Biliyorum, bu başlık altındaki yazı epey uzadı. Yine de, kimi
okuyucuların merakına binaen son bölümü yazmakla yükümlüyüm.
Sıkılanlar pas geçsin, alınmam...
Bir
önceki bölümde Hasdal maceralarını anlatmış, Harbiye’deki
Askeri Müze’nin zeminine doğru yola çıktığımı belirtmiştim.
Akşamüzeri nizamiye kapısını geçip avluya girdik. Darbenin
yapıldığı tarihten beri hemen hemen dokuz ay geşmiş olmasına
rağmen getirilenlerin-götürülenlerin yoğun trafiği
şaşırtıcıydı. Nakil astsubayı kapıya gitti, dönüşü 45
dakikadan fazla sürdü, “buranın müşterisi çok, zar-zor kabul
ettiler” dedi. Sanki lüks bir otelde yer ayarlamıştı...
Sanırım zeminden beş kat aşağıya indik. Gürültüler, iniltiler,
hırıltılar moral bozucuydu. Kendimi epey yabancı hissettim.
Neyse ki, beni devralan iki asker joplarıyla bir güzel
patakladılar da hızla intibak ettim. Demir kapıyı yumruklayıp
seslendiler: Bir gomonist daha geldi... Kapı açıldı, daha iri
kıyım iki işbilir asker koridor boyu döve ite sürüklediler.
Bir kapı daha açıldı, tekmeleri sayesinde bir kapıdan içeri
yuvarlandım. Kan, sidik ve nemle karışmış çürük et kokusunun
hüküm sürdüğü yarı karanlık bir mahzendi. On-onbeş saniye
içinde gözlerim karanlığa alışmaya başladı, hırpalanmış ve
kanlı paçavralara sarılmış insan bedenlerinin hakim olduğu
büyük bir mahzen. Parçalanmış elbiseler, patlamış ayaklar,
yara bere içinde suratlar, kafalar. Ben-Hur filmindeki
cüzzamlılar mağarasından beter görüntüler. İnleyenler,
sayıklayanlar, ağlayanlar, küfredenler... Bu dehşet görüntü
kafamdaki, göğsümdeki, sırtımdaki acıları söküp aldı.
Hasdal nere, Harbiye nere!.. Demek biz Hasdal’da, bir
binbaşının iyi saate olsunlarının lüksünü yaşamışız. En
azından (işittiklerimizi saymazsak) gördüğümüz, hikayede
olduğu gibi cehennemin reklam servisiydi. Darbenin gerçek
yüzünü şimdi görüyor ve anlıyordum. Hoşgeldin 12 Eylül,
hoşgeldin faşizm...
Bir
süre çöktüğüm yerde kımıldamadan durdum, biraz nefeslendim.
“Umut küfredenlerde” diye düşündüm. Ya benim gibi yeni
getirilenlerdi ya da herşeye rağmen daha teslim olmamışlar.
Birini gözüme kestirip, yanına süründüm. Merhabama, geçmiş
olsunuma, kimsin, neredensinime ilgi götermedi, “cıgaran var
mı”yı soran sesi derin bir kuyutan yankılanır gibiydi. Sırt
çantama ve üzerimdeki herşeye girişte el konulmuştu. Bakışı
yeniden sabitlendi ve sessizliğine gömüldü. Uzandım, uykuya
daldım.
Buranın iyi (!) tarafı zamanla ilişiğini kesiyor olmasıydı.
Dönüşü olmayan sonsuz bir karanlığın içinde gibisindir.
Kapının sürgü demirleri gürültüyle açıldığında ne kadar süre
uyuduğunu bilemezsin. “Yeni gelen öne çıksın” komutunun seni
ilgilendirdiğini zar-zor kavrarsın. Döve sürükleye
götürülürsün koridorlar boyu, en ücra karanlığa itilirsin. Bu
kez tek başına tecrid edilirsiniz. Bazen mazgaldan biraz ekmek
biraz su düşer payına, bazen de kapıda beliren gölgelerin
gazabı. Sorgu yok, soru yok. Sadece kaba dayağın zonklamaları
ve sessiz karanlığın ürkütücü eli. Boğazını sıkar, nefesini
keser, aklını hükümsüz kılar. Bilemezsin ne kadar süredir
buradasın. Zaman yitip gitmiştir. Yaraların katılaşır ve kabuk
bağlar. Sonra vakit gelir, gecenin sessizliğinde apar topar
yeniden nakil yoluna düşersin.
Gayrettepe DAL
Ancak arabadan indirildiğinde anlarsın, nerede geldiğini.
Neredeyse evin kadar tanıdığın Gayrettepe Şube’desindir.
Askerden polise devredilirsin. Zemine, en zemine indirilirsin.
Burası DAL’dır...
Askeri darbelerin olmazsa olmaz üç ayağı vardır; asker, polis,
yargı. Sacayakları gibi birbirini tamamlar. Asker ağır silah
gücü ile duruma kabaca hakım olur; polis uzmanlığı bu
hakimiyeti ete-kemiğe büründürür, yargı ise hukuk becerisi ile
hakimiyeti kurumsallaştırır. Birinci demem odur ki, hiçbir
askeri darbe polis ve yargı güçünü yanına almadan başarılı
olamaz. Bu yüzden, 12 Eylül darbesinde askeri hiyeyarşi kadar
polis ve yargı hiyeyarşisinin de günahı vardır, suç ortaklığı
vardır. İkinci demem odur ki, askerden polise geçtiyseniz yolu
yarıladınız sayılır. Sonrası yargıdır. Yargı, darbe hukukuna
(!) uygun bir incelikte kaderinize hükmeder. Zemine, en zemine
indirilirken bunları düşünürsünüz.
Yine
bir koridor kapısı açılır, gardiyan polisler nakil kağıdınıza
bakar ve kayıtsız bir ifadeyle devralır sizi. Yan yana
hücrelerin dizildiği loş bir koridorda yürürsünüz.
