Toplumsal hafızamız kıttır ya, otuz yıl önce
üzerimizden silindir gibi geçen 12 Eylül’ü bile hükümet
zoruyla hatırlıyoruz. Gündemdeki referandum, hiç değilse bu
işe yaradı. Yaşı, aklı ve alakası erenler otuz yıl sonra, otuz
yıl öncesinin bu kara tarihini tozlu raflardan indirip yeniden
okumaya ve bilinç aynalarından gördükleri kadarıyla 12 Eylül’ü
yeniden tanımlamaya başladı. Ne ala!..
Aradan otuz yıl geçmesine rağmen 12 Eylül’ü
anlamada hala iki temel farklı
bakış
sözkonusudur. İlki, askeri müdahaleyi memleketin içine
sürüklendiği kaos, kargaşa ve çatışma ortamının sonucu
olduğunu söyler, kabullenir ve destekler. İkincisi ise,
memleketin, askeri müdahaleye zemin hazırlamak nedeniyle
planlı ve organize bir şekilde kaosa, kargaşaya ve çatışma
ortamına sürüklendiğini söyler, sorgular ve karşı çıkar.
Görünen o ki, değil otuz yıl, yüz otuz yıl geçse dahi 12
Eylül’ün ‘neden’ mi yoksa ‘sonuç’ mu olduğu üzerine laf yarışı
devam edecek.
Ben de herkes gibi akıl defterimi karıştırdım
ve kendi bilinç aynamdan 12 Eylül faşizmine bir kez daha
baktım. Bugün de gördüğüm, Fellini’nin Amarcord’undaki gemi
kadar büyük ve ürkütücü bir aysberktir; bu buz dağının
yüzeydeki görüntüsü ‘sonuç’, suyun altındaki asıl cüsse ise
‘neden’dir.
Artık, vaktiyle 12 Eylül’ü allayıp pullayanlar
dahi bu askeri zapt-ı raptın toplumun omurgasını çökerttiği,
ruhunu çürüttüğü ve ayaklarına ağır bir pranga vurduğu
gerçeğini kabul etmek zorunda kalmışlardır. Çünkü 12 Eylül
ülkede yaşayan herkese doğrudan ya da dolaylı hasar vermiştir.
Bu, büyük ve etkisi uzun süren bir hasardır. Öğle ki,
nemalananlarını dahi zehirlemiştir.
Gündemdeki referandumun 12 Eylül’ü
hatırlatması, referandum gününün darbe günüyle özdeşikliğinden
çok, darbecilere dokunulmazlık sağlayan maddenin de
kaldırılmasını öneriyor olmasıdır. Bu yanıyla zihinlerdeki
pasın çözülmesine yardımcı olan referandum, önerdiği diğer
maddeler nedeniyle de toplumu trajikomik bir paradoksa
toslatmaktadır. Bu çapanoğlu oyunu herkesi tersköşe eden
inceliktedir. Yani, 12 Eylül’den zarar görenlerin çoğunu
‘hayır’, 12 Eylül’den nemalananların çoğunu ise ‘evet’
boşluğuna yatırmaktadır. Elbette bunda, zamanın herkesi farklı
biçimde yontmuşluğunun ve ‘reelpolitika’nın(!) da etkisi
vardır. Sonuçta herşey tersyüzdür; pireler tellal, develer
berber olmuştur.
Ne diyebilirim, herkesin 12 Eylül’ü kendinedir.
Kim nasıl istiyorsa eller, kim nasıl istiyorsa koklar.
Bana olsa olsa, ‘bence 12 Eylül neydi-nasıldı’
üzerine birkaç söz söylemek düşer.
12 Eylül’ü 22 yaşımda İstanbul’da karşıladım. 27 Mayıs
ihtilaliyle(1960) köyde, 12 Mart muhtırasıyla(1971) kasabada
tanışmıştım. Hayata tutunma ve daha iyi bir gelecek arayışı
beni ve ailemi büyük kente sürüklemişti. 12 Eylül vurduğunda
köyden oniki, kasabadan yedi yıl uzakta, metropolün dinamik
karmaşasında ve gençlik ateşinin korunda geleceğe koşuyordum.
