...................
...................
AYDIN PROFİLİMİZ ÜZERİNE...

06.11.2010

Sezai Babakuş
...................
 
...................

Genel kabul görmüş pozitif tanımlamaya göre, toplumların yönlendirici gücü aydınlarıdır. Aydınlar toplumların aklı, vicdanı ve yaratıcı dinamiğidir; gelişime, değişime öncülük eden ‘mızrak ucu’dur... Yine de, toplum-aydın ilişkisi ve etkileşimi hep tartışma konusu olmuş, aydınların toplumsal konumu yetkinlik, sorumluluk, uyumluluk vs. kıstaslar ışığında daima sorgulanmıştır.

Bizim gibi diyasporik topluluklarda aydının tanımı, konumu ve rolü daha karmaşıktır. Temel soru, dahil olunan (büyük-hakim) ana toplumun sosyal, kültürel ve siyasal-ideolojik hegamonyası altındayken (küçük-özgün) diyasporik toplumun aydını olunup olunamayacağıdır. Daha basit ifadeyle büyük toplumun baskın ideolojisiyle yetişerek, aklıyla düşünerek, diliyle konuşarak küçük toplumun aydını olunabilir mi?. Bu, dünyanın her yerinde kafa yorulan bir sorudur, büyük bir paradokstur.

Bizim açımızdan durum nedir?. Türkiye’de Çerkeslerin aydınları ya da Çerkes aydınları var mıdır?... Bu soruyu, Türkiye’deki serüvenimize bakarak irdelemeye çalışalım.

1800’lerin sonunda Osmanlı topraklarına sökün ettiğimizde, sahip olduğumuz yegane ‘aydın’ tipi bizi bu topraklara sürüklemiş olan feodal (aristokrat demeye dilim varmıyor) beyler ve öncü aile bireyleriydi. Bunlar ‘aydın’lık postunu babadan oğula devralanlardı. Yanısıra, ‘tamada’ ya da ‘ayhabı’ dediğimiz pratik hayatın yetiştirdiği postsuz-mektepsiz aydınlarımız (kanaat önderlerimiz) vardı. Çeyrek yüzyılda yerlerini Osmanlı ordusunda yükselen asker-aydın sınıfına bıraktılar. Çoğunluğu İstanbul ve diğer büyük yerleşim ve askeri bölgelerinde yurt tutan bu aydınlarımız, Osmanlılıkla Çerkesliği bağdaştıracak bir çizgi oluşturma çabasındaydı. Osmanlı’nın kendi milliyetçilik ideolojojisi yoktu, farklı milliyetlerin kimliklerini koruma isteklerine hoşgörüyle bakılıyordu. Yine de Sultan’ın çıkarlarıyla çatışmamak gerekiyordu.

1908’de Meşrutiyetin ilanı işleri daha kolaylaştırdı, asker-aydınlar öncülüğünde kurulan Çerkes Teavün Cemiyeti diyaspora tarihimizin ilk ve en etkili ‘özgün’ sesi oldu. Şimali Kafkas Cemiyeti ve Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti’nin kurulması, Çerkes Numune Mektebi’nin açılması, Osmanlıca-Çerkesçe Guaze dergisinin yayınlanması, Abhazca ve Adigece alfabelerin hazırlanması, okur-yazarlığın yaygınlaşmaya başlaması vs. tamamlayıcı adımlar oldu.

1908-1923 arası Çerkeslerin diyasporada kendi kimliklerine en fazla tutunduğu, Çerkes aydınlarının hakim siyasi-kültürden en fazla bağımsızlaştığı ve özgün siyasi-kültür bayrağının en yükseğe çekildiği dönemdir. Ancak, 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Anlaşması’nda Çerkeslere azınlık statüsü verilmemesiyle birlikte işler değişti. Kısa süre içinde tüm Çerkes örgütlenmeleri cumhuriyet devleti eliyle kapatıldı, faaliyetleri yasaklandı. Yanısıra, Çerkes Ethem ve beraberindekilerin tasfiyesi ve hem askeri hem sivil pekçok aydının sürgün edilmesiyle Türkiye’deki Çerkeslerin aydın omurgası çökertildi.

