Hepiniz gibi ben de, Tunus’ta başlayıp Mısır’ı oradan da
Ortadoğu’nun diğer ülkelerini sarsan büyük dalgalanmayı
ilgiyle izliyorum. Toplumsal meselelere merakımı kırık dökük
tarih-siyaset bilgimle harmanlayarak olanı biteni anlamaya ve
anlamlandırmaya çabalıyorum. Sanki zamanın ruhu, uygarlığın
beşiğiyken sömürge konumuna düşen ve dikta rejimleri altında
geri kalmışlığa mahkum edilen bu coğrafyada birşeyleri
değiştirmek istiyor gibi...
Henüz yorum yapmak için erken. Sorular çok. En canalıcı olanı
ise, bu toplumsal başkaldırının yüzyıllardır taassubun ve
diktatörlerin baskısı altındaki bu coğrafyaya özgürlük getirip
getirmeyeceğidir. Bölge halklarının büyük çoğunluğu müslüman
olduğuna göre, önümüzdeki dönem islamın demokrasiyle
imtihanına tanık olacağız demektir. Başka değişle, islamın
özgürlükçü bir toplum ve demokratik bir devlet yapısı kurmayı
başarıp başaramayacağını göreceğiz. Bu o kadar kolay bir
imtihan olmayacak. Zira aynı süreçlerden geçip duvara toslayan
İran, Afganistan vs. örnekler gözümüzün önündedir. Bunlara
bakarak, müslüman coğrafyalardaki halk hareketlerinin nereye
sürükleneceğini kestirmenin kolay olmadığını söyleyebiliriz.
Hadi bu kez bölge halkları islamla demokrasiyi bağdaştıracak
özgün bir yol bulmayı başardı diyelim, önceliği İsrail’i,
petrolü ve Süveyş Kanalı’nı kollamak olan dünyanın egemen
güçleri bu gidişatı kabullenip rahat bırakacak mı?
Velhasılı, tüm bu toz bulutunun ardından, diktatörlerin
değişip diktatörlüklerin devam ettiği bir ‘hokus pokus’ oyunu
da çıkabilir. Ve bu, bana göre daha güçlü bir ihtimaldir.
Özellikle islam kültürü ve bilgi birikiminin merkezi sayılan
Mısır’ın nasıl bir hal alacağı merak konusu olacaktır.
Ayrıca, bölgede onbinlerce Adige-Abaza’nın yaşıyor olması da
merakımı biliyor; daha çok kurulu düzenin yandaşı konumunda
olan bu kardeşlerimizin halini-ahvalini ayrıca sorguluyorum.
Muhtemeldir ki bu dalgalanma onların rahatını kaçıracak, belki
imtiyazlı konumlarını kaybedecekler. Kimbilir, Ortadoğu’da
değişim için kolları sıvayan zamanın ruhu tatlı-sert bir ikna
yöntemiyle oradaki Çerkesleri anavatana yönlendirir...
Tüm
bu soruların cevabını zaman içinde hep birlikte öğreneceğiz. O
yüzden gelişmeleri, temkinli bir heyecanla izliyorum.
Hepimiz zamanın sonsuzluğu içinde bir yürüyüş halindeyizdir.
Bir ayağımız geçmiştedir, diğer ayağımız gelecekte. İster
aheste bir yavaşlıkla yol alalım ister pürtelaş bir hızla, her
halukarda ayakta kalmamızı ve yürümemizi mümkün kılan şey,
gerideki ve ilerideki ayaklarımızın ahenkli bütünlüğüdür.
Ahenk bozulursa düşeriz, bütünlük bozulursa yolumuzu
yitiririz.