Kapı
gürültüsü mukimleri uyandırmıştır, sağdan soldan tıkırtılar
yükselir. Küçük bir mazgaldan tanıdık bir sesleniş duyarsınız,
sonra bir başkası. Küçük çapraz mazgallar arasında adınız
yankılanır koridor boyunca. Sanki evinize gelmiş gibi sevinir,
gülümsersiniz. Gardiyan polisler bıkkın bir alışkanlıkla bir
hücrenin kapısını açıp içeri iter sizi. Mazgaldan içeri düşen
koridorun loş ışığında hücrenizi yoklarsınız; iki adım en, üç
adım boydan ibaret bir müstakiliyet. Bir sedir, üzerinde
süngerden bir şilte. Kısa keşiften sonra mazgallardan koridora
dökülen fısıltılara katılırsınız, önce sizi sorarlar sonra
kendilerini anlatırlar. İstanbul’dan, Ankara’dan, Bursa’dan,
Eskişehir’den, Diyarbakır’dan, Adana’dan, İzmir’den
toparlanmış, çeşitli askeri kışlalarda günlerce-haftalarca
ağırlanmış (!) dostlarınız. Parti MYK üyeleri, GYK üyeleri, il
başkanları vs. Elli-altmış kişilik tanıdıklar buluşması. Ne
oldu, nasıl oldu, nerelerden buraya gelindi üzerine kesik
kesik bilgilenirsiniz. En şanslılardan bir olduğunuzu
anlarsınız. Arada bir gardiyan polislerin uyuklaması bölünür,
birinin sesi yükselir: Gürültü yapmayın be!..
Gayrettepe’ye daha önce üçü-dört kez gelmişliğim vardır;
birçok günlük gözaltılar nedeniyle. Her defasında 10-15
kişinin ayakta durarak bile zor sığabildiği toplu hücrelerde
kalmışımdır. Rutubetli, pis, ağır kokulu iğrenç hücrelerdir.
Gayrettepe’nin tek kişilik hücreleri sadece şimdi bulunduğumuz
DAL’da vardır. Burası Gayrettepe’nin hatırlı müşterileri (!)
için hazırlanmış özel bölümüdür. Genellikle haklarında
kaçakçılık, yolsuzluk vs. soruşturma açılan işadamları ve üst
düzey kamu yöneticileri ile zaman zaman paylaşım savaşında
ayağı sürçen mafya babalarının uğrak yeridir. Ya bize torpil
geçilmişti, ya da diğer bölümler tamamen dolduğu için buraya
gönderilmiştik.
Burası düzenli bir yerdir. Sabaha erdiğinizi nöbet
değişiminden anlarsınız. Peşinden tuvalet-temizlik sıranızı
beklersiniz. Sonra bakkaliye siparişleri. Seçenekler ekmek,
zeytin, peynir, helva, süt ve su kadar boldur. Hasdal’a göre
vasat, Harbiye’ye göre ziyafettir. Eski gazete kağıdına sarılı
nevalenizi alır, önce mazgal ışığında payınıza düşen gazete
parçasını okursunuz. Yemek bitince vızıldanmalar başlar,
gardiyan polisin insafı tutar, her beş hücrede bir sizin
paranızla alınmış Maltepe cıgarasından yakıp mazgaldan uzatır.
Sonrası kapı altından çapraz fırlatma becerilerine kalmıştır.
Sigara ilk yakıldığında ‘torik’tir. Giderek ‘palamut’,
‘lüfer’, ‘uskumru’, ‘çinekop’ olur. Bir kaza olmazsa eğer,
isteyen herkese birkaç fırt duman düşer. Öğlen böyle, akşam
böyle. Zaman akar yavaş yavaş.
Sevenlerinizin iz sürmesi epey zaman alır. Nihayet küçük bir
paket ulaşır elinize. Birkaç iç çamaşırı, küçük bir havlu, tı-shirt,
sabun, diş macunu, bemix, biraz para. Ve küçük bir not: Seni
merak ediyoruz, iyi misin, sevgiler?...
Sevinirsiniz. Hasretiniz depreşir, boğazınıza bir yumruk
oturur, gözünüz yaşarır. Minnet duyarsınız sevdiklerinize.
Sizi unutmayanlara sarılmak, teşekkür etmek istersiniz.
Dışarıya yazılı not göndermek yasaktır. Polis sözlü alır iyi
olduğunuz notunu. Yerine ulaşır, ulaşmaz allah vere.
Rus ilticacı sürprizi
Günlerden bir gün, ya da gecelerden bir gece ana koridor
kapısının sürgüleri şakırdadı. Arada bir İngilizce, arada bir
bilmediğimiz bir dille durmadan söylenen bir ses koridora
sürüklendi. Getirilip benim sıranın sonundaki hücreye konulana
kadar anladığım birkaç sözü şöyleydi: Beni burada
tutamazsınız, Amerikan ya da İngiliz elçiliğine götürün...
İtirazları avaza dönüşünce polisler sordu, bunun dilinden
anlayan var mı... Seslendim. Hücre kapım açıldı, mızmızcı
adamın hücre kapısına yanaşıp kırık dökük İngilizcimle derdine
tercüman olmaya çalıştım.
Anladık ki, adamın adı (doğruysa) Yuri Yevlinski, Batı’ya
sığınmak üzere Azerbaycan-Nahcıvan üzerinden Sovyet sınırını
aşarak Türkiye’ye gelen bir Rus muhalif. Sınırda derdest
edilmiş, iki haftadır ordan oraya sürüklene sürüklene
İstanbul’a kadar getirilmiş.
Kadere bakın ki, gele gele, Sovyet sosyalizmine teşne bir
siyasi parti grubunun tıkıldığı hücrelere düşmüş. Absürdlüğün
bu kadarına pesdi yani. Adam için trajik bir durumdu, bizim
içinse traji-komik. Hem merak uyandırıcıydı, hem eğlendirici.
