Kabardey-Balkar Cumhuriyeti’nde giderek artan radikal dinci
terör saldırıları kadar, KBC Yönetimi’nin sorunu eski
gelenekler üzerinden ve ‘sivil savunma komiteleri’ yoluyla
çözme arayışı da sorgulanmaya muhtaç gözüküyor. ‘Dini kimlik’
ile ‘milli kimlik’i karşı karşıya getirecek böylesi bir
yöntemin daha büyük iç çatışmalara yolaçma riski bir yana,
belki de asıl üzerinde durmamız gereken, bunun ‘demokrasi ve
hukuk’ bakımından ne anlam taşıdığıdır. Hatta vizörü daha da
genişleterek, bireysel ve toplumsal yaşam algımızda gelenek,
din, demokrasi ve hukuk kavramlarının ne ifade ettiğini ve
nasıl önceliklendiğini tartışmak gerekir kanısındayım.
Hiç
kuşku yok ki bugün Kabardey-Balkar’ın başına bela olan radikal
dinci terör, Kuzey Kafkasya’yı da öncelikli ‘cihat’ alanı
olarak gören küresel bir örgütlenmenin eseridir. Çeçenistan’da
başlayıp çevreye taşan bu şiddet dalgasının gücü Afganistan,
Pakistan, Irak, Ürdün gibi majör ‘cihat’ alanlarındaki
gelişmelere bağlı olarak değişse de, temelde Kuzey
Kafkasya’nın tarihi ve güncel yapısıyla radikal islami
örgütlenme için uygun bir iklime sahip olduğu muhakkaktır.
Evet, Kuzey Kafkasya’da radikal islam bakımından tarihi iklim
vardır, zira Kuzey Kafkasya 8. yüzyıldan itibaren islamiyetin
fetih önceliğine sahip bir bölge olmuştur. İslamiyetin
Kafkasya’yı ‘hıristiyanlığın ve putperestliğin elinden
kurtarma harekatı’ üç koldan sürmüştür; Acem, Arap ve Türk
(Osmanlı ve Orta Asya)... Dağıstan’dan başlayıp Çeçenistan,
İnguşetya ve giderek Batı’ya Karadeniz kıyısına kadar uzanan
bir yayı içine alacak şekilde yüzyıllardır devam etmiştir. 15.
yüzyıldan itibaren Doğu’da Şafi’liğin, Batı’da Hanefi’liğin
egemen olduğu genel bir ‘kurtarma’ gerçekleşmiştir.
Ancak Rus hıristiyanlığına karşı asıl mücadele 18. yüzyılın
başından itibaren tarikatlerin Kuzey Kafkasya’da etkin olmaya
başlamasıyla keskinleşmiştir. Önce Nakşibendi tarikati etkin
olmuş, daha sonra da Kadiri tarikati daha kitlesel bir güç
haline gelerek K. Kafkasya’yı Rusya’ya karşı cephe hattı
olarak örgütlemiştir. Osetlerin ve Abhazların bir kısmını
kapsayamamış olsa da islamiyet Kuzey Kafkasya’nın bütününde
‘başarı’ kazanmıştır. Önceleri birbiriyle rekabet eden bu iki
tarikatin 1800’lerin başından itibaren ittifak sağlaması
üzerine, 1864’de (hatta 1878’e kadar) yenilgi ve kitlesel
sürgünle sonuçlanan büyük savaş yaşanmıştır. Sonrası malum,
‘Sovyet sisteminin baskısı altında geçen’ seksen yıl. Bütün
bunlar üst üste konduğunda Kuzey Kafkasya’nın neden islamiyet
açısından öncelikli mücadele ve rövanş alanı olduğu kolayca
anlaşılmaktadır...
Ve
Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte rövanş için fırsat
çıkmıştır. Bildiğimiz gibi Çeçenistan bu fırsatın ilk uygulama
alanı olmuştur. Ve de ilk kurbanı. Şeyh Şamil’lerin, İmam
Mansur’ların ruhu bu yeni dönemde adeta Kalaşnikoflu Vahabist
gerillalar olarak tarih sahnesine çıkmış, rövanş almak üzere
bir kez daha meydan okumuşlardır. Yirmi yıldır sürdürülen
kutsal ‘cihat’, ne yazık ki yüzbinlerce Çeçen’in ölümü ve
sürgünüyle sonuçlanan yeni bir hüsrandan başka birşey
değildir. Şimdi, bu hüsranın Dağıstan’a, Kabardey-Balkar’a ve
giderek tüm Kuzey Kafkasya’ya yayılarak cephenin
genişletilmesine çalışılmaktadır.