Gazetecilik yüksek okulu son sınıf öğrencisiydim, TİP’li bir
solcuydum, Parti’nin basın-yayın-propaganda bürosunda siyasi
profesyonel olarak çalışıyordum, Parti’nin kültür-sanat
kuruluşu İşçi Kültür Derneği’nin İstanbul başkanıydım. Ayrıca,
haftanın iki gününde Türk Haberler Ajansı’nda mesleki
profesyonelliğe ısınıyordum. Siyaset, bilim, basın, kültür ve
sanat çevreleriyle içiçeydi hayatım. Koşturacak çok şey vardı;
umut, inanç, coşku, heyecan, kaygı, korku... Aşk da vardı
elbet. Demem o ki, dolu dolu akıyordu günlerim. Memleketin
haliyse deli-doluydu...
Türkiye, çıkışı olmayan kör bir karanlığa itilmişti. 12
Mart’la budanan sol kendini hızla toparlayıp yükselişe geçmiş,
‘devlet partisi’ CHP’nin de Ecevit liderliğinde sola
çekmesiyle milliyetçi-muhafazakar sağ telaşa kapılmıştı.
Gladio, derin devlet, kontrgerilla bugünler içindi. Bir yandan
Türk-İslam sentezi gibi sağı birleştirici ideolojik harçlar
icad edilirken bir yandan da ülkücü-akıncı teşkilatların
desteğiyle saha çalışmaları hızlandırılmış, sol üzerine terör
estirilmeye başlanmıştı. Herşey vatan, millet, din ve iman
içindi. Toplumsal çoşkuyu bastırmak üzere saldırılar
artırılmıştı; aydınlar, kanaat önderleri, toplum liderleri
peş peşe infaz ediliyordu. Dahası toplu katliamlar
başlatılmıştı. İşçi sınıfını ve sendikal hareketi sindirmek
için 1 Mayıs katliamı (1977), üniversite gençliğini sindirmek
için
16 Mart katliamı (1978-Beyazıt)
gerçekleştirilmişti. Yetmedi, kaosu derinleştirmek, korkuyu
tüm topluma yaymak ve ve mutlaklaştırmak için Maraş katliamı
(Aralık-1978), Çorum katliamı (Mayıs-Temmuz 1980)
tezgahlanmıştı.
Şiddeti ve silahlı mücadeleyi reddeden, demokratik değişimi ve
dönüşümü savunan bir siyasetin içindeydim. Ne ki, şiddet
sarmalı bizi de içine çekmek istiyordu; Partililere yönelik
resmi ve sivil faşist saldırılar, Ankara’da 7 genç üyemizin
hunharca öldürülmesiyle (Bahçelievler katliamı-
8
Ekim 1978)
doruğa çıkmıştı. Öfke ve endişe iç içeydi.
Kaos
öyle çılgınlaşmış, sağ-sol mücadelesi öyle sertleşmiş ve
çatışmalar öyle şiddetlenmişti ki, zaten askeri müdahalenin ha
bugün ha yarın olacağı beklenir olmuştu. Yani, 12’ye çeyrek
kala belanın geleceği belliydi. Çeliktepe’de, Kağıthane beton
denizi üzerinden uzaktaki Hasdal sırtlarını ve tepedeki askeri
kışlayı var-yok gören bir apartmanda oturuyorduk. Darbe
söylenceleri arttıkça, gecenin geç saatlerinde balkona çıkıp
Hasdal’a bakışlarım da sıklaşmıştı, sanki o mesafeden kışla
içinde olup biteni görecekmiş gibi... Belli belirsiz bir
hissin refleksiydi bu. Ve o mel’un
günün ilk saatlerinde (gece 02:30 sularında) giderek
artan bir uğultuya uyanıp balkona fırladığımda Hasdal
sırtlarından bir ateş dilinin kente aktığını gördüm. Vay
hissime bin kunduz! Gördüğüm tankların, kariyerlerin,
cemselerin, jeeplerin yola koyulmuş haliydi. Evdeki herkesi
ayaklandırdım.