Adam
haykırıyor: Benim siyasi bir kimliğim var, burada
tutamazlar!..
Bizim hücredekiler cevap yetiştiriyor: Hepimiz siyasi
kimliğimizden dolayı burada tutuluyoruz.
Adam
direniyor: Ben hukukçuyum, haklarımı biliyorum.
Bizim hücredekilerden avukat olanlar (Alp Selek, Müşfik Erem)
gülüyor: Biz de hukukçuyuz, ama buradayız.
Adam
ısrar ediyor: Bana böyle davranmaları yasalara aykırı.
Bizim koro karşılık veriyor: Bize böyle davranılması da
yasalara aykırı.
Adam
sonunda pes ediyor: Lütfen beni Amerikan veya İngiliz
elciliğine teslim etsinler, ya da Yunanistan sınırına
bıraksınlar...
Polislerden klasik cevap: Merak etmesin, gereği yapılacak
Adama soruyorum; aç mısın, susuz musun. Hiç oralı değil. Rusça
bir şeyler sıralıyor, söyleniyor, susuyor. Sıkça tekrarladığı
‘blad’ sözcüğünün ne anlama geldiğini yıllar sonra
anlayacaktım. Sanırım sabah olmuştu, adam götürüldüğünde.
Gidiş o gidiş...
Hasdal’da sorulmuştu, Sovyet işgali ne zaman diye. Ne işgali
be, bize gele gele ilticacılar geliyordu işte!.. Sanki
Sovyetler’in çözülmeye başladığını anlamamız için bir işaret
gönderilmişti. Ama kalın kafamızın bunu kavraması epey zaman
alacaktı...
Fransız gazeteci şakası ve Emil Galip Sandalcı
Bir
zaman sonra (belki birkaç gün) yeniden ana koridor kapısı
şangırdadı. Hemen girişteki hücreye biri konuldu. Çapraz
mazgal haberleşmemiz çalıştı, bana gelen bilgi, getirilenin
bir Fransız gazeteci olduğuydu. Burası iyice uluslararası
olmaya başlamıştı. Adı neymiş, neden getirilmiş sorularına
cevap ararken, haberleşmemizin, üç çapraz karşımdaki ‘uykucu
Zeki’ yüzünden aksamaya uğradığını, gelenin Fransız değil Türk
gazeteci olduğunu öğreniyoruz. Allah allah, kim ola ki?..
Nihayet doğru bilgiye ulaşıyoruz. Gelen, Emil Galip
Sandalcı’ydı.
Kendisini şahsen tanıyordum. Bağımsız sol aydınlar
arasındaydı. Birçok gazetede ve TRT’de yöneticilik yapmıştı.
Herkesin saygısını kazanmış meslek duayenlerindendi. En son
Demokrat gazetesinde köşeyazarlığı yapıyordu. Polise
seslendim, kendisine merhaba demek için izin istedim.
Mazgaldan gelen sesi yorgun ve titrekti. Uzun süre Harbiye’de
tutulmuş, hırpalanmış. Biraz su verdim. Polisten bir cigara
kopardım. Keyfi yerine geldi. Dört-beş gün kadar bizimle
kaldı. Sonra götürüldü.
Emil
Galip Sandalcı, Türkiye’nin pekçok sol aydını gibi askeri
müdahalelerde ve ara rejim dönemlerinde büyük bedeller ödedi.
Gayrettepe’deki bu rastlaşmamızdan bir süre sonra serbest
bırakıldı. 1983’de yeniden tutuklandı. 1984’de “Aydınlar
Dilekçesi” davasında yargılandı. 1986’de İnsan Hakları
Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı ve derneğin İstanbul
şube başkanlığını yaptı. Bu zaman zarfında pekçok
karşılaşmamız, görüşmemiz oldu. 10 Aralık 1993’de öldüğünde
Abhazya’daydım. Hayatını aydınlanmaya, özgürlüğü yüceltmeye ve
daha iyi bir Türkiye oluşturmaya vakfeden bu yiğit insanı
saygıyla ve sevgiyle anıyorum.
Hendekli polisin hıncı
Burada bulunduğumuz süre içinde hiçbir sorgulamaya ve buna
bağlı olarak kötü muameleye maruz kalmadık. Ben Hasdal’da,
“devam edecek” tehditiyle tamamlanan bir sorgudan geçmiştim,
diğerleri de buraya gelmeden önceki istasyonlarda (!)
sorgulanmıştı. Zaten legal bir siyasi parti olduğumuz için
gizlimiz-saklımız yoktu ve ellerinde yeterince bilgi-belge
vardı. Bundan sonrası, askeri savcılık sorgulaması olacaktı.
Benim, diğerlerinden daha az eziyet görmüş olmam taktir-i
ilahinin gözünden kaçmamış olmalı ki, sopasını Hendekli bir
polis eliyle gösterdi. Koridor kapısı açılıp adım
söylendiğinde heyecanla seslenmiştim. Hücre kapım açıldı, 40
yaşlarında boksör görünüşlü bir sivil polis, Hendekli olup
olmadığımı sordu. Evet. Abaza mısın?. Evet. Emin Babakuş’un
neyi oluyorsun?. Bakışları tekin değildi, ne çare ki
sorularını cevapladım. Kardeşiyim. O nerde? Yurtdışında. Bir
hiddetle saldırdı. Bir şiddet, bir nefretle...
Hem,
“ulan o abini bir elime geçiremedim, şimdi de sen mi komünist
kesildin başımıza” diye söyleniyor, hem pata-küte vuruyordu.
Ulan şöyle, ulan böyle diye diye vuruyordu. Konuşmasından
Abaza olduğunu anladım. Ve belli ki o da Hendekli’ydi. Yani
bizden biri (!). Kendisini tanımıyordum. Hıncı, Hendekli
Abazalar’ın solcu olmasına tahammül edemeyen bir ‘kutsal
görev’ ifacısı olduğunu söylüyordu. Her ne idiyse, dayağı
yiyen ben oldum. Daha önceki gözaltılarda yine Hendekli bir
sivil polise rastlamıştım. Ama o Abaza değil Manav’dı. Sigara
ikram edip moral vermişti...