Kuzey Kafkasya, tarihi iklimi yanısıra güncel durumuyla da
radikal islama davetiye çıkaran bir ortama sahiptir. Çünkü
Sovyetlerin yıkılmasından sonra kurulan yeni düzen Kuzey
Kafkasya halklarına demokrasi ve refah sağlayamamış, gelecek
vaadedememiştir. Yolsuzluk ve rüşvete dayalı bu kara düzen
doğaldır ki mutsuz insanların sayısını hızla çoğaltmıştır.
Özellikle amaçsız, işsiz ve geleceksiz kalan gençlerin büyük
çoğunluğu islami örgütlenmenin hazır tabanı haline gelmiştir.
Kuzey Kafkasya’nın hemen tamamında gençleri bekleyen seçenek
ya alkol-uyuşturucu olmuştur ya da din. Radikal islam, adeta
yolsuzluğa ve rüşvete dayalı kara düzene ve ahlaki çöküntüye
başkaldırının çekim merkezi haline gelmiştir. 18-20 yaşlarında
gencecik çocukları acımasız katillere dönüştüren dini
fanatizm, bir bakıma çaresizliğin ve umutsuzluğun çığlığıdır
da. Ve maalesef sadece Çeçenistan, Kabardey-Balkar, Dağıstan
değil bölgedeki tüm cumhuriyetler islami yayılma alanlarıdır,
çünkü hepsi tarihi ve güncel durum bakımından benzeşiktir.
Tüm
bunların yanında, özellikle son çeyrek yüzyıldaki
küreselleşmenin islam dünyasında büyük baskı yarattığını da
hesaba katmak gerekiyor. Öyle ya, ‘Hırıstiyan-kapitalist Batı
kontrollü küreselleşme’ dünyayı hızla kafirleştirmektedir(!).
Bu baskı islamın meydan okuyuşunu daha da sertleştirmekte,
islam içindeki saflaşmayı da keskinleştirmektedir. Dün
hayırseverlik ve toplumsal dayanışma araçları üzerinden
birbiriyle rekabet eden mezhep ve tarikatlar bugün daha
ölümcül yöntemlerle alanlarını korumaya-genişletmeye ve
birbirine üstünlük sağlamaya çalışıyor. Özellikle Suudi
Arabistan menşeyli Selefi’liğin uzantısı olarak tüm dünyada
nam salan Vahabizm ile İran menşeyli din ideolojisini mutlak
kılmayı amaçlayan çeşitli radikal örgütlerin sert mücadele
yöntemleri birebir Kuzey Kafkasya’da hayat buluyor. Hergün
medyaya yansıyan modern çağın full teçhizatlı mücahitleri,
Hasan Sabbah’ın neredeyse bin yıl önce Büyük Selçuklu
İmparatorluğu’nu yıkmak üzere kurduğu efsane olunan Haşhaşi
tarikatini ve onun özel suikast timlerini çağrıştırıyor.
İşte
küçücük Kabardey-Balkar Cumhuriyeti son beş yıldır harici ve
dahili bir ‘cihad’ saldırısının altındadır. Hele son bir
yıldır artan acımasız infazlarla karşı karşıyadır. KBC
Yönetimi, önceleri asker ve polisleri hedefleyen ve giderek
sivillere yönelen radikal dinci saldırılar karşı çare arıyor.
Hiç
kuşku yok ki, KBC’deki radikal dinci terörün geçtiğimiz
haftalarda tarih ve etnografi profesörü
Arslan Tsipinov'u, ‘eski Adige geleneklerini
canlandırarak Putperestliği savunduğu’ gerekçesiyle hedef
alması, meseleyi ‘din-kurulu düzen çatışması’ yanısıra
‘din-gelenek çatışması’ eksenine de kaydırmıştır. Ve
teröristlerin, “bundan sonra kafirlere, müşriklere ve
putpereslere saldıracaklarını” açıklamaları, bunların
din-gelenek çatışmasını siyaseten hedeflediklerini
göstermektedir.
