Genel kabul görmüş pozitif tanımlamaya göre, toplumların
yönlendirici gücü aydınlarıdır. Aydınlar toplumların aklı,
vicdanı ve yaratıcı dinamiğidir; gelişime, değişime öncülük
eden ‘mızrak ucu’dur... Yine de, toplum-aydın ilişkisi ve
etkileşimi hep tartışma konusu olmuş, aydınların toplumsal
konumu yetkinlik, sorumluluk, uyumluluk vs. kıstaslar ışığında
daima sorgulanmıştır.
Bizim gibi diyasporik topluluklarda aydının tanımı, konumu ve
rolü daha karmaşıktır. Temel soru, dahil olunan (büyük-hakim)
ana toplumun sosyal, kültürel ve siyasal-ideolojik hegamonyası
altındayken (küçük-özgün) diyasporik toplumun aydını olunup
olunamayacağıdır. Daha basit ifadeyle büyük toplumun baskın
ideolojisiyle yetişerek, aklıyla düşünerek, diliyle konuşarak
küçük toplumun aydını olunabilir mi?. Bu, dünyanın her yerinde
kafa yorulan bir sorudur, büyük bir paradokstur.
Bizim açımızdan durum nedir?. Türkiye’de Çerkeslerin
aydınları ya da Çerkes aydınları var mıdır?... Bu
soruyu, Türkiye’deki serüvenimize bakarak irdelemeye
çalışalım.
1800’lerin sonunda Osmanlı topraklarına sökün ettiğimizde,
sahip olduğumuz yegane ‘aydın’ tipi bizi bu topraklara
sürüklemiş olan feodal (aristokrat demeye dilim varmıyor)
beyler ve öncü aile bireyleriydi. Bunlar ‘aydın’lık postunu
babadan oğula devralanlardı. Yanısıra, ‘tamada’ ya da ‘ayhabı’
dediğimiz pratik hayatın yetiştirdiği postsuz-mektepsiz
aydınlarımız (kanaat önderlerimiz) vardı. Çeyrek yüzyılda
yerlerini Osmanlı ordusunda yükselen asker-aydın sınıfına
bıraktılar. Çoğunluğu İstanbul ve diğer büyük yerleşim ve
askeri bölgelerinde yurt tutan bu aydınlarımız, Osmanlılıkla
Çerkesliği bağdaştıracak bir çizgi oluşturma çabasındaydı.
Osmanlı’nın kendi milliyetçilik ideolojojisi yoktu, farklı
milliyetlerin kimliklerini koruma isteklerine hoşgörüyle
bakılıyordu. Yine de Sultan’ın çıkarlarıyla çatışmamak
gerekiyordu.
1908’de Meşrutiyetin ilanı işleri daha kolaylaştırdı,
asker-aydınlar öncülüğünde kurulan Çerkes Teavün Cemiyeti
diyaspora tarihimizin ilk ve en etkili ‘özgün’ sesi oldu.
Şimali Kafkas Cemiyeti ve Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti’nin
kurulması, Çerkes Numune Mektebi’nin açılması, Osmanlıca-Çerkesçe
Guaze dergisinin yayınlanması, Abhazca ve Adigece alfabelerin
hazırlanması, okur-yazarlığın yaygınlaşmaya başlaması vs.
tamamlayıcı adımlar oldu.
1908-1923 arası Çerkeslerin diyasporada kendi kimliklerine en
fazla tutunduğu, Çerkes aydınlarının hakim siyasi-kültürden en
fazla bağımsızlaştığı ve özgün siyasi-kültür bayrağının en
yükseğe çekildiği dönemdir. Ancak, 24 Temmuz 1923’de imzalanan
Lozan Anlaşması’nda Çerkeslere azınlık statüsü verilmemesiyle
birlikte işler değişti. Kısa süre içinde tüm Çerkes
örgütlenmeleri cumhuriyet devleti eliyle kapatıldı,
faaliyetleri yasaklandı. Yanısıra, Çerkes Ethem ve
beraberindekilerin tasfiyesi ve hem askeri hem sivil pekçok
aydının sürgün edilmesiyle Türkiye’deki Çerkeslerin aydın
omurgası çökertildi.