İşte Gayrettepe’de payıma düşen ekstra servis,
Hendekli Abaza polisin hiddetiydi. Neyse, böylece aile adına
ve Hendekli solcular adına bu polise olan borcumuzu da ödemiş
oldum..
Selimiye kışlası
Gayrettepe’ye gelişimden onyedi gün sonra yine
yollara düştüm. Önce hepimize kapalı kasa bir askeri araca
çuval çuval yük taşıttılar, sonra tutuklu-hükümlü nakliye
araçlarına bindirildik. Boğaziçi Köprüsü- Kadıköy
yolu-E-5-Harem güzergahından Selimiye kışlasının yolunu
tuttuk. Sağdaki büyük açık alanda kadını erkeği, çocuğu
yaşlısı yüzlerce insan bulunuyordu. Bunlar, İstanbul’un dört
bir yanından Selimiye’ye getirilen ve burada tutulan
yakınlarından haber alabilmek umudu ile bekleşen insanlardı.
Silahlı askerlerin gözetimi altındaydılar. Haberci askerlerden
medet bekliyorlardı. Kaygılı, yorgun, çaresiz insan
kalabalığı.
Bizi taşıyan araçlar nizamiye kapısını geçip
geniş avluya vardı. Araçtan çıkan herbirimize nakliye
aracındaki çuvallardan yüklendi. Bunlar ‘suç delillerimiz’di.
Kitaplar, dosyalar, evraklar vs. Adet böyleymiş, Selimiye’ye
suç delilleriyle sevkedilinirmiş. Bir elimizde kişisel eşya
torbalarımız, diğerinde suç delili çuvallar la büyük ‘kabul’
salonuna girdiğimizde, kayıt sırası bekleyen epeyce grup
vardı. Herbiri farklı örgütten ya da fraksiyondan. Önce,
taşıdığımız yükün hacmine ilgi-alaka yaptılar. Bu kadar çok
yük taşıdığımıza göre önemli bir örgüttendik. TİP’li
olduğumuzu ve çuvalların kağıttan ibaret olduğunu öğrenince
hayal kırıklığına uğramış gibi ilgilerini kaybettiler.
Bozuntuya vermeden ‘kabul’ sıramızı bekledik.
Nemrut bir astsubay, “yürüyün bakalım” dedi.
Yine alt katlara, bir-iki-üç, eskiden süvari birlikleri için
at ahırları olarak kullanılan zemine indirildik. Büyük bir
demir kapıdan genişce bir sahanlığa alındık. Büyük kapı
kapandı, daha küçük bir kapının mazgalından bir ses gürledi:
Soyunun, bütün giysilerinizi ve kişisel eşyalarınızı elinize
alıp buyana doğru sıraya girin!... Tereddüte mahal bırakmamak
için tamamladı: İç çamaşırları da çıkarılacak ve anadan üryan
olunacak. Hadi, sallanmayın!..
Ve o küçük kapıdan yedinci sırada giriş yaptım.
İzbandut misali askerlerden biri “elbiseler masaya” dedi,
diğeri “üç adım ileri” komutu verdi. Daha ilerde joplarıyla
yolu tutan ikisi, “gel hele” der gibi bakıyordu. Biri
elbiseleri dikikledi, cepteki paraları boşalttı, ayakkabı
bağlarını çıkardı, hepsini eşya torbama doldurup benzeri
torbaların bulunduğu yığına fırlattı. Diğeri çıplak bedeni
tepeden tırnağa süzdü, işini ağızdan kıça kadar yakın
bakışlarla tamamladı. Sonra kontrolden geçirilmiş elbiselerimi
verdi, “giyin” dedi. Giyinirken ilerde joplarıyla vuruş
egzersizleri yapan iki askeri süzdüm, niyetleri belliydi.
Şu hayatta hiç değilse joplu saldırılarda nasıl
davranmak gerektiğini öğrenmişimdir; işin püf noktası mümkün
olduğunca enseden ve kafadan darbe almamaya çalışmaktır. Böyle
yaparak kendimi joplu askerlerin insafına bıraktım. Onlar da
kafaya, enseye vurmak için ısrar etmediler. Birkaç dakikalık
dolu sağanağından sonra, bir başka asker yürümemi emretti.
Burası, yürü yürü bitmez devasa bir galeriydi. Demir
parmaklıklardan ibaret kapılarıyla büyük koğuşlar vardı.
İçleri insan doluydu. Gelirken açık alanda gördüğüm
meraklı-kaygılı insanların haber alma umutları olan çocukları,
kardeşleri, eşleri vs.
Yüz metre kadar yürüdükten sonra, benden önce
bu düzenli çarkın işleyişinden geçmiş olanların konulduğu
koğuşa vardım. Peşimden diğerleri. Peşinden başkaca insanlar.
Koğuş doldukça doldu. Bu eski at ahırına, atların bile bu
kadar şıkış-tepiş doldurulmuş olacağını sanmıyorum. Üç-beş
saat içinde bırakın adım atmayı, kımıldayacak yer kalmamıştı.
Sanırım ikiyüze yakın insan vardık.
Rizeli gaspçıların trajedisi
Koğuş mukimlerinin birbirini tanıması epey
zaman aldı. Çeşitli sol gruplardan insanlar. Tek istisna,
siyasetle ilgili olmayıp silahlı gasptan getirilen beş kişilik
Rizeli gruptu. Anlattıkları gerçekse, hikayeleri traji-komik’ti.
Bunlar, birbirine akraba kafadarlar grubuydu.
Kendilerine kazık atıp İstanbul’a gelen ve Tarlabaşı’nda
kuyumculuk yapan bir diğer akrabalarından intikam almanın
kurbanı oldular. Yıllar sonra izini sürdükleri bu akrabanın
dükkanını, kendilerince kusursuz bir plan yapıp soymuşlardı.
