Bu yazıya başlık olmayı hakeden sözcüğü, en
sevdiğim yazarlardan Ursula K. Le Guin’in okumakta olduğum
aynı adlı kitabından ödünç aldım. Le Guin’in öyküleri, felsefi
ve edebi lezzetlerle seyreltilmiş düşsel nehirlerdir. Usulca
sizi kucaklar, uzaklara taşır; farklı dünyalara, farklı
coğrafyalara, farklı toplumlara ve insanlara ulaştırır. Öykü
bittiğinde, aslında kendi küçük dünyanızda bir yolculuk
yaptığınızı anlarsınız. Kendinizi keşfedersiniz. Eğer J.R.R.Tolkien’i
sevmişseniz, Le Guin’e taparsınız...
Le Guin ‘Marifetler’de (roman), dağda yaşayan
ve her biri farklı marifete sahip özgür klanların oluşturduğu
federatif bir toplumu anlatır. Dağda imkanlar kıt, kaynaklar
az, yaşamak zordur. Tarım, hayvancılık, avcılık vs. üzerine
basit zanaatlerin yeterliliğinde ‘mütefazı’ bir yaşam hüküm
sürmektedir. Her klanın ayrı bir marifeti vardır. Örneğin
‘çözme marifeti’. Bu, yoketme-öldürme gücüdür. Ya da ‘bilme
marifeti’. Bu da, düşünceyi okuma ve yönlendirme gücüdür.
İyileştirme ve yaşatma marifeti, hayvanlara söz geçirme
marifeti, ağaçlara-bitkilere hükmetme marifeti, suya yön verme
marifeti vs.
Öte yandan, etraflarındaki ovalarda başka
toplum(lar) yaşamaktadır. Ovaların zenginliği ve bereketi
üzerine, üretime ve teknolojiye dayalı ‘güçlü’ uygarlık(lar),
büyük şehirler kurmuş kolektif-korporatif-‘modern’ toplum(lar).
Dağdaki yaşamı mümkün kılan şey, marifetlerin
birbirini tamamlayıp dengeyi ve devamlılığı sağlamasıdır.
Marifetler babadan oğula, anadan kıza geçer. Her marifetin bir
bedeli, kötüye kullanılma riski vardır. Başka değişle, her
marifet ‘iyi’ ve ‘kötü’den oluşan iki yüzlü bir bıçak gibidir.
Onun için her baba oğluna, her ana kızına marifetini
devrederken, bu marifetin nasıl kullanılacağını belirleyen
sorumluluk müktesabatını da eksiksiz devreder. Hiçbir marifet
başka bir bireye, klana ve doğaya zarar verecek şekilde
kullanılamaz. Marifeti yeni devralan çocukların acemilikleri
ya da haylazlıkları yüzünden yaşanan ufak-tefek tatsızlıklar
bir yana, insanın insanla, insanın doğayla ve klanların
birbiriyle ilişkisini düzenleyen denge korunagelmiştir. Ta ki,
ovadakilerle dağdakiler karşılaşana kadar...
Ovadakiler, kurdukları muazzam uygarlığın
gücüne güvenseler de dağdakilerin marifetlerinden çekinirler,
onlardan uzak durmaya özen gösterirlerdi. Ama büyümeye ve
genişlemeye koşullu düzenlerinde ‘durmak’ kabul edilemezdi.
Böylece dağdakileri tanımaya ve marifetlerinin sınırlarını ve
sırlarını keşfetmeye başlarlar. İşte bundan sonra dağda her
şey değişecektir. Önce marifet yarıştırmaları, giderek marifet
çatıştırmaları başlar. Ve o zamana kadar dağdaki yaşamın
dengesini oluşturan marifetler yavaş yavaş insanın insana,
insanın doğaya ve klanın klana zarar vermesi için kullanılan
silahlara dönüşür.
