|
|
................... |
|
................... |
‘EN YENİ DÜNYA DÜZENİ’ |
10.06.2010 |
|
Sezai Babakuş |
................... |
|
................... |
İster beğenin-destekleyin, ister
kızın-kaygılanın, son dönemde Türkiye’nin dış politikası (diplomasisi)
kabına sığmaz oldu. Komşularla sıfır ihtilaf sloganıyla atılan
adımlar, karşılıklı vize kaldırmalar, Kuzey Irak Kürt Özerk
Yönetimi ile ilişkiler, Rusya ile nükleer santral dahil dev
enerji anlaşmaları, Brezilya’yı yanına alarak İran’ı ABD’nin
gazabından kurtarma hamleleri vs. derken iş Gazze yüzünden
İsrail’le boy ölçüşmeye kadar geldi. Bütün bunları AKP
Hükümeti’nin vizyonu ve başarısı olarak alkışlayabiliriz ya da
Başbakan Erdoğan’ın İslam soslu ideolojik hırsına ve Dışişleri
Bakanı Davutoğlu’nun Ortadoğu’nun Kissinger’i olma hevesine
bağlayıp hafife alabiliriz. Her iki durumda da eksik kalırız.
Olup biteni anlayamayız, trene boş boş bakan o meşhurun
konumuna düşeriz.
Evet, son dönemde çok alametler olmakta. Ve daha da olacak
gibi... Bunları sadece AKP vizyonuna ya da hırsına-hevesine
bağlı açıklayamayız. Bunlar yeniden değişen dünya düzeni ile
ilgili. Bu, en yeni dünya düzeni...
Şöyle bir düşünelim. Tarihten günümüze kim bilir kaç ‘yeni
dünya düzeni’ kurulup yıkıldı. İmparatorluklar çağından buyana
güç el değiştirdikçe düzen de yeniden kurulageldi. Önceleri
3-5 yüzyılda bir değişen dünya düzeni giderek daha sık ‘sil
baştan’a uğradı. Keşifler çağı ve akabinde sanayi devrimi
dünyayı yaz-boz tahtasına çevirdi. Son yüzyıla bir bakalım; 1.
Dünya Savaşı sonunda “yeni bir dünya düzeni” kurulmuştu, yarım
asır geçmeden 2. Dünya Savaşı ilkini geçersiz kıldı; iki
kutuplu düzene manivela oldu. Kırk yıl sonra (kutbun bir
tanesi sizlere ömür) tek kutuplu yeni dünya düzeni müjdelendi.
Güç tek elde toplandı ve en sahici yeni dünya düzeni olarak
kutsandı. Ne ki, yirmi yılda eskidi.
Şimdi çok kutuplu, bölgesel aktörlerin sahne almaya başladığı
yeni bir dünya düzeni var. 1990’dan sonraki dünya düzenini
referans kabul eden kimi siyaset bilimciler ve stratejistler
şimdiki duruma ‘ikinci yeni dünya düzeni’ adını veriyor. Ben
‘en yeni dünya düzeni’ demeyi tercih ediyorum.
Dedik ya, gücün dağılımı dünya düzenini de belirliyor. Güç,
pek çok unsurla tanımlanıyor. En önemlisi ekonomik ve askeri
güç. Buna teknoloji üretim gücü, nüfus gücü, stratejik konum
gücü, diploması gücü vs. ekleniyor.
2009 sonu itibariyle tün dünyanın gayrisafi hasılası (yılda
üretilen mal ve hizmetlerin toplam değeri) 58 trilyon dolar
(ABD doları) olarak hesaplanıyor (bkz. IMF 2009
istatistikleri). 16.5 trilyon dolarla 27 ülkeli Avrupa
Birliği’ni saymazsak, 14.3 trilyon dolarla ABD açık ara önde.
Japonya 5 trilyon dolarla ikinci, Çin 4.9 trilyon dolarla
üçüncü. Sonraki dört sırayı AB’den Almanya (3.3 trilyon
dolar), Fransa (2.7 trilyon), İngiltere (2.2 trilyon), İtalya
(2.1 trilyon) alıyor. Sekizinci sıradaki Brezilya’nın 1.6
trilyon, dokuzuncu sıradaki AB üyesi İspanya’nın 1.5 trilyon
dolar milli geliri var. Kanada 1.3 trilyon dolarla onuncu,
Hindistan ve Rusya 1.2 trilyon dolarla on birinci ve on ikinci
sırada. Sonra 1 trilyon-800 milyar dolar arasında Avustralya,
Meksika, Güney Kore ve Hollanda geliyor. Türkiye 600 milyar
dolarla on yedinci sırada.
Elbette milli gelir rakamları Batı’nın hala ne denli ezici bir
üstünlüğe sahip olduğunu gösteriyor. Buna askeri gücü ve
teknoloji üretim gücünü eklersek üstünlük daha da pekişiyor.