Tam da bu noktada, KBC Yönetimi’nin
bu teröristlere karşı ‘gelenek’ üzerinden mücadele edilmesini
öneren yaklaşımı ‘bile bile lades’ değildir de nedir? KBC
Başkanı Sayın Arsen Kanoko, “sülaleler kanun dışı eylemlerde
bulunan bireylerine karşı sorumluluk almalı” diyor ve ekliyor;
“bize yeni bir ideoloji lazım”... Yani ‘dini ideoloji’ye karşı
‘gelenek ideolojisi’...
Sayın Kanoko’nun bu genel siyasi stratejisine uygun olarak,
dinci teröre karşı ‘sivil savunma komiteleri’ kurulacağı
açıklandı. Peki bu sivil savunma komiteleri kimlerden
oluşacak? Herhalde milli kimliğine ve geleneklerine bağlı
militanlardan. Yani, kimlik ve gelenek ideolojinin
neferlerinden. Allah aşkına bu, tam da radikal dincilerin
kurduğu bir tuzağa göz göre göre düşmek değil midir?.. Dini
kimlikle milli kimliği karşı karşıya getirecek böylesi bir iki
uçlu militanlaşma çatışma alanını genişletip derinleştirme
riski taşımaz mı? Ve üstelik sülaleler arası kan davalarına
yolaçmaz mı? Kontrolsüz silahlı grupların sayısını artırmaz
mı? Hukuksuzluğu daha da meşrulaştırmaz mı? Kaosu daha da
büyütmez mi?..
Diyelim ‘militan gelenek’ galebe çaldı ve ‘militan dine’a
karşı sonuç aldı. Peki sonra? Bu ‘muzaffer’ gurupları kim,
nasıl kontrol edecek?. Ayrıca, sözkonusu edilen Adige-Kabartay
milli kimliği ve gelenekleri olduğuna ve sivil savunma
komiteleri bunlardan oluşturulacağına göre KBC’deki
Balkarların yeri ve konumu ne olacak? Bu ayrım Kabartay-Balkar
çatışmasını gündeme getirmez mi? Birkaçyüz radikali bertaraf
edelim derken daha yaygın radikalleşmelere zemin yaratılmış
olmaz mı?..
İşte, PKK terörüne karşı acze düşüp aşiretlere dayalı
koruculuğu icad eden, yetmedi Jitem’i ihdas eden, yetmedi
Hızbullah’ı panzehir diye öne sürüp toplumun başına bela eden
bir memlekette yaşadınız mı, ister istemez bu soruları
soruyorsunuz.
Pekçok ülkede örneği yaşandığı üzere, sınır tanımayan radikal
saldırganlığa ve teröre karşı sınırı belli olmayan yöntemlerle
mücadele etmek daha büyük yıkımlara yol açmaktadır. Tek yol,
gücünü yasalardan alan devlet kolluk kuvvetlerini daha etkin
hale getirmek, hukuka uygun önleyici tedbirler almak ve adil
yargı sistemini çalıştırmaktır. Asıl önemlisi ise herkesi
kucaklayacak bir siyasi-ekonomik iklimin yaratılabilmesidir.
Bunu sağlayacak olan da demokratikleşmedir. KBC için de çözüm
yolu bu olmalıdır.
Tüm
bu belirsiz olasılıklar ve riskler bir yana, meseleye daha
geniş bir pencereden bakarsak, sormamız gereken soru, önerilen
çözüm yolunun ‘demokrasi ve hukuk’ bakımından ne anlam
taşıdığıdır. Hatta daha da ileri giderek, bireysel ve
toplumsal yaşam algımızda gelenek, din, demokrasi ve hukuk
kavramlarının ne ifade ettiğini ve nasıl önceliklendiğini
tartışmak gerekmektedir.
Dünyadaki diğer toplumlar gibi Kuzey Kafkasya toplumları da
yüzyıllardır damıttıkları yaşam deneyimlerinı katmerleye
katmerleye geleneklerini oluşturup bugüne ulaşmışlardır. Her
toplumun ürettiği ve yaşattığı gelenek kendi bakımından
önemlidir; hiçbiri diğerinden ne daha üstündür ne de daha
değersizdir. Gelenekler hem değişkendir hem geçişken. Her
toplum gibi biz de yakın ya da uzak ilişki içinde olduğumuz
diğer toplumlarla gelenek alışverişinde bulunmuşuzdur. Gelenek
insanoğlunun bilinen tarihiyle özdeştir ve elbette dinlerden
hele hele tek tanrılı dinlerden çok daha eskiye uzanmaktadır.
