem serpmiş müebbet hüznüne. Yine de kıyamaz
sanki, helal eden minik bir gülümseyişle selamlar, kocaman
zeytin gözleri. Sevgiyle, tutkuyla bakar. Sarıp sarmalar beni.
Bu, Eleni’nin fotoğrafıdır. Nereye gitsem benimle...
1992’nin 1 Haziran sabahı, henüz güneş uykudayken, ince bir
sisin sessizliğinde sahil boyu yürümüştük, Sohum limanına.
Selanik bandıralı büyük beyaz gemi yolcularını bekliyordu.
Yüzyıllardır Abhazya’da yaşayan Grek kolonisinin mensuplarını
anavatanlarına geri götürecekti. Liman ve çevresinde sessiz,
ürkek, acemi bir koşuşturma vardı. Bu, geriye dönüşün
gemisiydi.
Denkler yüklenmiş, gideceklerle kalacakların veda
kucaklaşmaları başlamıştı bile. Kederle kaygının, telaşla
heyecanın iç içe geçtiği bu ağır atmosfere yaklaştıkça
Eleni’nın yürüyüşü yavaşlamış, avucumdaki eli daha bir
serçeleşmişti. Bizi gören babası, annesi ve henüz çocuk
yaştaki erkek kardeşi karşılamak için öne çıktılar. Eleni’den
ziyade küçük valizine gülümsemişlerdi. Demek kızları
kendileriyle gelecekti. Demek aile eksiksiz yol alacaktı. Ona
sarıldılar, ‘herşey iyi olacak’la teselli etmeye çabaladılar.
Bana düşense, teessüf mü yoksa teşekkür mü olduğu belirsiz boş
bakışlarıydı.
Bir şey dikkatimi çekmişti. Çocuklar dahil herkes, Eleni gibi
siyah/beyaz ve tonlarından ibaret bir sadelikteydi. Makyaj
yok, takı yok, aksesuar yok. Ellerdeki valizler, çantalar bile
uyumlanmış. Eski bir film seti gibi. Eleni’ye sordum, neden
böyle. Dedi, bu ne düğündür ne eğlence. Bir vatanı bırakıp
diğerine gideriz, bir yaşamı bırakıp diğerine koşarız. Siyah,
geçmişimizden kopuşumuza ağıttır, beyaz sa geleceğimizin
umudununa şarkı. Bak, yaşlılarda siyah çoktur. Bir de,
sevdiklerini geride bırakanlarda. Eleni’nin bluzu kırık
beyazdı. Başını, siyah eteğini işaret edercesine eğdi.
Herkes kendi dünyasında zaman akıp gitti. Bir saat kadar
sonra, gemiye binmek için hazırdılar.
Sözün bittiği an gelip çatmıştı. Ayrılıklara şerbetli,
vedalara alışık ben, ilkmiş kadar acemi ve çaresizdim. Yalancı
bir gülümsemeyle Eleni’yi yüreklendirmeye çabalıyordum. Ne ki
o, ayrılığı edebileştirmeyi bildi; valizin ön cebinden bir
fotoğraf çıkardı, ‘Sana bakışımı bırakıyorum, eğer seni
görebiliyorsam mutluyum ve bir eksiğim yok demektir’ diye
tutuşturdu elime. Baktım, yüzü buğulanmıştı. Bir fotoğrafına
bir kendisine baktım. Evet, tam da o anki bakışı
fotoğraftaydı. Ya da, tam da fotoğraftaki gibi bakıyordu, o
an.
Dedim ya, daha önce de olmuştu böyle yüce anlarım. Lakin bu
kez sanki başka. Daha mı sarsıcı, ne !... ‘Gözlerim uslu dur,
uslu dur ey yürek’... İçmırıldanmalar boşunadır, hükümsüzdür
bu kez.
Tuzlu bir sarılış, kontrol noktasından geçiş ve geminin
merdivenlerini tırmanış.
Limanın ucuna doğru birikmiş yüzlerce uğurlayıcının cesaret ve
şans dileklerini, geminin güvertesine sıkışmış yüzlerce
uğurlananın el sallayışları karşılk veriyordu. Son veda sözünü
geminin bas-bariton sireni söyledi ve yavaş yavaş yola
koyuldu. Uğurlayıcılar büyük beyaz geminin Karadeniz’in
sisinde kayboluşuna, yolcular sa kaç kuşaktır yaşadıkları
Sohum’un silikleşen silüetine son kez baktı. Ne
Angelepulos’un sinematografyası yeterlidir
bu
anı anlatmaya, ne Karaindrou’nun notaları.