Ancak hiçbir şey yirmi yıl öncesi gibi değil. Dengeler hızla
değişiyor; yirmi yıl öncesinin kimi fakir ülkeleri (üçüncü
dünya ülkeleri) şimdi Batı’ya meydan okuyacak denli
zenginleşmeye başladı. Ayrıca teknolojide taklit edenden
üretene doğru yol almaları, asker güçlerini pekiştirmeleri bu
ülkelerin uluslararası güçe ortak olma isteklerini artırdı.
Halen dünyanın en kapsayıcı uluslarüstü örgütü olan Birleşmiş
Milletler’de, Güvenlik Konseyi Daimi üyesi sıfatıyla beş
ülkenin (ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya) elinde toplanan
yetki gücüne itirazlar başladı; Hindistan, Japonya, Almanya ve
Brezilya güçe ortak olmak istiyor. Kuzey Kore’den sonra İran
ve başka hevesliler nükleer güce ortak olmak istiyor.
Hindistan, Brezilya, İran, Türkiye, Meksika bölge
politikalarında daha fazla inisiyatif peşinde.
İşin özeti, herkes parası ve pazu gücü kadar saygı görmek,
sözünü dinletmek istiyor. Türkiye’nin de yapmaya çalıştığı bu.
Tüm bunların dışında, Batı’nın ‘yöneticileri satın al,
halklara hükmet, kaynakları sömür’ denklemini bozan toplumsal
dönüşümler yaşandı, yaşanıyor. Ayrıca, küresel ısınma, çevre
kirliliği gibi dünyayı tehdit eden ‘ortak düşman’ algısı da
gücün paylaşımını zorunlu hale getirmeye başladı.
Öyle anlaşılıyor ki artık her şey Washington’un dediği ya da
istediği gibi gitmeyecek. Kral ve tebaası yerine kral-soylular
meclisi-tebaa düzenine geçilecek. Kral uzun süre değişmeyecek
gibi. Şimdilik mücadele soylular meclisinde yer kapmak
üzerine. Meclis 7’den 9’a, 13’e, 20’ye yükseldi. Şimdi 20’nin
içindekiler yerlerini sağlamlaştırmak, dışarıda kalmış olanlar
ise bu 20’de yer kapmak ya da meclisin sayısını artırmak için
mücadele ediyor. Kimine göre 30-40 yıl sonra Kral’ın da tahtı
sallanacak. Medyumlar 2050’den itibaren çekik gözlü bir
Kral’ın geleceğinden söz ediyor (!).
Türkiye ekonomik performansıyla bu meclisin 17. sırasında yer
edinmiş gibi. Eh askeri gücü de (hiç değilse asker sayısı
itibariyle) yabana atılır gibi değil. Nüfus gücü de maşallah.
Stratejik konum gücü eskisi gibi değil, tapunu kiraya ver
geçinip git devri çoktan bitti. En büyük eksiği (zaafı) ise
teknoloji üretim gücü. Hem savaş hem üretim teknolojisi büyük
ölçüde dışa bağımlı. Kendi ürettiğinde ise hala taklitten
(üstelik kötü taklitten) ileri gidemedi. Öğle görülüyor ki
kolay da olmayacak.
İşte burda, ister hırs-heves dersiniz ister vizyon, AKP’nin
etkisi devreye giriyor. Türkiye’nin bölgesel rolünü
güçlendirmek istiyor. 600 milyar dolara denk bir rol peşinde.
Sanki, Batı’dan bulamadığı saygıyı Ortadoğu’da edinme
çabasında. Ya da, Ortadoğu üzerinden Batı’da saygı edinme
yolunda. Doğru bir yol mu? Göreceğiz. En çok sorgulanan İran-Hamas
angajmanları. İsrail’le dalaş da tuzu biberi. Eksen kayması
tartışmaları buradan kaynaklanıyor.
Klasik muhafazakar ve demokrat siyasetçiler dış politikayı
satranca benzetir, oyunu hamle hesapları üzerine kurarlar.
Yeni muhafazakarlar ve liberaller ise dış politikanın poker
gibi oynanmasından yanadır, oyunu riskler ve fırsatlar üzerine
kurarlar. Görünen o ki AKP pokeri tercih ediyor. Pokerde arada
bir blöf yapıp kazanabilir, rakibini ‘rest’le saf dışı
bırakabilirsin. Tek şartı, oyunun akışını iyi takip etmek ve
blöfü zamanında yapmak. Aksi halde duvara toslar, her şeyini
masada bırakabilirsin. Bu genel kuraldır. Ayrıca, İsrail’le
poker oynuyorsan iki kat dikkatli olmalısın. Zira Ortadoğu’nun
en iyi ve en hızlı pokercisi. ‘Rest’ çekerken ‘solt’ yememen
lazım. Poker, heyecanı ve riski yüksek bir oyundur. Kendini
kaptırıp Rus ruletine çevirmemeli.
Velhasıl,
‘En yeni dünya düzeni’ fırsatları kadar riskleri de bol
bir düzen. Konumuna ve gücüne uygun rolü üstlenmek gerekiyor.
Ne eksik, ne fazla. Aksi halde... Müflis kumarbaz olmayı kim
ister. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|