Cumhuriyetin kurucu gücünü elinde bulunduranların tercihi, monoetnik temele dayalı ulus-devlet kurmaktı. Buna göre, Lozan Anlaşması’nda azınlık olarak tanımlanan Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler dışındaki tüm etnik unsurlar Türk sayılacaktı ve Türkleştirilecekti. Böylece sistemli asimilasyon başlatıldı.

 

Siyasi-ideolojik söylem, eğitim ve kültür alanındaki tüm faliyetlerin pür-ü pak Türkleşmesiyle güçlendirildi. Yerleşik etnik gruplarla birlikte bizim gibi Osmanlının bakiyesi ithal etnik gruplar üzerinde katı bir asimilasyon uygulanmaya başlandı. Bu yıllarda, Çerkes Ethem’i “Hain” diye yaftalayan baskıcı rejim öyle ürkütmüştü ki, bırakın Çerkes aydını olmayı, “Çerkesim” demek bile başlıbaşına kahramanlıktı.

Kısa sürede, 1923’lere kadar Osmanlı hoşgörüsünde yetişen Çerkes aydın kuşağı silindi. Yerini, kendini Türk sanmaya başlayan, Türkçülük ve Turancılık ideolojisine kapılan Çerkesler almaya başladı. Bu doğaldı, zira Çerkeslerin bildiği askerlik, polislik vs. devletten geçinmeli işlerdi. Cumhuriyet döneminde buralarda dikiş tutturmanın ve yükselmenin olmazsa olmazı ‘iyi Türk’ olmaktı. Eğitim buna göreydi, ideoloji buna göre. Sonuçta Türklüğe devşirilmiş bir Çerkes ‘aydın’ sınıfı hasıl oldu. Bu trajik dönüşümün en uç örneği Nihal Atsız’dır. Kendi toplumunu-kimliğini Türklüğün düşmanı sayacak kadar savrulmuş ve Türk ırkçısı olmuştur.

Başka kimliklere öykünmek, kendi kimliğini başka kimlikler uğruna reddetmek-satmak, tarihten günümüze (özellikle sömürgecilik dönemlerinde) tüm toplumlarda sıkça raslanan bir gerçektir. Kimileyin hayatta kalmak için, kimileyin çıkar için, kimileyin de doğru olduğu sanıldığı için taraf değiştirilir. Bizde hepsi içiçeydi. O yüzden bukalemunumuz çok oldu.

Bu retçi ‘aydın’ kuşağın toplumumuza verdiği hasar hem çok büyük olmuştur, hem sonraki kuşakları etkileyecek kadar kalıcılaşmıştır. Etkisi, tortusu hala sürmektedir.

Yine de, 1950’lerde esmeye başlayan demokrasi rüzgarı ve kentleşme süreci yeni Çerkes aydın kuşağını ortaya çıkarmıştır. İlk adımı atanlar maalesef yine devletten geçinmelilerdir. Çiftçilikten öte bir becerisi olmayan bizler için, köyden kente geçişin garantili ve ‘havalı’ yolu asker-polis olmaktı. Biraz öyle geldik kentlere, biraz fabrika işçisi olarak. Belki binde birimiz ticaret erbabı olmayı becermişti.

İşte kentlere gelen bu karmaşık gruplar, geride bıraktıkları kırsal feodal kültürlerini yaşayabilecekleri ortamlara ihtiyaç duydular. Arada bir buluşacakları, biraz muhabbet, biraz müzik-dans edebilecekleri ortamlar. Bugünkü derneklerin kuruluşu böyle başladı.

Köyden kente gelen ilk kuşak ihtiyaç tanımını tamamen feodal kültüre, kültürü de eğlence ve dansa odaklamıştı. Sonra, farklı uzmanlık alanlarında üniversiite okumak üzere geçler gelmeye başladı. 1960’ların ikinci yarısında memleketin her yanında yükselen değerler, öğrenci gençlerimizi, işçi ve emekçilerimizi de etkilemeye başlamıştı. Yavaş yavaş politize olunuyordu.