Mevcudumuz beşti; ben, valide-peder, DİSK’a bağlı Limter-İş
Sendikası’nın kurucu başkanı olan iki numaralı büyük birader,
bir de muhabbetsever bir sol-yol’cu dostumuz. Ailenin abi’si
yurtdışındaydı, üç numara Şebinkarahisar ellerinde öğretmendi,
küçük birader ise yatılı okuyordu.
Seslerin değişkenliğinden saat 04:00-04:30 gibi askerlerin
kentin meydanlarını, cadde ve sokaklarını zaptettiklerini
anlayabiliyorduk. Radyodan Hasan Mutlucan’ın askeri müdahaleyi
muştulayan(!) türküleri yükseliyordu. Ve 05:00’da, resmi
bildiri servisteydi.
Türkiye’de solun bastırılması meselesi hiç kuşkusuz dünyada
ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki ölümcül rekabetle
doğrudan ilişkiliydi. Biz bunu kapitalizm ile sosyalizm
arasındaki mücadele olarak tanımlasak da, gerçekte sözkonusu
olan iki büyük filin dünyayı ayakları altında ezen güreşiydi.
İşte aysbergin büyük cüssesini bu küresel alan savaşı
oluşturuyordu.
1962’deki meşhur Küba füze krizinden buyana iki süper gücün
çekişmesi alttan alta sürerken, dünyanın pekçok ülkesinde
başgösteren sol yükseliş ABD’yi kızdırıyordu. Latin Amerika’da
ve Afrika’da peş peşe ABD kaleleri düşüyordu. Şili’yi
bastıralım derken Nikaragua elden gidiyordu. Avrupa’da sol
partiler iktidara yürüyordu. Dünya çıldırmıştı sanki. Hele
hele Asya ve Ortadoğu’da dengeleri değiştirecek bir hamle,
“özgür dünya”nın sonu demekti.
1979’da (24 Aralık) Sovyetler Afganistan’a girerek kırmızı
çizgiyi aşınca ABD için bölgedeki Türkiye gibi stratejik
ittifaklarını sağlam kazığa bağlamak şart olmuştu. İşte bu
yüzden 6. Filo’nun ziyaretleri sıklaşmıştı ve Türkiye’nin
üzerindeki kara bulutlar bu yüzden gün be gün çoğalmıştı.
Kuşatma harekatı sadece resmi düzlemde yürütülmüyordu, Gladio
da işbaşındaydı, taşeron örgütleri de.Tıpkı İtalya’da,
Yunanistan’da, İspanya’da, Fransa’da olduğu gibi... Ve ABD’li
yetkililerin 12 Eylül darbesini gerçekleştirenleri “bizim
çocuklar” diye tanımlaması ve alkışlaması bundandır. Onlar
bakımından Türkiye emin ellerdedir. Ve Sovyetler’e karşı yeşil
kuşağın sağlam bir payandasıdır. Bu öyle bir kazığa bağlamadır
ki, kurtulana aşkolsun. Netekim hala kazıktayızdır.
Türkiye’deki milliyetçi-muhafazakar sağ da sonuçtan memnundur.
Darbecilerin, güçün kendilerinde olduğunu göstermek ve
patronluklarını dikte etmek için geçici olarak enterne ettiği
sağcıların “fikrimiz iktidarda biz içerdeyiz, bu nasıl iş”
mızıklanmaları bundandır.
Aslında solda siyasi mücadeleye katılmak bir bakıma kaderimdi.