Cumhuriyetin kurucu gücünü elinde bulunduranların tercihi,
monoetnik temele dayalı ulus-devlet kurmaktı. Buna göre, Lozan
Anlaşması’nda azınlık olarak tanımlanan Ermeniler, Rumlar ve
Yahudiler dışındaki tüm etnik unsurlar Türk sayılacaktı ve
Türkleştirilecekti. Böylece sistemli asimilasyon başlatıldı.
Siyasi-ideolojik söylem, eğitim ve kültür alanındaki tüm
faliyetlerin pür-ü pak Türkleşmesiyle güçlendirildi. Yerleşik
etnik gruplarla birlikte bizim gibi Osmanlının bakiyesi ithal
etnik gruplar üzerinde katı bir asimilasyon uygulanmaya
başlandı. Bu yıllarda, Çerkes Ethem’i “Hain” diye yaftalayan
baskıcı rejim öyle ürkütmüştü ki, bırakın Çerkes aydını
olmayı, “Çerkesim” demek bile başlıbaşına kahramanlıktı.
Kısa
sürede, 1923’lere kadar Osmanlı hoşgörüsünde yetişen Çerkes
aydın kuşağı silindi. Yerini, kendini Türk sanmaya başlayan,
Türkçülük ve Turancılık ideolojisine kapılan Çerkesler almaya
başladı. Bu doğaldı, zira Çerkeslerin bildiği askerlik,
polislik vs. devletten geçinmeli işlerdi. Cumhuriyet döneminde
buralarda dikiş tutturmanın ve yükselmenin olmazsa olmazı ‘iyi
Türk’ olmaktı. Eğitim buna göreydi, ideoloji buna göre.
Sonuçta Türklüğe devşirilmiş bir Çerkes ‘aydın’ sınıfı hasıl
oldu. Bu trajik dönüşümün en uç örneği Nihal Atsız’dır. Kendi
toplumunu-kimliğini Türklüğün düşmanı sayacak kadar savrulmuş
ve Türk ırkçısı olmuştur.
Başka kimliklere öykünmek, kendi kimliğini başka kimlikler
uğruna reddetmek-satmak, tarihten günümüze (özellikle
sömürgecilik dönemlerinde) tüm toplumlarda sıkça raslanan bir
gerçektir. Kimileyin hayatta kalmak için, kimileyin çıkar
için, kimileyin de doğru olduğu sanıldığı için taraf
değiştirilir. Bizde hepsi içiçeydi. O yüzden bukalemunumuz çok
oldu.
Bu
retçi ‘aydın’ kuşağın toplumumuza verdiği hasar hem çok büyük
olmuştur, hem sonraki kuşakları etkileyecek kadar
kalıcılaşmıştır. Etkisi, tortusu hala sürmektedir.
Yine
de, 1950’lerde esmeye başlayan demokrasi rüzgarı ve kentleşme
süreci yeni Çerkes aydın kuşağını ortaya çıkarmıştır. İlk
adımı atanlar maalesef yine devletten geçinmelilerdir.
Çiftçilikten öte bir becerisi olmayan bizler için, köyden
kente geçişin garantili ve ‘havalı’ yolu asker-polis olmaktı.
Biraz öyle geldik kentlere, biraz fabrika işçisi olarak. Belki
binde birimiz ticaret erbabı olmayı becermişti.
İşte
kentlere gelen bu karmaşık gruplar, geride bıraktıkları kırsal
feodal kültürlerini yaşayabilecekleri ortamlara ihtiyaç
duydular. Arada bir buluşacakları, biraz muhabbet, biraz
müzik-dans edebilecekleri ortamlar. Bugünkü derneklerin
kuruluşu böyle başladı.
Köyden kente gelen ilk kuşak ihtiyaç tanımını tamamen feodal
kültüre, kültürü de eğlence ve dansa odaklamıştı. Sonra,
farklı uzmanlık alanlarında üniversiite okumak üzere geçler
gelmeye başladı. 1960’ların ikinci yarısında memleketin her
yanında yükselen değerler, öğrenci gençlerimizi, işçi ve
emekçilerimizi de etkilemeye başlamıştı. Yavaş yavaş politize
olunuyordu.
