|
|
................... |
|
................... |
1 EYLÜL DÜNYA
BARIŞ GÜNÜ’NDE
BİR KİMLİKTEN DİĞERİNE BARIŞ ÇAĞRISI |
01.09.2010 |
|
Sezai Babakuş |
................... |
|
................... |
Ey sen, öteki kimlik!.. Aynı
bedeni, aynı aklı-yüreği ve aynı ruhu paylaştığım rakibim!..
Yıllardır birbirimizle savaştık, çatıştık, didiştik. Bazen
şartlar senden yana oldu üstünlük kurdun, bazen şans bana
güldü seni köşeye sıkıştırdım. Ama ikimiz de zafer
kazanamadık. Bence bu savaşın sonu yok ve kazananı olmayacak.
Çatışma ikimizi de yiyip bitiriyor. Tek çare birbirimizi
kabullenip birlikte yaşamak. 2010’un 1 Eylül’ünde yani tam da
dünya barış gününde sana barış elimi uzatıyorum ve ateşkes
çağrısı yapıyorum.
Bilirim hırslısın, inatçısın. Belki avantajlı olduğunu sanıp
barış çağrımı reddedersin. Ama unutma, en güçlü olduğun
zamanda bile kazanamadın. Bundan sonra hiç şansın yok. Karar
vermeden önce iyice düşün, nereden nereye geldiğimizi
etraflıca gözden geçir.
Senle ne zamandır birlikteyiz? Evet, uzun ve karmaşık bir
hikaye. Belki sen beş yüz yıl öncelere kadar, senin ait
olduğun dünyanın benim ait olduğum dünyayı etki altına almaya
başladığı günlere kadar götüreceksin hikayeyi. Ancak kabul
edersin ki asıl ve kalıcı olanı yüzelli yıllık bile değil.
Şunun şurasında dört kuşak öncesi atalarımın savaşı kaybedip
yurtlarını terketmeleriyle hayatımıza girdin. Sohum Limanı’nda
o köhne Osmanlı gemisine binildiği gün kaderimize ortak oldun.
Ekmekle, suyla, havayla gelip bedenimize yerleştin. Dilinle,
dininle, kültürünle, kitabınla, ideolojinle aklımızı,
yüreğimizi ve ruhumuzu istila etmeye başladın. Beni yok saydın
ya da yok edilmesi gereken...
Ama görüyorsun, sonuç senin istediğin gibi olmadı. Herşeye
rağmen ayakta kalmayı ve geleceğe tutunmayı başardım. Artık
yok sayamayacağın, yok edemeyeceğin kadar varım ve güçlüyüm.
Hep iki gerekçeyle karşıma çıktın. Birincisi, kendini
öncelikli ve asıl saydın. Şunun şurasında dört kuşaktır
hayatımızdasın. Bu kadar kısa sürede kendini nasıl asıl
sayabilirsin. Benim beş bin yıllık, onbin yıllık varlığım ne
olacak. Beş bin yıla, on bin yıla kaç kuşak sığar? Yüz mü, iki
yüz mü, beş yüz mü? Kaç kuşak?.. Yüzlerce kuşağın biriktirdiği
bir kimliği üç kuşakta yok sayma hakkını kim verdi sana?
İkinci gerekçense daha zayıf. Diyorsun ki, siz benim
coğrafyama geldiniz, benim dünyama katıldınız. Evet doğrudur,
biz geldik. Yenilgi ve çaresizlik bizi sürükledi. Ama sana
teslim olmak için değil, senle ve bu coğrafyadaki diğer
kimliklerle yan yana, birbirimize saygı içinde yaşarız
umuduyla geldik. Yokolmak için değil, varlığımızı korumak için
geldik. Bu gerçeği saptırarak bana karşı kullanman hiç de
ahlaki değil.
Ey sen, öteki kimlik!.. Daha yakın tarihe gelirsek, senin ne
kadar baskıcı, ne kadar acımasız, ne kadar nüfuz edici bir
rakip olduğunu ilkokul yıllarında anlamıştım. Arada bir
kendimi göstermek istedikçe senin şiddetine maruz kalmıştım.
Bazen uzun bir sopa oldun ellerimi kanattın, bazen demir pençe
oldun kulaklarımı morarttın. Mıh gibi akla, yüreğe saplandın.
Çare yoktu, geri çekildim. Köyümde, evimde, ailemin bağrında
saklanarak, Maçagoa dedenin hayalgücüne sığınarak varlığımı
sürdürdüm.
Kasabada benim için işler daha da zorlaştı. Okul, sokak,
çarşı-pazar, radyo-televizyon, sinema salonları, kitaplar,
hikayeler, öyküler hepsi senin elindeydi. Hatırlıyorum da bir
tek Tommiks-Teksas gibi çizgi kitaplardaki ve kovboy
filmlerindeki Kızılderililer’le kendimi özdeşleştirerek hayata
tutunmaya çalışıyordum. Okul ve mahalle oyunlarında kimse
Kızılderili olmak istemezken ben hep gönüllüydüm. Her oyunda
yenilir, her yenildiğimde aslında kazanırdım. Kendimi böyle
gizleyip varlığımı sürdürdüm.
Benim için asıl felaket büyük kente geldiğimizde kendini
göstermişti. Ne muazzam bir gücün karşısında olduğumu gördüm,
anladım. Bu devasa bir çarktı ve beni umutsuzluğa sürükledi.