Günlerce dükkanın etrafında keşifte bulunup plan
hazırlamışlardı. Sonunda, bir akşam üzeri tam dükkanın kapanma
saatinde içeri girip kendilerini kazık atanın kafasına
silahları dayamışlar, kepenki indirmişler, adam bağlamışlar,
ağzını tıkamışlar, altınları omuz çantalarına doldurmuşlardı.
Sessizce ortalığın tenhalaşmasını beklemişler, vakit
geldiğinde peş peşe dükkanı terkedip, ara sokaklara
dağılmışlar, anlaştıkları üzere Aksaray’da buluşup bir otele
yerleşmişlerdi. Herşey yolundaydı...
Ertesi gün, kaldıkları odaların kapısı
çalınmış, otel görevlisi böcek ilaçlaması yapılacağı için
müşterilerin iki saat süreyle oteli terketmesi gerektiğini
söyleyince çaresiz sokağa çıkmışlardı. Omuzlarında altın dolu
çantalarla... Zaman geçirmek için aylak aylak dolaşırken,
köşebaşında gelişigüzel kimlik kontrolu yaparak can
sıkıntılarını gidermeye çalışan iki askeri gördüklerinde biraz
telaşlanmışlar. Onların telaşı askerleri meraklandırmış.
Çantalarda ne var, sorusuna grubun en genci atılmış: Altın
vardır... Askerler gülmüş, hadi ya!.. Genç gaspçı ‘doğrucu
davut’luğuna ısrar etmiş; Evet ya, altın vardır... Çantalar
açılır, çil çil altınlar. Grubun büyüğü durumu kurtarmaya
çalışmış: Biz altın işi yaparız, İstanbul’dan alır Rize’de
satarız...
Askerlerin şüpheciliği artmış, grubu birkaç yüz
metre ilerdeki askeri araçtaki komutanlarına götürmüşler.
Sorular, sorgular. Oradan jandarma karakoluna. Çorap söküğü
gibi, Selimiye’ye kadar gelmişler.
Genç olana sorduk, niye çantada altın olduğunu
söyledin. Cevabı Karadeniz havasına uygundu: Ne yani, gümüş
var diye yalan mı söyleyeydim...
Sadece gasp ve hırsızlık olsaydı sivil
mahkemeye gideceklerdi. Silahlı çete kurmak ve silahlı gasp
suçuyla askeri mahkemeye gönderilmişlerdi. Bizim gruptaki
avukatlar, durumlarının umutsuz olduğunu anlamışlardı. Yine de
morallerini bozmamak için hafifletici sebeplerin çokluğundan
sözediyorlardı. Üç gün sonra mahkemeye çıkarıldılar. Geri
dönmeleri bir saat sürmedi. Yüzleri kireç gibiydi. Her birine
24 yıl verilmişti. Askeri mahkeme hafifletici sebeplerle hiç
ilgilenmemişti. Gece boyu ağladılar. Ağladıkları için
askerlerden dayak yediler. Ağladılar, dayak yediler... Ve
ertesi sabah Sağmalcılar cezaevine sevkedildiler.
Bit mi, pire mi?...
Bir tekerleme duymuştum, “bit yiğitte, pire
itte” diye. Yoksa tersi miydi, hatırlamıyorum. Her ne idiyse,
sözün özü biz adamakılı bitlenmiştik ey dostlar. Öğle az buz
değil. Apış aramızdan koltuk altlarımıza, saçımızdan
sakalımıza. Bu, acı veren sinir bozan bir komedidir. Hem
durmadan başını kıçını kaşır durursun, hem gülersin. Bütün
koğuşta hart hurt kaşıntı sesleri yükselir.
Alın size meşguliyet. Koğuştaki avukatlara
sorarız: Hocam, tutukluluk halinde bitlenmek insan haklarına
aykırı değil midir... Muzip olanlardan biri hakim, biri savcı,
biri avukat rolü üstlenip tiyatro başlatırlar. Uzun uzun
mütalalarda bulunup, karar verirler: Evet, faşizm döneminde de
olsa tutukluların bitlere karşı savunmasız bırakılması insan
haklarına aykırı bir durumdur... Demek faşizmden de beter bir
durumla karşı karşıyaydık. Faşizmbit mi desek, ne?...
Şaka bir yana durum vahimdi. Kaşınmaktan her
yanımız yara bere olmuştu. Geldiğimizden beri doğru dürüst
temizlik yüzü görmemiştik. Duş yoktu, tuvaletlerde akan su ile
temizlenmeye çalışmak ayrı bir işkenceydi. Sonunda da olan
oldu işte.
Sen Hasdal’da, Harbiye’de (gerci orda bit bile
yaşayamazdı), Gayrettepe’de bitlenme de gel, İstanbul ve
havalisinin askeri güçüne hükmeden Selimiye’de bitlen. Ey
1.Ordu Komutanlığı, utan utan!... Ya ite kırdırırsın bizi, ya
bite.
Zor sınav: İnsanlık mı, nefret tutulması mı?..
Birgün, tek başına biri getirildi ve bizim
koğuşa kondu. Sessizce bir köşeye sindi. Akşam yoklamasında
kim olduğunu öğrendik. Zihni Açba’ydı. Birçoğumuz onu ismen
tanıyorduk, ülkücü camianın bilinen isimlerindendi.
Tanınır-bilinir olması fikir öncülüğü ya da liderlikle ilgili
değildi, adının pekçok silahlı saldırıya karışmış
olmasındandı. Bu iddialarla pekçok kez yakalanmış, sihirli
ellerin marifetiyle salıverilmişti. Solcuların dünyasında o,
en az 12 yoldaşı katleden “faşist cellat” tı. Ve kaderin
cilvesine bakın ki, Akyazılı bir Abaza’ydı. Gayrettepe’de beni
pataklayan Hendekli Abaza polis bunu görseydi, eminim alnından
öperdi...