İki uçlu bir politizasyon vardı; genel ortamdan edinilip taşınan siyasi politizasyon (genellikle sol siyasi söylem) ve kendi içinde üretilen kimlik politizasyonu. Dernekler bünyesinde gelişen bu süreç, epey aradan sonra yeniden Çerkes aydın kuşağının oluşumuna önayak oldu. Yine de acemi, ürkek adımlardı. Ve de hakim toplumun gündemine, siyasi-ideolojik eksenine fazlasıyla bağlıydı. En azından bütünleşikti.

1908-1923 dönemi aydınlarıyla 1950’dan sonraki aydın kuşağımız arasındaki en önemli fark, ilkinin varlığını anatanla özdeşleştirenlerden oluşması, ikincisinin ise varlığını Anadolu’nun kırsalında muhafaza ettiği kültürüyle özdeşleştirmesiydi. Başka bir değişle birinin referansı vatan, diğerinin ise kültürdü.

1970’lerden sonra, bu dernek yapılanmalarından yetişen aydınlarımızın bir kısmı, “dönüş hareketi” adıyla bir farklılık yarattı. Özetle, kimliğin ve kültürün diyasporada korunamayacağı, tek varoluş yolunun anavatana dönmekle mümkün olacağı önermesine dayanan bu hareket kısa süre içinde etkin bir düşünce külliyesi oluşturdu. Bu harekete önayak olan aydınlar bir bakıma hakim toplum gündeminde ve siyasi-ideolojik blokajına, velhasıl Türkleşmeye ‘terketme’ önermesiyle meydan okumuşlardı. Bu önerme pratik hayatta yeterince karşılık bulamadı. Sovyetler yıkılıp anavatana erişimin kolaylaşmasına rağmen bulamadı. Yine de, 1908-1923 döneminden sonra Çerkes aydınlarının hiç değilse bir kısmının kendi toplumunun ve kimliğinin aydını olabilmesi için attığı önemli bir adımdı.

 

2010 yılında neredeyiz?.. En baştakii soruyu tekrarlarsak, diyasporada Çerkes aydınları var mı? Kaynadığımız büyük toplumdan bağımsız, o büyük kültürel ve siyasal ideolojiden azade, kendi toplumunun geleceğini öne koyan aydınlarımız var mı?...

Aslına bakarsanız, paçamızı büyük ölçüde kaptırmış olmamıza rağmen en azından kapalı toplum aydını özelliklerine sahip bir aydın kuşağımız var.

Bugün toplumu yönlendirme çabası veren üç farklı ‘aydın’ kümeleşmesinden ve örgütlenmesinden sözedebiliriz;

1.  Temel referansını Türkiye’nin ulus-devlet modelinden ve resmi ideolojinden alan, çoğunluğu devletten geçinmeli (asker, polis ve diğer memur emeklileri) aydın kümesi. Bunlar için Çerkeslik Türklüğün içinde ve yanında olmalıdır.

2. Temel referansını Türkiye’nin resmi dininden (Sünni İslam) alan, özellikle son 20-30 yıldır yükselişte olan siyasi islam ideolojisine bağlı aydın kümesi. Bunlar için öncelik Çerkesliğin islamlaşmasıdır.

3.  Temel referansını kendi etnik aidiyetinden ve kültüründen alan, Çerkes kimliğini tüm diğer kimliklerinin üstünde konumlandırmaya çabalayan aydın kümesi. Bunlar için öncelik, diyasporada kimliğin korunmasını ve anavatanda varlığın güçlendirilmesidir.  

Tüm bunların dışında, kendini yeri geldiğinde ‘Çerkes kökenli’ olarak tanımlayan, hiçbir aidiyet ve sorumluluk duygusu taşımayan ‘kaybolmuşlar’ kümesi var. Ne yazık ki en kalabalık grubu onlar oluşturuyor.