Daha ilkokula giderken köyde, önce dede Maçagoa’dan ilk
derslerimi almıştım. Maçagoa dedenin hikayesi uzun, ayrıca
yazacağım. Yine de, Çerkes Ethem’in çekirdek kadrosunda yer
aldığını ve Selanik’e geçenlerden biri olduğunu, 2. Dünya
Savaşı sırasında Yunanistan’da Alman-İtalyan işgaline karşı
yürütülen direnişe komünistler safında katıldığını, 1953’de
geri döndüğünü, babamın amcasının eşi Zizhan ninenin kardeşi
olduğunu, bize yakın bir evde yalnız yaşadığını, kendi kadar
yaşlı gözüken doruk atıyla karabatak misali bir görünüp bir
kaybolduğunu, muhtemelen TKP saflarında siyaset eylediğini,
uzun ak saç ve sakalıyla masal kahramanlarına benzediğini
söyleyebilirim. Asıl dedemiz (yanı babamızın babası)
Çanakkale’nin meçhullerindendir. Üç kardeşiyse Kuvayi Seyyare
saflarında cenk etmiş, Selanik’e geçmiş, biri orada rahmete
ermiş, ikisi af’tan sonra geri dönmüşlerdir. Hiçbirini
tanımadım, doğduğumda çoktan tarih olmuşlardı. İşte o kuşağın
en uzun ömürlüsü ve en renkli siması, dede yadigarı dede
Maçagoa’ydı.
Dede
Maçagoa çocukluğumun sınırlarını aşan bir kahramandı. Her
göründüğünde başkalarından duyamayacağımız hikayeler anlatır,
sözleriyle uzak ufuklara kulaç attırırdı; özgürlük, eşitlik,
devrimcilik, ilericilik, sosyalizm, komünizm, sovyet
mucizesi... Nazım Hikmet şiirlerini onun ezberinden
duymuşuzdur ilk kez. Bir de, okulda Abazaca konuştum diye
öğretmen tarafından cetvelle ellerim morartılınca, kulaklarım
kızartılınca dede Machagoa’nın Çerkes kimliği, Kafkasya,
Abhazya üzerine anlattıklarını daha bi can-ı gönülden
dinliyordum. Pek tabi yaşımızı, başımızı aşan mevzulardı. Yine
de merak ve heyecan duyardık. O’nu dinlerken bazen, geri
dönemeyecek kadar uzaklara gitmişim hissene kapılır,
ürperirdim. Tahmin edeceğiniz üzere köyde pek sevini yoktu, ya
korktukları için selam verirlerdi ya da dellenişine acıdıkları
için. Ailelerin çoğu çocuklarını, bu ipini koparmış(!) adamın
deli saçmalarından(!)korumak için görüşme yasağı koymuşlardı.
Öldüğünde (1968 başında, 82 yaşında) köydeki çoğunluğun derin
bir oh çektiğini, bugün bile duyar gibiyim. O yılın ikinci
yarısında, bir traktör kasasında kasabaya taşındık.
Maçagoa dede ender bulunur kumaştandı. Ne anam-babam, ne
köydeki diğer kıdemli yakınlar onun bıraktığı yerden uçmamıza
rehberlik edecek vasatta değildi. Bizim aile- sülale tuhaftır,
bir önceki kuşak erkekleri askeri mektep eğitimi almış,
okumuş-yazmış, görmüş-geçirmiş, memleket meselelerine kafa
yormuşlardan oluşmuşken, anam-babam kuşağı tam tersine ilkokul
aydınlığını bile sökememiş, köyünde mahsur, geçim derdine
hükümlü yoksunlar kuşağıdır. Sanki tecrid edilmiş gibi, sanki
cezalandırılmış gibi. Belki bütün Abhaz köylerinde durum
aynıydı, belki bütün Çerkes köylerinde... Fırsat olursa bu
mevzuya kafa yoracağım.
Neyse ki bu yoksunluk çemberi, valide’nin güçlü önsezileri
(ki, yıllar sonra kendisine okuma-yazma öğreterek minnet
borcumun birazını ödemişimdir) ve en büyük abi’min canhıraş
gayreti sayesinde adım adım kırıldı. Babam iyi, dürüst,
çalışkan ve fakat beçerisi-etkisi kıt bir cennetlikti. Beş
erkek kardeştik. Hepimizin geleceği en büyüğümüze bağlıydı.