Yoklamada adı okunur okunmaz, bütün koğuştan
“yuuu” homurtuları yükseldi. Elbette bu bir öfke ünlemesiydi.
Koğuş baskısından ürkmüş olsa gerek, sessiz kaldı. Asker yine
gürledi. Neden sonra Zihni, “burda” diye elini kaldırdı.
Askerler koğuşun tepkisinden bu kişinin önemli biri olduğuna
hükmetmişlerdi. Görevleri buraya gelen herkesi
önemsizleştirmekti. Yetmezmiş gibi adını iki kez söyletmişti.
Bunlar es geçilebilirdi de, “burda” derken sağ elini değil de
sol elini kaldırmış olması affedilemezdi. Üç joplu izbandut
içeri girip alanı genişlettiler. “Ulan burdada mı solculuğa
devam ediyorsun” üzerinden pata-küte giriştiler. Bu, kabul
sırasında atılan dayak gibi değildi, epey fazlasıydı. Joplar
kafasına, yüzüne, sırtına, böğrüne, bacaklarına peş peşe indi.
Değim yerindeyse pestilini çıkardılar.
Burada, koğuşta bulunan hepimiz insanlıkla
nefret tutulması arasında keskin bir sınavla karşı karşıya
geldik. İçimizdeki insanlık, bu denli ağır saldırıya uğramış
birine ilgi ve yardım eli uzatmayı, nefret ise “beter olsun”
deyip kendi haline bırakmayı öneriyordu. Bu kolay bir sınav
değildi. Ve her birimiz çıt çıkarmadan bibaşımıza bu sınavı
verdik. Benim açımdan durum daha karmaşıktı. İnsanlığa bir de
Apsualık ekleniyordu. Hareketlenecek gibi oldum, diğerlerinin
bakışı beni durdurdu. Sonuçta, bu büyük sınavı nefret kazandı.
Kimse, uzun süre yerde yatan bu adama el uzatmadı. Ve hiç
kimse, o sıkış-tekiş koğuşta askerlerin dayak atmak için
genişlettiği alana girmedi ve kendisine iki metreden fazla
yaklaşmadı. Hatta, belki bazılarımızın içinden “bir tekme de
ben vurayım” geçmiş olabilir. Ama nefretin de bir sınırı
vardı, buna yeltenen kimse olmadı. Bu sıkıntılı durum iki gün
sürdü, sonra alıp götürdüler. Sanırım Ankara’ya, MHP’lilerin
tutulduğu Mamak’a gönderildi.
Yıllardır bu sınav anını düşünürüm. Doğru olan
mı kazanmıştı?. Emin değilim. Sadece şunu söyleyebilirim, eğer
Zihni Açba şöhretini haketmişse, yani iddia edildiği gibi
silahlı saldırılara karışmış ve insanları öldürmüşse nefretin
kazanması doğruydu; kendisini affetmem. Değilse, insanlık ve
Apsualık kaybetmiştir; kendimi affetmem...
Neyse, ayrı bir bilgi notu olarak şunu
belirtmek istiyorum: 12 Eylül döneminde İstanbul’un dört
güzide toplama merkezlerinde bulundum, içerde binlerce insana
rasladım. Hasdal’da gördüğüm milli talebe birliğinden genci de
sayarsam sadece ikisi sağ cenahtandı. 12 Eylül’den sağcıların
da büyük zarar gördüğü söylemi, abartılı bir şehir efsanesi
midir acep!..
... hey özgürlük
Onüç gün sonra sabah saatlerinde bizim
gruptakilerin adları okundu. Koridorda sıraya sokulduk, rap
rap yürüdük. Yürüdük, yürüdük... Yanlamasına ve boylamasına.
Merdivenleri çıktık, koridorları geçtik. Kapısında “1.Ordu
Komutanlığı, Sıkıyönetim 2 Nolu Askeri Mahkemesi” yazan büyük
bir hole alındık. Burası koyu yeşilin, kahvenin ve bordonun
hakin olduğu renklerle ciddilenmiş bir yerdi. Büyük ahşap
duvar üzerinde Atatürk resmi, “Ne mutlu Türküm diyene” sözü ve
imzası vardı.
Askerler, iskemlelere oturmamıza izin verdi. Ne
kadar rahat, ne kadar keyifli bir andı. Umarım bitlerimizin
bir kısmı o güzelip koltuklara geçip kemirmiyordur (!).
Holün sağında “Duruşma Salonu” yazan büyükçe
bir kapı, solunda ise daha küçük kapılar vardı. Birkaçında
“Askeri Hakim”, bir kısmında da “Askeri Savcı” yazıyordu. İsim
yoktu.
Duruşma Salonu yazan kapı açıldı, asker ilk
ismi okudu; Alp Selek. İçeri girdi, kapı kapandı. Beş dakka
sürdü, sürmedi. Tutuklanması kararıyla dışarı çıktı. Onu
bizden ayırıp, başka bir köşeye oturttular. Sonraki isim,
tutuklama. Sonraki, tutuklama... Habire tutuklama. Bu
mahkemenin şakası yoktu be. Nihayet onyedinci kişi girip
çıktığında durum değişmişti; tahliye... Onu başka bir köşeye
koydular. Oturduğum yerde tırnaklarımı kanatırcasına
kemiriyordum, adım okundu. İçeri girdim. Gözlemciyimdir ya, bu
odada hiç havamda değildim. Tek gördüğüm yüksekte oturan iki
silüet. Kimlik tespiti faslını geçtik. Ne zamandır partilisin,
görevin nedir, amacınız nedir, dış yardım alıyor musunuz, hiç
Sovyetlere gittin mi, geçen yılki yasaklı 1. Mayıs’a katıldın
mı... Fasa fiso sorular. Bu kadar eziyet, bu kadar yer-yol,
gele gele bu sorular için miydi? İki silüet fısır fısır kendi
aralarında konuştu. Karar okunurken gözlerimi kapadım: TCK’nın
141/1 ve 142/2 maddelerini ihlal suçundan tutuksuz
yargılanmasına... Doğru mu duydum, “tutuksuz” mu dendi. Evet.