‘Aydın’ tanımına, hele hele ‘Çerkes aydını’ tanımına hakkını vererek düşündüğümüzde, yukardaki kümelerden belki de sadece üçüncüsünü dikkate almalıyız.

Peki bu gruptakiler gerçekten kendi toplumlarının yönlendirici gücü olmayı başarabilmişler mi? Yani, kendi toplumlarının aklı, vicdanı ve yaratıcı dinamiği; gelişime, değişime öncülük eden ‘mızrak ucu’ olmayı becermişler mi?...

Bu soruyu keşkelerle süsleyelim;

Keşke parlamentoda Çerkeslerin sözcülüğünü üstlenecek kalibrede aydınımız olsa. Keşke bize tercümen olacak köşeyazarlarımız, televizyon yorumcularımız olsa. Keşke bizden de Hrant Dink, Etyen Mahçupyan, Mehmet Uzun, Altan Tan, Ümit Fırat, Bejan Matur, Mario Levi vs. gibi kendi kimliğinin aydını olabilenler çıksa. Keşke Ahmet Hakan, İsmet Berkan, Taha Akyol vs. Türkleşerek değil de Çerkes kalarak aydın olma basamaklarını çıkabilseydi. Keşke bunu başaranlar olsa...

Daha da çoğaltabileceğimiz bu keşkeler ışığında yukardaki soruya dönersek, nasıl bir cevap bulacağız. Benim cevabım, ‘eh kendi mütavazı toplumsal varlığımız ölçüsünde iyi kötü aydınlarımız var’ olacaktır. Herkes kendi cevabını verebilir.

Cevabımız ‘hayır’ olsa da sorun değil. Toplumsal gelişim bir süreçtir. Eksik kalınan, yetersiz kalının yerler koşullar uygunlaştıkça tamamlanır. Çerkesler de yüksek kalibrede kendi aydınlarını çıkarmayı başarır...

Bunu belki kendi dilimizle yapamayacağız. En azından kısa vadede. Şartta değil. Türkiye’de, Kafkasya’da ve de dünyanın pekçok ülkesinde de hakim dili kullanarak kendi toplumunun aydını olmayı başaran çok örnek sayabiliriz. Yeter ki, kendi kimliğiyle olsun.

Hiç kuşku yok, bizim de gurur duyacağımız, bize yol göstericilik yapacak, bize sahip çıkacak, bizi ileriye taşıyacak, memleket sınırlarında ve dışında sesimiz olacak aydınlarımız yetişecektir. Hiç kuşku yok. Dilimizle olmuyorsa kültürel kimliğimizle, onunla da olmuyorsa siyasal kimliğimizle...

Evet, Türklüğün Çerkesliğimizi baskılayacak kadar içimize işlemesi büyük bir handikap. Ama iyi yanlara da bakmak lazım. Düşünün ki bugün binlerce, belki on binlerce gencimiz üniversitelerde. Hem de bir çoğu iyi üniversitelerde. Siyaset, uluslararası ilişkiler, sosyoloji, ekonomi, gazetecilik... velhasıl ufku açık modern bilim dallarında eğitim görüyorlar. Çok sayıda gencimiz akademik kariyer yapıyor. Bu gençler, dün olduğu gibi ağır bir hakim kültür baskısı, siyasi-ideolojik hegamonyası altında değil. Türkiye değişti, farklılıklara şans tanınan bir ülke oldu. Kafkasya artık daha yakın, etkileşim daha kolay. Bunlar, önümüzdeki dönem için umut ve beklentilerimizi yükseltiyor.

1970 sonrası kuşak (yani benim kuşağım), idealizmi bol becerisi kıt bir kuşaktı. Şimdi becerisi yüksek bir kuşak geliyor. Tek eksikleri, biraz idealizm. İlgisiz-uçarı görünmelerine bakmayın, köklerine tutunmayı bizden daha iyi - daha doğru başaracaklar ve bizi geleceğe taşıyacaklar. Umudumuz yeni nesil. Gerçek aydınlarımız onlardan çıkacak. Sesimiz, sözümüz olacaklar...