Hem cezbediciydi hem korkutucu. Belki de cezbediciliği
korkutucuydu. Nerdeyse tamamen kendimi kaybedip sana teslim
olacaktım. Neyse ki burda da şansım döndü. Sosyalizm,
enternasyonalizm, halkların kardeşliği, özgürlük, eşitlik
diyen büyük düşünce hepimizi etkiledi, kucakladı. Senin gücünü
yumuşattı, saldırganlığını frenledi. Hatta empatiyi
geliştirdi, az da olsa birbirimizle dayanışmaya bile itti.
Sonuçta bana yaşam alanı açtı.
Sonra 12 Eylül yenilgisi geldi, silindir gibi ezdi geçti.
80’lı yıllar zordu. Askeri dikta senin kaynağına kol-kanat
germek adına hepimizi postallarıyla çiğnedi. Umudumuzu
örseledi. Biliyorum, bu hoyratlıktan sen de zarar gördün.
Şeklin değişti, kimyan bozuldu. Faşizm böyledir işte,
dokunduğu her şeyi yakar, yıkar, çürütür. Yandık, yıkıldık,
çürüdük. Ruhumuz rehin alındı, düşlerimiz çalındı. Sevgimizi
kaybettik. Kariyer dedik, trend dedik, moda dedik, eğlence
dedik. Sözüm ona her şey yaşam kalitemizi yükseltmek içindi.
İşte böyle teslim olduk gündelik hayata. O zamanki halimizi,
şu ortak sözcüklerle kaydetmiştik hafızamıza;
YİTİK DÜŞLER
En çok çocuk yüzlü hüznünü özledim,
uzaklara, taa uzaklara bakıp giden gözlerini.
Derdin ki, düş gezginleriyiz biz yorulmak bilmeyen.
Derdim ki, ateş hırsızlarıyız biz güneşe dek uzanan.
Yüreğimizin yarısı kendimize, yarısı herkeseydi.
Ağustos yıldızları kadar sonsuzdu düşlerimiz…
En çok çocuk yüzlü hüznünü özledim,
Uzaklara, taa uzaklara bakıp giden gözlerini.
Ah ne yazık, ne yazık bize! Yenik düştük kendimize.
Kimimiz parıltılı ofislerinde timsah şirketlerin,
kimimiz fısıltılı barlarında karanlık gecelerin.
Tükendi düşlerimiz, yüreğimiz. Tükendik biz...
Sezai Babakuş, İstanbul-1985
90’larda her şey benim lehime değişti. Duvarlar yıkıldı,
sınırlar kalktı. Kaynağımla kucaklaşma, köklerime tutunma ve
kendimi yenileme şansı buldum. Güçlendim, serpildim. Üç-beş
yılda sana üstünlük kurdum. Yıllardır ben savunan, sen
saldırandın. 90’lardan sonra tersine döndü, avantaj bana
geçti. Senden daha insaflı olduğumu, dürüst ve açık
davrandığımı teslim etmeni beklemem fazla mı iyimserlik olur?
Hiç değilse senin kadar gaddar olmadığımı ve savaş hukukuna
daha bağlı kaldığımı kabul edersin.
Şartlar değişince sen de savaş stratejini değiştirdin. Bazen
beni maceracılıkla, geçmişe öykünmecilikle, karşılığı olmayan
bir aidiyet duygusuna saplanmakla, modası geçmiş bir
milliyetçiliğe sarılmakla suçladın. Anayurttaki kısmi
olumsuzlukları abartarak aleyhime kullanmaya kalktın.
Kaynağımın bulandığını, köklerimin deformasyona uğradığını
ileri sürerek aklımı çelmeye çalıştın. Belki söylediklerinde
yabana atılamaz gerçeklikler vardı. Belki değişim, kaynağımla
beni farklı farklı etkilemiş, az da olsa birbirimize
yabancılaştırmıştı. Ama zaman lehimizedir. Kırılan bir kemiğin
yeniden kaynaması gibi, biraz zamana ve meşakkate ihtiyacımız
var. Belki tam eskisi gibi olamayacağız ama sen hiç
heveslenme, senin nifaklarından etkilenmeyecek kadar
bütünleşeceğiz.
Tüm bu gelişmelere rağmen sen savaşa devam etmeyi
seçebilirsin. Bu senin vereceğin karar. Ama bilesin ki, bundan
sonra ne yaparsan yap, ne strateji geliştirirsen geliştir,
hangi silahı kullanırsan kullan fayda etmez. Artık sana
yenilmeyecek kadar güçlüyüm, sana teslim olmayacak kadar
bilinçliyim.
Aslına bakarsan barış eli uzatmakla, ateşkes çağrısı yapmakla
ikimize de iyilikte bulunuyorum. Savaş devam ederse muhtemelen
alan kaybedecek ve gerileyecek olan sensin. Sonra belki
şartlar yeniden senin lehine döner ve mevziler kazanabilirsin.
Ama artık anlaşılmıştır ki, ne sen ne ben nihai zafer
kazanamayacağız. Ayrıca ben, savaşta kazananın da kaybettiğine
inanırım.
Çağrıma olumlu yanıt vereceğini varsayarak bugünden itibaren
sana “dostum” diye hitap edeceğim.
Ey sen, öteki kimlik!.. Aynı bedeni, aynı aklı-yüreği ve aynı
ruhu paylaştığım dostum!.. 1 Eylül barış günü bana, sana ve
tüm kimliklere kutlu olsun. Savaşın ve çatışmanın değil,
barışın ve uzlaşmanın hakim olacağı bir dünya umuduyla... |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|