Yani tahliye. Yüzüm gevşedi, içimden hurra çektim.
Salondan çıkarılıp, holdeki şanslılar köşesine
katıldım. Biz diğer köşedekilerden utanarak sevincimizi içten
içe yaşıyorduk. Hatta onlar kadar kaygılı ifadeler
takınmıştık. Ne yaparsınız, bu işler böyledir.
Herkesin ön duruşması bittiğinde, önce
tutuklananlar götürüldü. Onlara moral verecek birkaç söz
söylemek isterdik. Ama olmadı, olamadı. Sonra, diğer görevli
askerler bizi aldı, eşyalarımıza el konulduğu sahanlığa indik,
torbalarımızı aldık, hızlı adımlarla yukarı çıkarılıp
Selimiye’nin ana kapısının dışına bırakıldık.
Henüz gözlerim günışığına alışamadan biraz
yürüdüm. Başım döndü, olduğum yerde çoktum. Gözlerim doldu,
hıçkırdım. Yere uzandım. 4,5 aylık esaret sona ermişti.
Özgürlük sanki ağır geldi. Bir çift ayak sesinin ağır ağır
yaklaştığını duydum, gölge oldu başımda. Gözlerimi açtım,
yaşlı bir kadın. Yorgun ama sevecen gözlerle baktı, “geçmiş
olsun oğul” dedi. İçten, helal edercesine... Oğlundan haber
bekleyen bir kadındı. Büyük kalabalığın içinden çıkıp bana
ulaşmıştı. Oğlunun adını söyledi, tariflemeye çabaladı,
gördüğüm biri değildi. Ona içerinin çok kötü olmadığını
geveledim. İnandığını sanmıyorum.
Koluma girdi, kalabalığa doğru yürüdük. İsim
söyleyen, fotoğraf gösteren, tarif eden peş peşe soruyordu.
Yapacak bir şeyim, söylecek bir sözüm yoktu. Sadece, “merak
etmeyin hepsi iyidir” demeyi tekrarlıyordum. Neden sonra, bana
ilk ulaşan kadın kalabalığa seslendi: Bırakın çocuğu, evine
gitsin... Ve bana seslendi: Haydi git oğul evine git,
sevdiklerine kavuş...
Harem yoluna doğru yürüdüm, Selimiye
Kışlası’nın son kontrol noktasını geçtim. Geri dönüp uzun uzun
Kışlaya baktım, baştan sona. Devasa bir binaydı, hiç bu kadar
büyük olduğunu bilmezdim. Ve sağdaki açık arazide yumalanmış
insan kalabalığına baktım. Biliyorum, içerdekilerin hepsinin
özgürlüklerine, dışardakilerin hepsinin de sevdiklerine
kavuşmasını dilemek abartılı bir istekti. Yine de, yüksek
sesle dilekte bulundum...
Sonra, yaşlı kadının söylediği gibi evime,
sevdiklerime, sevenlerime yollandım. İçimde buruk bir sevinç,
arada bir kendi kendime söylenip, arada bir kaşınıp ve arada
bir ıslık çalarak... Bite karşı yapmanız gereken
yiğdiklerinizi yakmak ve sirke banyosu yapmaktır.
Evet, gözaltına alındıktan 4,5 ay sonra 17
Haziran günü (1981) serbest bırakıldım. Mahkeme safhası devam
etti. Duruşmalara katıldım, mahkeme salonunda tutuklu
dostlarımla saf tuttum. Dava dört yıldan fazla sürdü, 16 Ekim
1985 tarihinde sona erdi. Üst düzey yöneticilerin hemen tamamı
5 ile 12 yıl arasında hüküm giydi. Aralarında benim de olduğum
pekçok kişi hakkında ise beraat kararı verildi.
12 Eylül (1980) askeri faşist darbeden benim
payıma düşen budur. Sendikacı olan büyük kardeşimin payına
daha fazlası düşmüştür, 2,5 yıl tutuklu kalmıştır. Yakın
çevremde pek çok kişiye daha da fazlası düşmüştür. Ve
tanıdığım-tanımadığım gencecik insanlar ölüme gitmiştir.
Hasdal’daki binbaşının akibeti
Hasdal’daki Faik binbaşının akibetini merak
ediyor musunuz?. Hani, bize gösterdiği tolerans ve yardım
yüzünden hakkında soruşturma başlatılan binbaşı...
Özgürlüğüme kavuşmamdan epey sonra, Nesin
Vakfı’nın mali işlerini yürüten Nurten Tuç’tan (Kendisi
Dostlar Tiyatrosu’nun da kurucularındandır ve parti üyesidir)
öğrendiğim üzere, bizim binbaşının akibeti, “study case” yani
vaka çalışması gerektirecek kadar ilginçtir...
Binbaşımız, soruşturma sonunda askeri disipline
uymadığı, görevini ihmal ettiği, polisin soruşturmasını
engellediği vs. kusurlarından emekliye sefkedilmiştir. Buraya
kadar herşey normaldir. Daha sonra Aziz Nesin onu,
Çatalca’daki Nesin Vakfı’na müdür yapmıştır. İşte anormellik
burada kendini göstermiştir...
Bu vakıf,
eğitim olanaklarından yoksun çocukları okutmak için 1973’de
kurulmuştur. Çok sayıda çocuk vakıf merkezinde yatılı olarak
barındırılmakta ve okutulmaktadır. Bu çocuklar Aziz Nesin’in
gözbebekleridir. Her çocukla yakından ilgilenir, eğitim
süreçlerini yönlendirir, ihtiyaçlarının yeterince karışılanıp
karşılanmadığını kontrol ederdi. Öyle ki, çocuklara bu
ilginin, onlara sunulan imkanların fazlaca lükse kaçtığı
haberleri çıkardı. İşte bizim binbaşı böyle bir vakfın başına
getirildi. Ve bu görevlendirmenin ne denli büyük bir hata
olduğu epey bir süre sonra anlaşılacaktı.