Dinlerin doğuşuyla birlikte gelenekler de değişime uğramış,
bazen dine hizalanarak bazen de dini kendine hizalayarak yeni
koşullara göre yeniden ve yeniden üretilmiştir. Doğaldır ki
gelenekle din arasında hem uzlaşma hem çatışma alanları
olmuştur ve olacaktır. Sonuçta bugüne geldiğimizde bütün
toplumlarda hem geleneğin hem de dinin karşılığı vardır ve her
toplum kendine göre bunu yaşamaktadır.
Gelenek değişkendir, her toplum değişen yaşam koşullarına göre
yeniden ve yeniden gelenek oluşturur. Toplumsal yaşamda ömrünü
tamamlamış, karşılığını yitirmiş gelenekler, ‘eski’ olarak
adlandırılır ve toplumsal hafızanın derinliklerine terkedilir.
Hiçbir toplum bin yıl önceki feodal gelenekleriyle yaşamaz,
yaşayamaz. Hiçbir toplum bin yıl önceki kurallarla yönetilmez,
yönetilemez. Herşey bugüne dairdir ve bugün için geçerli
kurallar silsilesi toplumsal yaşamı çekip çevirir.
Evet, toplumlar hem geleneklerin hem de dinin birikimlerinden
faydalanarak çağa uygun olarak kendine bir yaşam kuralları
silsilesi oluşturmuştur. Feodalizmden monarşizme, etnokrasiden
aristokrasiye, teokrasiden otokrasiye, despotizmden
oligarşizme kadar daha nice yol-yordam geçilmiş ve bugünlere
ulaşılmıştır. Bu silsile gelişe gelişe bugun ‘DEMOKRASİ’ diye
tanımlanan kapsamlı bir müktesebata ulaşmıştır. Demokrasi
insanoğlunun bugüne kadar ürettiği en yalın, en adil ve en
kapsamlı yaşam müktesebatıdır. Onu mükemmel kılan kurumsal
araç ise hukuktur.
Demokrasi ve hukuk bir bütün olarak bireyin, toplumun ve
devletin rollerini, hak ve yükümlülüklerini, birbiriyle
ilişkilerini, sınırlarını, yönetim ve etkileşim kurallarını
belirler. Demokraside gelenek vardır, din vardır, yasa vardır,
ahlak vardır, ayıp vardır, günah vardır, yasak vardır vs. Ama
tek başına hiçbiri değildir. Hepsiyle bir bütündür ve
herbirinin ne kadar etkin olacağına hukuk yoluyla karar verir.
En gelenekçi ya da en dindar toplumlar dahi demokrasi ve hukuk
yoluyla varlıklarını bir denge üzerinde sürdürebilirler, ancak
demokrasi ve hukukun olmadığı hiçbir toplum salt gelenek’le ya
da salt din’le varlığını denge içinde sürdüremez. Demokrasi de
hukuk da evrenseldir. Bilim gibi, sanat gibi. Bir toplum, bir
ülke ne kadar evrensel demokrasi ve hukuk çıpasına yakınsa,
sorunlarını o kadar kolay ve kalıcı çözebilir, refah ve
mutluluğa o kadar ulaşabilir.
Çağdaş toplumlarda devletin dili demokrasi ve hukuktur. Bu
bakımdan, Kabardey-Balkar’da yaşanan sorunu çözecek olan da
demokrasi ve hukuktur. KBC Yönetimi’nin eski gelenekler
üzerinden, başka değişle feodalizm üzerinden soruna çare
arayan yaklaşımı, bırakın çare olmayı çok daha karmaşık ve
derin sorunlara yol açacak siyasi bir yanılgıdır.
Kabardey-Balkar’ın ihtiyacı olan şey feodalizm üzerinden
yaratılacak yeni bir ideoloji değil, evrensel normlara uygun
bir demokratik - hukuk sisteminin kurumlaştırılmasıdır. Ancak
bu yolla topluma umut ve gelecek vaadedilebilir, ancak bu
yolla topluma ekmek ve özgürlük sağlanabilir ve ancak bu yolla
radikalizm minimalize edilebilir. Günümüz toplumlarında
sorunlara çare olan tek ideoloji, bizatihi demokrasi ve
hukuktur.
Hiç
değilse kendi adıma söyleyebilirim ki, bireysel ve toplumsal
yaşamın kurallarını dinin ve/veya feodal geleneklerin
belirlediği bir ülkede, bir toplumda, bir cemaatte, bir ailede
yaşamak istemem. İllaki demokrasi ve hukuk derim.
|