Eleni gitti, bakışı bende kaldı...
Eleni’yle, altı-yedi ay kadar önce, “kültürel dostluk”
partisinde tanışmıştık. Abhazya’da yaşayan her kültürden, her
etnisiteden insan vardı. Çeşit çeşit lezzetler, içkiler,
skeçler, pandomimler, şarkılar, danslar... Keyifli, eğlenceli
bir geceydi. İlerleyen saatlerde, bıcırık bir kız, güleç yüzü
ve kocaman bakışıyla bulunduğum kalabalıktan koparıp aldı
beni. ‘Ben Eleni’yim, sen kimsin? Ben Grek’im, sen nesin?’
diye diye piste sürükledi. O Eleni’ydi, Grek’ti. Ve de
gönülçelendi...
İşte böyle başladı bilmem kaçıncı duygusal yorgunluk terapim.
Teslim alınmanın huzuru içinde, akıntıya bıraktım kendimi.
Günler, haftalar geçti. Uzaklarda fısıldanan Greklerin
anavatanlarına dönüş öyküleri giderek yakınımıza sokuldu.
Gidenlere Eleni’nin akrabaları da eklenmeye başlayınca, arada
bir laf ola söylenen,’kal dersen kalırım’lar usulca ciddiyet
kazandı. Sevdim ama aşık mıydım? Yük taşıyacak yürekte miydim?
Dahası, ‘kal’ diyecek kalıcılıkta mıydım?.. Sorular
çetrefilliydi ve henüz cevabı yoktu.
Ve sonunda gün geldi, ailesinin de gitme kararıyla kaçınılmaz
son kapıya dayandı. 31 Mayıs akşamı, küçük bir vinileks
valizle çıkageldi, kaldığım Ritsa Oteli’ne. Biraz çakırkeyfti,
biraz ajite. ‘Belki kal dersin diye eşyalarımla geldim. Sabah
altıya kadar vaktimiz var’ diye bıraktı kendini. Zor bir
durumdu, zor. Sorular hala cevapsızdı. Benim için, kalması
gitmesinden zordu. Sabah kolay olanı seçtim.
Evet bu, geriye dönüşün gemisiydi. Abhazya’daki Greklerin
büyük çoğunluğu, üç-dört ay içinde gemilerle Yunanistan’a geri
döndü. Gemiler Yunan hükümeti tarafından tahsis edilmişti.
Geri dönenler Selanik’te karşılanıyor, devletin, yerel
idarelerin ve yerli halkın desteği ile yeni hayatlarına
tutunduruluyorlardı. Selanik, Greklerin anavatana dönüş
limanıydı. Özellikle son yüzyılda Anadolu’dan ve Karadeniz’e
kıyısı olan ülkelerden yüz binlerce Grek “dönüş” gemileriyle
Selanik’e taşınmış, oradan yeni yerleşim bölgelerine
dağıtılmıştı. Abhazya’dan gidenlerin vardığı, varacağı liman
da Selanik’ti.
Aslında Abhazya’dan geri dönüş, küçük gruplar halinde beş
yıldır sürüyordu. Onbeş bin kadar olan nüfusları son
gidenlerle dört-beş bine geriledi. Daha sonra, 1992-93
savaşında da gidişler sürdü. Sonuçta geride, belki yeni bir
hayatı göze alamayacak kadar yorgun düşenler ile başka etnik
grup mensuplarıyla evlenmiş olanlardan ibaret iki binlik bir
koloni kaldı.
Abhazya’daki Grek nüfusun büyük çoğunluğu Sohum ve çevresinde,
diğerleri de Novy Aphon ve Pitsunda’da yaşıyordu. Sohum
(Abhazca adıyla Agua) M.Ö. 6. yüzyılda Dioskuria adıyla
Grekler tarafından ticari koloni olarak kurulmuştu. M.Ö. 1.