Doğaldır ki, uzun yıllar askeriyede astlarına kök söktürmüş
bir binbaşının, Aziz Nesin’in abartılı sevgisine mazhar olmuş
“şımarık” çocuklara müdürlük yapması, “bir kurdun kuzulara
bakıcılık etmesi” gibi birşeydi. Giderek çocukların gülüşleri
silinmeye, bakışları donuklaşmaya, iştahları kaçmaya başlamış.
Diğer personelin meraklı soruları cevapsız kalıyordu. Nurten
ablanın Aziz Nesin’le birlikte vakfa gittiği bir gün,
çocuklardan birinin hüngür hüngür ağladığına tanık olunmuş.
Nurten abla çocuğu bahçeye çıkarmış, tatlı tatlı-uzun uzun
konuşmuş.
Döndüğünde çocuğun anlattıklarını Aziz Nesin’e söylemiş. Aziz
Nesin deliye dönmüş, bütün çocukları soyundurup tek tek
kontrol etmiş, yara-bere ve çürük izleri olanlarla uzun uzun
konuşmuş. Anlaşılan oymuş ki, binbaşı gizliden gizliye bu
“şımarık” çocukları dövüyormuş. Bırakın dövmeyi küçük çapta
işkence ediyormuş. Dayak yemeyen çocuk yokmuş. O dakka
binbaşının işine son verilmiş, savcılığa suç duyurusunda
bulunulmuş. Doğrusu bunları duyunca üzüldüm. Demek iyi saate
olsunları bazen iyi yüzünü bazen kötü yüzünü gösteriyordu.
Özet ve sonuç
12
Eylül faşist darbesine karar veren, planlayan ve uygulayanlar
ve onlara taşeronluk yapanlar, sadece Türkiye tarihi
bakımından değil, dünya tarihi bakımından da insanlığa karşı
büyük suç işlemişlerdir. Bunlar, Türkiye’nin gördüğü en büyük
toplum düşmanlarıdır. Türkiye’nin hukuk sistemi bu suçluları
yargılasın ya da yargılamasın, insanlık onları çoktan
yargılamış ve mahkum etmiştir.
12
Eylül’cülerin suçu yüzbinlerce insanı kovuşturup-soruşturmak,
onbinlercesini hapse tıkmak, binlercesine işkence etmek,
yüzlercesini sakat bırakmak, onlarcasını işkencede öldürmek,
idam etmekten ibaret değildir. En az bunun kadar,
toplumun omurgasını
çökertip ruhunu çürütmekten, geleceğini çalmaktan da
suçludurlar.
12
Eylül faşist darbesinin karar vericileri ve planlayıcıları
ABD-NATO-Gladio üçlüsüdür. Bu, Evren ve arkadaşlarının
kurmaylığını, akıl ve beceri kapasitelerini çok çok aşan büyük
bir operasyondur. Dönemin askeri hiyerarşisi, Özel Harb
Dairesi ve Kontrgerilla gibi gizli teşkilatlanması, polis ve
istihbarat, sivil-askeri yargı ve devlet bürokrasısı bu planın
uygulayıcılarıdır. Suçlular ve birinci derecede suç ortakları
bunlardır. İstisnaları saymazsak, dinci-muhafazakar sağ ve
milliyetçi-muhafazakar sağ siyasi kadrolar, iş dünyası, medya
ve akademik elit çevreler ise tamamlayıcı, çanak tutucu ve
şakşaklayıcı unsurlar olarak bu kara tarihin ortaklarıdır.
12
Eylül faşist darbesi esas ibibariyle Türkiye’de yükselen solu
bastırmak ve sindirmek için planlanıp yapılmıştır. Yanısıra,
ABD bakımından güvenilmez addedilen milliyetçi sağa da gözdağı
verilmiş, söz yerindeyse ayar çekilmiştir.
ABD-NATO-Gladio üçlüsü benzeri operasyonları yine sol’un
yükselişte olduğu İtalya, Yunanistan, İspanya, Fransa, Almanya
ve başkaca pekçok Avrupa ülkesinde daha usturuplu yöntemlerle
yapmıştır. ABD’nin, Şili ve benzeri Latin Amerika ülkelerinde
edindiği “iktidar değiştirme” deneyimi, Avrupa’ya taşınmış,
Türkiye’de ise kabusa dönüşmüştür.
12
Eylül’ün siyaseten en karlısı halen iktidarda olan
dinci-muhafazakar sağdır. Darbe ile birlikte bu kesime “yürü
ya kulum” denilmiştir. ABD böyle istemiştir ve darbe liderliği
bunu sağlamak için bizzat kolları sıvamıştır.
Bugünkü siyasi iktidar, 12 Eylül darbesi ile himaye edilen
dinci-muhafazakar sağ siyasetin, zaman tünelinde ABD’nin Büyük
Ortadoğu Projesi’ne uygun olarak ılımlı islama dönüştürülmüş
halidir. Dün Sovyetlere karşı “yeşil kuşak” projesinde radikal
islamı kullanan ABD, bugün de “ehlileşmiş islam” eliyle
küresel çıkarlarını korumaktadır. Bugünkü siyasi iktidarın
oluşmasında okyanus ötesi büyük gücün ve onun bağrında
palazlanan yardımcı gücün büyük rolü vardır.
12
Eylül’den nemalanmış bu iktidarın 12 Eylül’e karşı söylemleri,
okyanus ötesinin yeni planlarının bir parçası değilse, esnaf
işi bir illüzyondur. Göbekleri yağlandıkça ‘liberal’leşerek bu
iktidara yamanan kimi eski solcular, bu illüzyonun havlu ve
ayna tutucularıdır.
Demokrasi adına asıl sınav ve mücadele, bundan sonradır... |