İki
uçlu bir politizasyon vardı; genel ortamdan edinilip taşınan
siyasi politizasyon (genellikle sol siyasi söylem) ve kendi
içinde üretilen kimlik politizasyonu. Dernekler bünyesinde
gelişen bu süreç, epey aradan sonra yeniden Çerkes aydın
kuşağının oluşumuna önayak oldu. Yine de acemi, ürkek
adımlardı. Ve de hakim toplumun gündemine, siyasi-ideolojik
eksenine fazlasıyla bağlıydı. En azından bütünleşikti.
1908-1923 dönemi aydınlarıyla 1950’dan sonraki aydın kuşağımız
arasındaki en önemli fark, ilkinin varlığını anatanla
özdeşleştirenlerden oluşması, ikincisinin ise varlığını
Anadolu’nun kırsalında muhafaza ettiği kültürüyle
özdeşleştirmesiydi. Başka bir değişle birinin referansı vatan,
diğerinin ise kültürdü.
1970’lerden sonra, bu dernek yapılanmalarından yetişen
aydınlarımızın bir kısmı, “dönüş hareketi” adıyla bir
farklılık yarattı. Özetle, kimliğin ve kültürün diyasporada
korunamayacağı, tek varoluş yolunun anavatana dönmekle mümkün
olacağı önermesine dayanan bu hareket kısa süre içinde etkin
bir düşünce külliyesi oluşturdu. Bu harekete önayak olan
aydınlar bir bakıma hakim toplum gündeminde ve
siyasi-ideolojik blokajına, velhasıl Türkleşmeye ‘terketme’
önermesiyle meydan okumuşlardı. Bu önerme pratik hayatta
yeterince karşılık bulamadı. Sovyetler yıkılıp anavatana
erişimin kolaylaşmasına rağmen bulamadı. Yine de, 1908-1923
döneminden sonra Çerkes aydınlarının hiç değilse bir kısmının
kendi toplumunun ve kimliğinin aydını olabilmesi için attığı
önemli bir adımdı.
2010
yılında neredeyiz?.. En baştakii soruyu tekrarlarsak,
diyasporada Çerkes aydınları var mı? Kaynadığımız büyük
toplumdan bağımsız, o büyük kültürel ve siyasal ideolojiden
azade, kendi toplumunun geleceğini öne koyan aydınlarımız var
mı?...
Aslına bakarsanız, paçamızı büyük ölçüde kaptırmış olmamıza
rağmen en azından kapalı toplum aydını özelliklerine sahip bir
aydın kuşağımız var.
Bugün toplumu yönlendirme çabası veren üç farklı ‘aydın’
kümeleşmesinden ve örgütlenmesinden sözedebiliriz;
1.
Temel referansını Türkiye’nin ulus-devlet modelinden ve resmi
ideolojinden alan, çoğunluğu devletten geçinmeli (asker, polis
ve diğer memur emeklileri) aydın kümesi. Bunlar için Çerkeslik
Türklüğün içinde ve yanında olmalıdır.
2.
Temel referansını Türkiye’nin resmi dininden (Sünni İslam)
alan, özellikle son 20-30 yıldır yükselişte olan siyasi islam
ideolojisine bağlı aydın kümesi. Bunlar için öncelik
Çerkesliğin islamlaşmasıdır.
3.
Temel referansını kendi etnik aidiyetinden ve kültüründen
alan, Çerkes kimliğini tüm diğer kimliklerinin üstünde
konumlandırmaya çabalayan aydın kümesi. Bunlar için öncelik,
diyasporada kimliğin korunmasını ve anavatanda varlığın
güçlendirilmesidir.
Tüm
bunların dışında, kendini yeri geldiğinde ‘Çerkes kökenli’
olarak tanımlayan, hiçbir aidiyet ve sorumluluk duygusu
taşımayan ‘kaybolmuşlar’ kümesi var. Ne yazık ki en kalabalık
grubu onlar oluşturuyor.