İşte sonraki rehberim, üzerimde mutlak emeği ve yönlendirmesi
bulunan bu abi’ydi (ki, kendisine minnet borcum ödenemeyecek
kadar çoktur). Abi’nin hikayesi de uzundur da, özet geçelim
şimdilik: Harbiye’ye kapağı atmıştı, Deniz Lisesi, Deniz Harb
Okulu, dereceli mezuniyet ve teğmen rütbesiyle bir anda
ailemizin amiral gemisi olmuştu. Sadece bizim evin, yakın
akrabaların değil köyün, kasabanın, yedi sülelenin
gözbebeğiydi.
Sözleri bana kadar işlemiş olan Maçagoa dede bizim abi’yi
nasıl etkilemiş ki, henüz harb okulundayken ordudaki 27 Mayıs
(1960) kalıntısı ‘sol’ cuntayla bağlantılı genç subaylar
hareketinin göbeğinde yer almıştı, 1969’da ‘69 deniz subayı
bildirisi’ –muhtırası mı demeli?- yayınlanmasında aktif rol
oynamıştı.
Köprünün altından çok sular akmış ve ordudaki ‘sağ’ cunta
vaziyete hakim olmuştu. Sonuçta ‘sol’ cunta yanlış hesaba
kurban oldu ve tasfiye edildi. Çok yıldızlılar bir yana, bizim
abi de, Sarp Kuray, Ali Kırca gibi genç subaylar hareketinin
diğer öncüleri ile beraber apar topar erken emekliye (ihraç
etmenin denizci dilinde söylenişi) sevkedildi, 12 Mart 1971
askeri muhtırasını takiben hapse atıldı, kurulu nizamı yıkmak
amacıyla askeriye içinde gizli teşekkül oluşturmaktan
yargılandı, özgürlüğüne altı ay sonra kavuştu, kısa bir süre
sonra başka bir siyasi dava nedeniyle bir kez daha tutuklandı,
ikibuçuk ay sonra serbest bırakıldı vs.
İşte
çocuk yaştan beri beni fikren ‘zehirleyen’ kahramanlarım
bunlardı. Hayatım büyük ölçüde bunların etki potasında
şekillendi. Biri Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gandalf ayarında
bir tat bırakarak anılar diyarına geçti, diğeri hayatın güçlü
akışına tutunup ateş imparatorluğuna uçtu. Biri çocukluğumun
hazinesiydi, diğeri gençliğimin zenginliği. Birine sadece
meraklı bir dinleyici oldum, diğerine arada bir yol arkadaşı;
belki, ‘ordu-millet el ele’ solculuğundan ‘sınıf eksenli’
solculuğa terfi edişinde az biraz katkım da olmuştur. Kimbilir...
Günler akıp gidiyor, bazen tökezlesek de umuda yürüyüş devam
ediyordu, 1973’ün 27 Mayıs günü, üç beş parça eşya, ana-baba
ve yarım manga oğuldan mürekkep aile varlığımız, bir kamyonun
sırtında İstanbul’a yol alıyordu.
Tekrar gelelim 12 Eylül sabahına. İlk bildiriyi dinleyip,
gürültücü askeri araçların yakınlarımıza sokulan sesleri
susunca, sendikacı biraderle keşif turuna çıktık. Daha elli
metre gidemeden kuytudan süngülü tüfek kalabalığı yolumuzu
kesti, tüfekler şakırdadı ve bize döndü. Üstçavuş rütbelisi
sertti: Evinize dönün, ordu yönetime el koydu, ikinci bir emre
kadar sokağa çıkmak yassak!.. Her bakımdan ikna edici bir
komuttu.