Şimdi’mizi çevreleyen, zenginleştiren ve anlamlı kılan, geçmiş
anılarımız ve gelecek hayallerimizdir. Bu, öyle bir-iki
kuşaklık bir geçmiş-şimdi-gelecek ilintisi değildir. Kadim
kültürlerde, her kuşağın kendinden önceki yedi kuşakla ve
kendinden sonraki yedi kuşakla doğrudan bağlantılı olduğuna
inanılır. Yani herbirimizin bugünkü kaderini yedi kuşak
öncekiler belirlemiş ve biz yedi kuşak sonramızın kaderine
bugünden hükmetmekteyiz. Dedelerimizin, ninelerimizin adlarını
dahi bilmeden yaşayıp gideriz de, bu, sürekliliği olan bir
zincirin halkası olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Yıldızı bol
bir gecede toprağa uzanıp gökyüzüne baktığımızda, bugünkü
varlığımızın kaç bin yıllık bir zamandan sürüklenip geldiğini,
kaç kuşaktır tamamlanagelen bir zincirin halkası olduğunu
anlarız. Ve biliriz ki, geleceğimiz de en az geçmişimiz kadar
uzun olacaktır...
İşte
toplumlar da bireyler gibi geçmiş-şimdi-gelecek denizinin
geçişkenliğinde yol alır. Hiçbir toplum geçmişinden kopuk
yaşayamaz, tarih bilgisi-bilinci bundan önemlidir. Ve hiçbir
toplum geleceğini geçmişinin ve bugününün toplamının dışında
şekillendiremez. Geçmişi şimdiye, şimdiyi geleceğe bağlayansa
zamanın ruhudur. Dünyanın her yerinden başka renkte görünse
de, zamanın ruhu, insanlığı sarıp sarmalayan sihirli bir
gökkuşağıdır.
Evet, zamanın ruhu dünyanın her yerinde ve herkesin ekonomik,
sosyal, siyasal, kültürel konumuna bağlı olmak üzere başka
başka renklerde görünür. Çünkü çelişkilerle dolu bir dünyadır
bu. Yine de, özellikle son çeyrek yüzyılda sınır tanımaz hale
gelen küreselleşme sayesinde, nerede olursak olalım zamanın ve
zamanın ruhunun bir parçasıyızdır. Zamanın ruhu,
etkilendiğimiz ve etkilediğimiz kocaman bir network’tür.
Etkiler ve etkileniriz. İyi ya da kötü, az ya da çok...
En
ücrada yoksulluğun ve yoksunluğun uçurumunda yaşayan da bu
network’ün bir parçasıdır, en merkezde onmilyarca dolarlık
varsıllığın safahatını süren de. NASA’da uzay araştırması
yapan ya da CERN’de ‘kayıp madde’yi arayan dahi insanlar da
zamanımızın bir parçasıdır, Amazon’un cangılında okla av
peşinde koşan, Afrika’nın kızgın çölünde deveyle tuz taşıyan,
Kuzey Kutbu’nun buzulunda iglo’sunda hayat süren, Kafkasya’nın
dağlarında keçi güden, Asya’nın bozkırında at koşturan
mütevazi insanlar da. Herkes farklı bir renk görür, ama
baktığı aynı gökkuşağıdır. İlintilendiği aynı network. O
yüzden, digital teknoloji baronu Bill Gates ya da uzay gemisi
tasarımcısı Burt Rutan kadar, Tunus’ta kendini yakıp toplumsal
başkaldırıyı tetikleyen işsiz
Muhammed Buazizi de zamanın ruhunun bir
parçası, küresel dünyanın etkin bir öznesidir. Ayrı ayrı
yerlerde ve ayrı ayrı mecralarda kanat çırparak dünyayı
etkileyen fırtınalar yaratabilmektedirler.
Zamanın ruhu bugün Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya esen bir
rüzgardır. Kurulu düzenleri sarsan yıkan bir toz bulutu.
Kimileri buna devrim ruhu diyor. Yirmi-otuz yıl önce olsaydı,
ihtimaldir ki ben de aynı şeyi söylerdim. Şimdi farklı
bakıyorum ve olup biteni zamanın ruhuna uygun değişimin
alametleri olarak görüyorum. Bu olsa olsa, geçmişi bugüne
bugünü geleceğe bağlayan evrimin Ortadoğu’daki sancılı
kıpırdanışıdır.