Kendi marifetlerini birbirine ve başkalarına
karşı kullanmaya itilen iki ayrı klana mensup iki çocuk, bu
olumsuz gelişmeler üzerine, hükmedemeyeceklerini anladıkları
marifetlerinden kurtulmaya karar verirler; marifetini
bakışıyla icra eden biri gözlerini, marifetini sözleriyle icra
eden diğeri de dilini mühürletir. Marifetlerini ‘kötüye’
kullanmayı reddeden ve bu yüzden marifetlerini körelten bu iki
çocuğun sessiz ve derin çığlığı, kaosa sürüklenen dağdaki
yaşama yeniden denge getirebilir mi, birbirine düşen klanları
barıştırıp yeniden birlikte yaşamayı sağlayabilir mi?.. Kitabı
okumak, öykünün sonuna kadar yüzmek lazım...
Ursula K. Le Guin bu öyküyü belki Amerikan
tarihinden esinlenerek kurmuştur. Ovadaki toplumu
üretim-teknoloji ve kolektif davranış gücüyle egemenlik kuran
istilacı ‘beyaz insan’la, dağdaki toplumu da, münferit
marifetlerine rağmen ‘birlik’ kuramadıkları için yenilgiye
uğrayan yerli ‘kızılderili insan’la tanımlamıştır.
Öte yandan, aslında tam da bizi ve bugünkü
halimizi anlatır. Dağdakiler bizizdir, ovadakilerse etrafımızı
kuşatan ve bizi kendi çıkarları için kullanmak isteyenler.
Biz, kendi dağımızda-kendi yamacımızda birbirimizi
tamamlayarak, birbirimizle dayanışarak yaşamayı becerecek
kadar ‘iyi’ marifetlere sahip klanlarız. Ama bir de, ovadan
gelenlerin oyunlarına hemen kapılıvermeyi maharet sayan ‘kötü’
bir marifetimiz vardır. Bu, bazen ‘dincilik’ bazen
‘milliyetçilik’ olarak kendini gösteren melanettir. Melanet-i
marifet...
Melanet-i marifetimiz son günlerde zirve yapmıştır. ‘Bu
kadarına da pes!” dedirten bir fısıltı olup dolaşır kulaktan
kulağa. Neymiş efendim, Adigelerle Abazalar geçmişte de
birbirlerini sevmezmiş, hatta aralarında kan davasına varan
ihtilaflar varmış. Kanıt mı? İşte size: 1842’de Hac’dan dönen
bir grup Adige Trabzon üzerinden deniz yoluyla Çerkesya’ya
dönerken yanlışlıkla Abhazya kıyısında karaya çıkmışlar ve
Abazalar hepsini katletmiş. Sayı da veriyorlar; 65 kişi. Bu
olayın belgesi, İngiliz arşivlerinden çıkmış (!).
Gözünüzden kaçmamıştır, bu bir taşla iki kuş
vurmayı hedefleyen bir ‘kara propaganda’dır. Adigeleri
Abazalar öldürmüştür; milli nefretin tezahürü. Hac’dan dönen
(Müslüman) Adigeleri (Hıristiyan) Abazalar öldürmüştür; hem
milli hem dini nefretin tezahürü. Ustaca, değil mi?...
Bu ‘kutsal bilgiyi’ taşıyanlar ve yayanlar,
sözümona Adige milliyetçileridir. Adige-Abaza birliğini
kırmayı kafaya koymuş ve bu uğurda her yolu mübah sayan
fesatlığın güdümlediği tuhaf milliyetçiliğin vardığı en son
noktadır. Şimdi Abhaz milliyetçilerden bir karşı atak
bekliyorum. Belki onların elinde de, Adige ve Abazaların
tarihi düşmanlıklarını (!) daha dudak uçuklatıcı rakamlarla
anlatacak bir belge vardır...
İşte milliyetçilik böyle bir bataklıktır, bir
kez içine düştünüz mü gırtlağınıza kadar gömülürsünüz. Şu son
‘kutsal bilgi’ üflemesini duyunca, daha önce bu sütunda
yazdığım ‘paraziter güdümlü milliyetçilik’ tanımımın ne kadar
da hafif kaldığını daha iyi anlıyorum.
Neyi daha çok merak etmeliyiz? Olayın gerçekte
olup olmadığını mı, olduysa neden ve nasılını mı, yoksa niçin
şimdi-şu günlerde ifşaa edilip dillendirildiğini mi?
Sizi bilmem ama ben daha çok denklemin
‘niçin’le başlayan son kısmıyla ilgiliyim. Çünkü bunun,
giderek bizi kuşatan Amerikan-Gürcü ittifakının incelikli
marifetlerinden olduğuna eminim.