Çaresiz radyo başında bir süre daha geçirdik. Tekrar tekrar
yayınlanan ana bildirinin içeriğinden, uslubundan, tonundan
darbenin şiddetini anlama çabasıyla dikkatimizi radyodaki sese
vermişken telefon çaldı. O zamanlar telefon hatları kıttı ve
çoğu apartmanda tek hatlı bir telefonun küçük bir santral
yoluyla dairelere çoklandığı komünal sistem modaydı. Bizde de
öyleydi, telefonumuz giriş katında apartman görevlisinin
odasındaki santrale bağlıydı. Beş on saniyelik şaşkınlık
duraksamasından kurtulup telefonu açtım,
Bayram efendi kısık bir
sesle uyardı; askerler size çıkıyor. Sendikacı, muhabbet
yoldaşımız ve ben çocukca bir refleksle arka odaya sıvıştık.
Valide dış kapıyı açtı, postal sesleri merdivende yankılandı,
kapıya dayandı.
Nazik bir ses duyuldu: İyi sabahlar, Emin Babakuş’un evi
burası mı, biliyorsunuzdur ordu yönetime el koydu, kendisini
güvence altına almaya geldik. Hepimizi gevşeten bir nezaket.
Biz de koridora çıktık. Konuşan deniz yüzbaşısıdır (gözaltı
yerine güvence altı deme centilmenliğini başka kim gösterir
ki), arkasında ise 10 kadar silahlı denizci vardır. Valide
cevaplar; Evet oğlum, ben annesiyim, burası Emin’in evi, ama
kendisi evde değil. Yüzbaşı bir zeytin dalı daha uzatır: Ben
Emin’in deniz harb okulundan dönem arkadaşıyım, çekinecek
korkacak birşey yok. Sesini, evin her yerine ulaşsın diye
biraz yükseltiştir. Valide külyutmaz, sorar: Emin’in dönem
arkadaşlarının çoğunu tanırım, seni çıkaramadım evladım, adın
nedir? Sessizlik. Valide devam eder: Anladım evladım, ama
boşuna gelişsiniz, Emin yurtdışında, Amerika’da. Biraz
şaşırmışlık, biraz inanmamışlık duraksaması. Valide izahata
devam eder: Evet evladım doğru, hemen hemen iki yıl oldu. Ben
tamamlarım; ihtisas için gitti. Sevinmişti sanki, derin bir
nefes aldı. Yine de görev görevdi; bize verilen emir gereği
izin verirseniz evi arayacağız. Buyrun. Nazik adam gözucuyla
odalara bakınır, elindeki bilanço defteri benzeri resmi evraka
birşeyler karalar, verdikleri rahatsızlık yüzünden
özür diler, biz
gençlere sokağa çıkma yasağına uymamızı tevsiye eder ve
ekibini toplayıp gider.
Hepimiz şaşırmıştık. Demir yumruk beklerken bu
yumuşak eldiven de neyin nesiydi? Bu nasıl bir askeri darbeydi
be? Her hal ve şartda kayıtsız ve suskun kalmayı ilke edinen
peder bu kez hüküm yürüttü; iyi askerlerin işbaşına geleceği
belliydi, netekim korkacak birşey yok. Valide, on yıl önce
umudunu ve övüncünü yüklediği oğlunun başına gelenler yüzünden
hala askeriyeye kızgındı, babamı susturdu; dur hele! öyle
çabuk karar verme, orduya güven olmaz. Biraderle bakıştık
sessizce. Demek ilk halka eski sol cuntacılardı ve her kuvvet
kendi sakıncalılarını ‘güvence’ altına alıyordu. Sonra? Elbet
sıra bize gelecekti ve bizim için gelenler nazik denizciler
olmayacaktı.
Sabah çayı ve peş peşe iki cıgara aklımı başıma
getirdi. Cüzdanımdan Türk Haberler Ajansı kimlik kartımı
çıkardım, kırmızı koca harflerle ‘BASIN’ yazıyordu, gömlek
cebime koydum. Sırt çantama üç-beş parça eşya tıkıştırdım.
Evdekilerden, “bu kart beni nereye götürürse gideceğim” diye
izin istedim. Herkes başının çaresine kalacaktı! Vedalaştık.