‘Aydın’ tanımına, hele hele ‘Çerkes aydını’ tanımına hakkını
vererek düşündüğümüzde, yukardaki kümelerden belki de sadece
üçüncüsünü dikkate almalıyız.
Peki
bu gruptakiler gerçekten kendi toplumlarının yönlendirici gücü
olmayı başarabilmişler mi? Yani, kendi toplumlarının aklı,
vicdanı ve yaratıcı dinamiği; gelişime, değişime öncülük eden
‘mızrak ucu’ olmayı becermişler mi?...
Bu
soruyu keşkelerle süsleyelim;
Keşke parlamentoda Çerkeslerin sözcülüğünü üstlenecek
kalibrede aydınımız olsa. Keşke bize tercümen olacak
köşeyazarlarımız, televizyon yorumcularımız olsa. Keşke bizden
de Hrant Dink, Etyen Mahçupyan, Mehmet Uzun, Altan Tan, Ümit
Fırat, Bejan Matur, Mario Levi vs. gibi kendi kimliğinin
aydını olabilenler çıksa. Keşke Ahmet Hakan, İsmet Berkan,
Taha Akyol vs. Türkleşerek değil de Çerkes kalarak aydın olma
basamaklarını çıkabilseydi. Keşke bunu başaranlar olsa...
Daha
da çoğaltabileceğimiz bu keşkeler ışığında yukardaki soruya
dönersek, nasıl bir cevap bulacağız. Benim cevabım, ‘eh kendi
mütavazı toplumsal varlığımız ölçüsünde iyi kötü aydınlarımız
var’ olacaktır. Herkes kendi cevabını verebilir.
Cevabımız ‘hayır’ olsa da sorun değil. Toplumsal gelişim bir
süreçtir. Eksik kalınan, yetersiz kalının yerler koşullar
uygunlaştıkça tamamlanır. Çerkesler de yüksek kalibrede kendi
aydınlarını çıkarmayı başarır...
Bunu
belki kendi dilimizle yapamayacağız. En azından kısa vadede.
Şartta değil. Türkiye’de, Kafkasya’da ve de dünyanın pekçok
ülkesinde de hakim dili kullanarak kendi toplumunun aydını
olmayı başaran çok örnek sayabiliriz. Yeter ki, kendi
kimliğiyle olsun.
Hiç
kuşku yok, bizim de gurur duyacağımız, bize yol göstericilik
yapacak, bize sahip çıkacak, bizi ileriye taşıyacak, memleket
sınırlarında ve dışında sesimiz olacak aydınlarımız
yetişecektir. Hiç kuşku yok. Dilimizle olmuyorsa kültürel
kimliğimizle, onunla da olmuyorsa siyasal kimliğimizle...
Evet, Türklüğün Çerkesliğimizi baskılayacak kadar içimize
işlemesi büyük bir handikap. Ama iyi yanlara da bakmak lazım.
Düşünün ki bugün binlerce, belki on binlerce gencimiz
üniversitelerde. Hem de bir çoğu iyi üniversitelerde. Siyaset,
uluslararası ilişkiler, sosyoloji, ekonomi, gazetecilik...
velhasıl ufku açık modern bilim dallarında eğitim görüyorlar.
Çok sayıda gencimiz akademik kariyer yapıyor. Bu gençler, dün
olduğu gibi ağır bir hakim kültür baskısı, siyasi-ideolojik
hegamonyası altında değil. Türkiye değişti, farklılıklara şans
tanınan bir ülke oldu. Kafkasya artık daha yakın, etkileşim
daha kolay. Bunlar, önümüzdeki dönem için umut ve
beklentilerimizi yükseltiyor.
1970 sonrası kuşak (yani benim kuşağım), idealizmi bol
becerisi kıt bir kuşaktı. Şimdi becerisi yüksek bir kuşak
geliyor. Tek eksikleri, biraz idealizm. İlgisiz-uçarı
görünmelerine bakmayın, köklerine tutunmayı bizden daha iyi -
daha doğru başaracaklar ve bizi geleceğe taşıyacaklar.
Umudumuz yeni nesil. Gerçek aydınlarımız onlardan çıkacak.
Sesimiz, sözümüz olacaklar... |