yüzyılda Roma İmparatorluğu döneminde Sebastopolis adıyla
kalekent olarak yeniden konumlandırıldı. Bizans İmparatorluğu
döneminde (M.S. 4. yüzyıldan itibaren) adı yeniden Dioskuria
oldu. Abhaz Krallığı’nda (8. yüzyıldan itibaren) Agua adını
aldı. Osmanlı döneminde (1583-1810) Sohumkale adıyla anılan
kalekentin büyük bölümü artık sular altındadır. Sohum 2.500
yıl boyunda Karadeniz’in en gözde ve en önemli ticari ve
askeri merkezlerinden biri oldu. Kent planlaması ve
mimarisiyle tipik bir Grek sahil şehridir. Denizle
bütünleşiktir. Büyük bir liman, yanlara ve arkaya doğru
derinleşen bir şehir. Yüzyıllar boyunca kent yeniden ve
yeniden inşaa edilmiş, suların yükselmesi yüzünden geriye
çekilmiştir. Sonuçta bugüne kalan, denize dik inen ve onları
kesen paralel geniş caddelerle; içerden avlulu, çok kapılı,
çok mekanlı, genellikle iki katlı eklektik yapılarıyla (ki
birçoğuna zamanla Ermeni yapı ustalarının sihirli elleri
deymiş) mükemmel bir sahil kentidir...
Grekler, bulundukları her yerde olduğu üzere Abhazya’da da
denizle karayı bütünleştiren, sahilkent kültürünü ayakta
tutan, yaşamı denizin bitmez cömertliğiyle zenginleştirmeyi,
lezzeti çoğaltmayı becerebilen yegane halktı. Ne biz Abhazlar,
ne Ruslar, ne Ermeniler, ne Gürcüler ve ne de diğer halklar
Greklerin
bıraktığı boşluğu dolduramaz. Onlar kadar sahil kentinde
yaşamanın keyfini süremez.
Eleni’yle “kültürel dostluk” partisinde
tanışmak nasıl bir ironiymiş ki, altı-yedi ay içinde ben Grek
sevgiliyi Abhazya ise Grek kültürünü yitirdi. Eksik kaldık.
Greklerin Abhazya sahillerine ulaşıp koloni kurması M.Ö. 5.
yüzyıla (2.500 yıl öncesine) dayanır. Aradan geçen bunca
zamana rağmen, nüfusları bazen artarak bazen eksilerek
Abhazya’daki yaşamlarını bugünlere kadar sürdürebilmişlerdi.
Yani, o 1992 yazında gemilerle anavatanlarına dönmüş olanlar
aşağı yukarı 2.500 yıldır Abhazya’da tutunmuş Grek
diasporasının mensuplarıydı. Onlar Abhazya’ya zorla
gönderilmemişti. Ticaretin sınır tanımazlığı ve ait oldukları
imparatorlukların genişleme dalgalarıyla sürüklenmişlerdi.
Şimdi, başka güçlü dalgaların etkisiyle geri çekiliyorlardı.
Dönüşleri belki biraz gerekliliktendi, biraz zorunluluktan.
Belki de daha iyi hayat vaadinden. Ve illaki anavatanlarının
çağrısıyla düştüler yola. Bunca aradan sonra dönüş öykülerini
yazdılar. Cesaret onlarlaydı. Şans da onlarla olsun...
Ya
biz!
Daha
yüzelli yıl evvel, bir başka imparatorluğun genişleme
dalgalarının söküp savurduğu bizler !.. Hala dün gibi
hatırladığımız ve ağıtlar yaktığımız bir sürgüne kurban bizler
!..
Devran dönmüşken, yollar açılmışken hala bizi anavatana geri
götürecek bir gemi bulmayı ne zaman becereceğiz?.
İstanbul’dan, Sinop’tan, Samsun’dan ya da bilmem hangi zıkkım
sürgün yolu sahilinden, dönüşümüzü yüklenmiş bir gemiyi ne
zaman uğurlayabileceğiz? Ne zaman bir tekne dolusu hasret ve
yurtseverlik biriktireceğiz?..
Hep
sürgün öyküleri mi anlatırız, hep ağıt mı yakarız. Ne zaman
dönüş öyküleri yazmaya başlarız, ne zaman şarkı söylemek düşer
bize. Gereklilik mi eksik, gerekçemiz mi. Neyi bekleriz, niye
bekleriz... Yüreğimiz o kadar mı paslı, ruhumuz o kadar mı
tutsak. Cesaret ne zaman uğrar bize, mecburiyet ne zaman. Sıra
ne zaman gelir bize?...
Velhasıl,
İşte
bunca yıl sonra şimdi, Anadolu Hisarı’ndaki sığınağımda, hala
bakışını benden esirgemeyen Eleni’nin hatırlattıkları ve
düşündürdükleri. Sanırım Eleni’den çok gidişini sevdim. ‘Sana
bakışımı bırakıyorum’ deyip siste kayboluşunu...
Eleni gitti, bakışı bende kaldı. O beni görüyor. Mutludur ve
bir eksiği yok demektir.
|