İnsanlık tarihi başladığından buyana doğal bir evrim süreci
yaşanıyor. Yanısıra, doğalın dışına çıkan pekçok devrimsel
alametler de oldu, oluyor. Yakın tarihimizin en etkili
devrimleri 1789’daki Fransız Cumhuriyet Devrimi’yle 1917’deki
Rusya Sosyalist Devrimi’ydi. Bunların etkisiyle zaman içinde
dünyanın pekçok toplumunda büyük dönüşümler vaadeden nice
devrimler oldu. Ama hiçbiri sıçradığı noktada tutunamadı.
Fransa, cumhuriyet devriminden onbeş yıl sonra yeniden
imparatorluğa döndü. Rusya, sosyalist devrimden yetmiş yıl
sonra Çarlığın bir adım önündeki noktasına döndü. Ve benzeri
sıçramaları yapan diğer toplumlar da, şu ya da bu zaman sonra
yeniden başa döndü ve doğal gelişime teslim oldu. Bence
Türkiye’nin bugünkü sancısını da bu açıdan değerlendirmeliyiz;
belki 1923’deki devrimsel sıçrama ve Batı referanslı
cumhuriyet modernizmi, büyük çoğunluğu müslüman olan bu toplum
için biraz ağır geldi. Belki bu yüzden doksan yıl sonra hala
cumhuriyet öncesine geri dönüş özlemi var ve bu özlem giderek
güçleniyor.
Demek istediğim şudur, devrimler ancak ve ancak kendi
mecrasındaki gidişatı bir süreliğine sarsan, rayından çıkaran,
sıçratan depremlerdir. Bir nehir yatağını gecici olarak
değiştirmek gibi. Su, nasıl ki bir süre sonra kendi yatağına
dönecekse toplumlar da aynısını yapıyor. Zamanın ruhuna uygun
doğal mecralarına dönüveriyorlar. Çünkü toplumların bugünü,
dünün devamıdır. Yarına atacakları adımın hızını ve
büyüklüğünü dünün ve bugünün adım hızı ve büyüklüğü
belirlemektedir. Zamansız-zeminsiz ya da hızlı-abartılı
atılmış adımlar bu doğal evrimi sarsabilir, geçici olarak
değiştirebilir ama ilelebet dönüştüremez. Dönüp dolaşıp
yeniden doğal olana geri dönülür ve oradan yavaş yavaş evrilir.
İşte
bu yüzden Ortadoğu’yu sarsan ‘devrimsel fırtınayı’ ihtiyatlı
bir heyecanla izliyorum. Yüzyıllardır tanrısal ya da kaim
mutlak otoritelerin hüküm sürdüğü bu topraklarda bir anda
demokrasi yeşerebilir mi?. Yüzyıllardır itaatin
kutsallaştırıldığı bu toplumlarda bir anda özgürlük
yücelebilir mi?. Biat kültürünün ve ümmetçiliğin bu kadar
kökleştiği bu iklimde bir anda eşit vatandaşlık kavramı hayat
bulabilir mi?. Ortadoğu’da da bugünü şekillendirecek olan
dünse, olup bitenleri ‘devrim’ diye abartmak yerine, ‘dur
bakalım ne olacak’ ihtiyatıyla bakmak daha doğru olmaz mı?
Zamanın ruhunu anlamanın yolu bu değil midir?...
Gün
gelir, zamanın ruhu elbet biz Adige ve Abazalara da hükmeder.
Hükmeder ve yüzelli yıl önce değiştirilen nehir yataklarımıza
yeniden dönüşümüzü mümkün kılar. Yavaş yavaş başladık bile.
Vakit geldikçe hızlanacağız. Belki Ortadoğu’daki dalgalanma,
oradaki taşkınımızı anavatana geri döndürecek itici bir güç
olacak ve bize tarihi bir fayda sağlayacak. Belki bu,
Anadolu’daki taşkınımızı da Kafkasya’ya yönlendirecek bir
etki-tepki zinciri yaratacak...
Öyle
ya da böyle, illaki biz de her toplum gibi geçmişimizle
özdeşik olarak geleceğe yürüyeceğiz. Nihayetinde biz de
zamanın ruhunun bir parçasıyız... |