Saat 06:30 gibi, ürkek adımlarla sokağa çıktım. İlk askeri
barikat elimdeki kartın ikna gücünü gösterecekti. Kartı
salladım, “BASIN” diye seslendim. Önceki keşifte
karşılaştığımız çavuş komut verdi: Çantanı yere koy. Yaklaştı.
“Radyo’dan kamu görevlileri, doktorlar ve gazetecilerin görev
yerlerine gidebileceği açıklandı” diye salladım. Karta uzun
uzun baktı, çantamda ne olduğunu sordu. Aynı seramoniyle üç
kontrol noktasını daha geçerek ikiyüz metre kadar sonra
Büyükdere Caddesi’ne vardım. Askeri araçlardan öte hareket
eden birşey yoktu. Asker taşıyan bir cemseye el ettim,
asteğmen Beşiktaş’a kadar binmeme izin verdi, bir başka araçla
Cağaloğlu’na vardım.
Ajansta gece ekibi vardı. Öğrendim ki askerler
memleketin tümünde tereyağından kıl çeker gibi kontrolü ele
almışlar. Baskınlar, gözaltılar gırlaydı. Evi aradım, valide
rahat bir sesle ortalığın sakin olduğunu söyledi. Öğleye doğru
gerçek basın kartı sahibi olanlar ajansa ulaşmaya başladı.
Saat 13:00 gibi telefonda validenin kaygılı sesi; askerler
senin için geldiler, evin altını üstüne getirdiler, birçok
kitabı aldılar, teslim olmanı söylediler. Gelenler karacıydı.
Ve denizcilerin aksine nezaketten nasiplerini almamışlardı.
Akşam sendikacı birader için geldikleri,
apartman görevlisi Bayram efendinin zamanında uyarısı ile yan
komşuya sıvıştığı haberini aldım. Onun için de teslim olsun
notu. Farklı ekipler, kişiye özel geliyorlardı; sanki herkes
kendi kara listesini tamamlama telaşındaydı.
Kaç-kovala günleri başlamıştı. Emirgan’da bir dost evine
kapağı attım. Üç ay kadar sahilde çapariyle istavrit yakalama
dersiyle oyalandım. Bu zaman zarfında üç-dört kez benim için,
bir o kadar da sendikacı birader için baskın yapılmış.
Birader, birini validenin gardrobunda diğerlerini komşu
himayesinde savuşturmuş. Komikti. Sonra, üç gün içinde teslim
olmazlarsa görüldükleri yerde vurulacaklar listesi yayınlandı,
birader de listedeydi. Ciddiydi. Adam aramaktan sıkılmışlardı.
Çaresiz teslim oldu. Ben bir süre daha istavrit peşinde
koştum. 2 Şubat günü (1981) validenin, “üç haftadır gelen
giden yok, herhalde seni aramaktan vazgeçtiler, akşam gelirsen
açac yaparım” yollu analığına teslim oldum. Hasret muhabbetine
ve açac ziyafetinin rehavetine kapılmışken kapı zangırdadı,
asker-polis içeri daldı. Giriş katına indiğimizde, Bayram
efendiyi santralin başında iki askerin gözetiminde boynu bükük
görünce, neden telefon edemediğini anladım. Önce Şişli’deki
toplama merkezinde, içlerinde üçünü yakından tanıdığım her
telden-her kafadan bir kalabalığa dahil edildim, sabaha karşı
da, 12 Eylül’e beş kala sanki içerde olup biteni görecekmiş
gibi bakadurduğum Hasdal kışlasına intikal ettik. Bu bana iyi
bir ders oldu, bir daha da bakmam Hasdal’a.
Sonrası Hasdal-Harbiye-Gayrettepe-Selimiye hattında sürecek
4,5 aylık bir mahpusluktur. Daha önceden ufak tefek
deneyimlerim vardı ya, mahpusluk hiç bu kadar trajik, hiç bu
kadar komik olmamıştı. Tam bir macera. Şaşırtan, güldüren,
acıtan ve ağlatan cinsten...
Bolkepçe bir yazı oldu. Üzgünüm, dahası var. Yakında, bu
sütunda... |