Biliyorsunuz, bu ittifakın yıllardır denediği
‘silahlı oyun’ tutmamış ve 2008’in Ağustos’unda iflas
etmiştir. Bu tarihten itibaren yöntem değiştirerek, tüm Kuzey
Kafkasya’yı içine alan bir ‘siyasi oyun’ kurma peşindedirler.
İki oyun, iki hesap içiçedir; ABD’nin Rusya’yı Kuzey
Kafkasya’dan sıkıştırmaya niyetli büyük oyunu-hesabı ile
Gürcistan’ın Abhazya’yı (ve G. Osetya’yı) Kuzey Kafkasya’dan
tecrit ederek geri almaya hevesli küçük oyunu-hesabı...
Bu sarmal ‘siyasi oyun’un iki yılda bizi nereye
getirdiğini görüyor musunuz.? Nasıl yavaş yavaş içimize
işlediğini ve nasıl sinsice bizi zehirlediğini anlıyor
musunuz.?..
Bu, adım adım içine sürüklendiğimiz bir
bataklıktır. Siyasi kurnazlık ve $ gücü ile kurulan bir
kumpas. Önce, kimi ‘kanaat önderleri’mizin masum (!)
milliyetçi söylemleriyle perde açılmıştır. Sonra, Çerkes
kimdir’le süslenen ayrıştırmalar ve Soçi Olimpiyatları’na
atfen yaratılan ‘Soçi Abazaların mı, Adigelerin mi’
ihtilafları. Oyun kurucuların Tiflis’te düzenlediği ilk
toplantıda (20-21 Mart 2010) önümüze ‘Çerkes soykırımını
tanıma’ havucu konmuş ve Adigelerle Abazaların ne kadar da
ayrı yolların yolcusu olduğu üzerine ‘fikir teatileri’
dallandırılmıştır. Tiflis’te yapılan ikinci toplantıda (19-21
Kasım 2010) ise, ‘Çerkeslerin özgürlüğe uçmaya başladığı’
müjdelenmiş ve peşinden Abazaların 1842’de 65 Adige Hacı’yı
gırtlakladığını (!) gösteren bir İngiliz arşiv belgesi (!)
keşfedilerek servise konmuştur. Bakalım daha neler göreceğiz,
duyacağız...
Bugün olmakta olan, aslında hep olandır.
Başkalarının, bizi kendi çıkarları için kullanma marifetleri
ile bizim, kendimizi başkalarının çıkarlarına feda etme
marifetimizin (!) buluşmasıdır. Marifetlerimiz buluşur ve bizi
sırat köprüsüne doğru yürütür. Eninde-sonunda düşenin biz
olduğumuz bir yürüyüştür bu. Marifetler birleşir ve bizi
uçuruma sürükleyen bir melanet-i marifet olur. Daha önce de
böyle olmuştur, yine böyle olmaktadır.
Milliyetçilik artık hükmedemediğimiz bir
marifettir; bizi kendi çıkarları peşine sürüklemek
isteyenlerin emrine verdiğimiz, birbirimizi karşı
kullandığımız bir melanet...
İçimizi ısıttığını sandığımız sıcaklık, bizi
bir kez daha Rusya’ya kırdırmaya sürükleyen kan tutulmasıdır,
uyanın!.. Bizi sinsice zehirleyen virüsün taşıyıcıları
içimizdedir, bilin!..
Ben, Le Guin’in öyküsündeki çocukların yolunu
seçiyorum. Milliyetçilik marifetini reddediyorum. Aklımı,
yüreğimi, dilimi mühürlüyorum.
Peki diğer marifetlerimiz ne haldedir?
Yurtseverlik, özgürlük, cesaret, özgüven, kişilik, bilgelik,
tevazu, dostluk, dayanışma, saygı, sevgi... Bu marifetlerimize
hükmedebiliyor muyuz? Yoksa onlar da mi bize hükmediyor?..
Yurtseverliğimiz köreldi mi, özgürlük tutkumuzu ve
cesaretimizi yine başkalarına mı kiraya verdik? Özgüveni ego
yarışmasına, bilgiyi kibire, kişiliği bireyciliğe dönüştürüp
marifetlerin ‘kötü’ yüzüne mi teslim oluyoruz? Kendi kendimizi
yüceltmeye koşullu bir benlik tutulması mı yönetiyor bizi?
Saygımız, sevgimiz, tevazumuz yitip gitti mi? ‘Kötü’ ‘iyi’yi
gölgelemeye mi başladı?...
Biliyorsunuz yakın zamanda Kaf-Fed öncülüğünde
bir ‘ortak akıl’ toplantısı yapıldı. Bu bir ‘akıl dayatması’
ya da ‘en çok kim biliyor’ yarışması değildi. Haşa, hepimizde
akıl çoktur ve hepimiz ‘bilme marifeti’nin ustalarıyızdır.
Toplantı olsa olsa, akıl-fikir, bilgi-ilgi sahibi
insanlarımızın hiç değilse bir kısmını mütevazı, rahat ve
sakin bir ortamda buluşturup ‘sinerji’ yaratmaktı.
Hiç cimrilik etmeden söyleyeyim, amacına ulaşan
çok başarılı bir toplantı oldu. Birkaç münferit rijit tavırlar
ve fikri nüanslar dışında, sonuç bildirisinde de çerçevesi
çizildiği üzere, çok değerli ortak düşünceler ve yönelişler
ortaya kondu. Yani, marifetler genel olarak ‘iyi’ yönde
kendini gösterdi.
Toplantıya katılanların büyük çoğunluğu benle
aynı fikirde olmalı ki, toplantı sırasındaki yapıcı
katkılarını, daha sonra orada yeterince dile getiremediklerini
ya da iyi ifade edemediklerini düşündükleri görüşlerini ve
önerilerini yazıp yollayarak sürdürdüler.
Eh, elli kişi biraraya gelir de bir-iki
egosantrik çıkmaz mı? Çıktı, çıktı... Hem de akrep - kurbağa
hikayesindekine benzer bir hızla ve durdurulamazlıkla. Belki
toplantı öncesinde ve sırasında sergiledikleri yetersiz
sabotaj performansları yüzünden, belki de sabote edemedikleri
için mecburen uyum sağlayıp ‘katkı veren’ konumuna düştükleri
için, daha sonra kendi kendilerini cezalandıran bir hırçınlığa
ve ego taşkınlığına kapıldılar. Başka değişle, ‘ben’
marifetlerinin ‘kötü’ yüzüne yenik düştüler. Sonuçta,
toplantının ‘özel’ olduğu kuralını hiçe sayıp dedikodusunu
yaparak, konuşulanları saptırarak kronik hizipçiliklerini ve
mutlak bilmişliklerini öne koyarak, bilmem hangi eski
hesapları uğruna bir çuval inciri berbat ettiler.
Zaptedemedikleri egolarıyla kendi kendilerini sokup
zehirlediler.
Yanısıra, toplantıya katılmamış oldukları halde
(veya için), her şeye-herkese-herdaim muhalif olan (ve giderek
kendilerine bile muhalif olan) marifeti kendinden menkulleri
de eklersek, eh sayıları bir elin parmakları kadar ‘çok’ oldu
diyebiliriz.
Bunlara ‘iflah olmaz’ tanısı koymaya gönlüm
razı değildir. Yine de, müebbetleşmiş ‘ben’ tutsaklığından
kurtulmalarının pek de kolay olmadığını bir kez daha görmüş ve
anlamış olmaktan üzgünüm. Ortak akıl yolcularına sabır, bu
müzminlere de şifa diliyorum. Eğer Ursula K. Le Guin ‘Egolar’
üzerine bir kitap yazarsa, hiç kuşkunuz olmasın bir yazımın
başlığı da o olacak. Belki egoları da mühürlemek mümkündür...
Bu, 2010’un son yazısıdır. Yıl, çoğunlukla
hır-gürle geçti. 2011’in barış ve sükunet getirmesini
diliyorum. Bazılarınız gibi ben de ‘2000’leri görecek miyim’
merakını tatmış yaşlardayım. Yıllar taksimetre göstergesi
gibi, hızlı. 2010’u da devirdik. Artık merakımız 2020, 2030 ve
hatta 2040, 2050’dir. Hepinize uzun ömür diliyorum; sağlık,
esenlik, mutluluk... |