‘Koca kulak çetesi’nin dinlemeleri medyaya sızıp ‘İklim
skandalı’ patlamasaydı, Fatih Altaylı ‘İklim’i Haber Türk’e
çıkarıp uzun uzun konuşturmasaydı ve İsmet Berkan Hürriyet’te
‘İklim’in ‘Lian’a benzerliğini yazıp tuz biber ekmeseydi ben
de küllenmiş anıların üstüne yatmaya devam edecektim. Ama ne
fayda, hepsi üst üste geldi, ‘cin şişeden çıktı’, eski anılar
acı bir tebessüm eşliğinde ortalığa saçıldı. Kaçış yok. Benim
için epeyce zor olsa da, bu evvel zaman yolculuğunu artık
yapmalıyım...
İklim’i bildiniz; CHP’nin sabık genel başkanı Deniz Baykal’ın
kendisini taciz ettiğini iddialayıp yeni bir skandala
kahramanlık eden şu ‘gazeteci’ bayan. Kısa süredir Ankara’da
olup Ankara’nın yıllanmış gazetecilerine taş çıkartan, yüksek
siyaset koridorlarında nazı geçen, her kapıyı kolay açan
becerikli bir muharrir. Havadan zembille mi inmiştir yoksa
otostopla mı siyasetin göbeğine gelmiştir bilinmez... Bir anda
memleketin en meşhur gazetecisi oluvermiştir.
Peki
Lian’ı bildiniz mi?.. O da 1986/87’lerin en meşhur
‘gazeteci’si. O da sanki zembille inip, otostopla gelip
Babıali yokuşunda köşe kapmıştı. Onun da pekçok marifeti
vardı. İlgi odağı siyasetçiler değil gazetecilerdi. Epey bir
gazetecinin ocağına incir ağacı diktikten sonra Engin Ardıç’ın
kitabında ve Nokta dergisinin orta sayfasında boy gösterip
tarihteki yerini almıştı ve sırra kadem basmıştı. Onun da
İklim gibi birden çok adı vardı, en bilineni Lian’dı.
En
belirgin ortak özellikleri, gazetecilikle entrikacılığı biraz
harmanlamış olmalarıdır. Yol ve yöntemleri, araç-gereçleri,
hedefleri ve fiilleri tıpatıp değilse de boylarını aşan
oyunlara kalkıştıkları muhakkaktır. Biri (Lian) kendi için
kendi yazıp oynamış, diğeri (İklim) ise ‘vatan-millet’ için
yazılanı oynamış. İkisi de kendi çaplarınca ve kendi
usüllerince bir ‘Mata Hari’ rolü üstlenmiş.
Benzerliğin muhteviyatı bu kadarla sınırlı olsaydı belki pas
geçebilirdim. Ama konuşma tarzları, vurguları, mimik ve
jestleri o kadar tıpkıydı ki, Fatih Altaylı’nın karşısında
görür görmez elektrik çarpmışa döndüm. Sanki Lian, İklim
adıyla yeniden çıkmıştı sahneye. Hafızamın dipsiz kuyusundan
tırmanıp çıkagelmişti. Dikkatli baktım, gözlüğümün camını
silip yeniden baktım, fiziken tıpkısı değildi elbet amma her
bakışı, her gülüşü, her öfkelenişi, her masumvari göz
kırpıştırması, her kafa sallayışıyla aynıydı. Ve,
televizyondan fırlamış karşımda duruyormuşcasına hep bana
bakıyor gibiydi. Uzaktan kumandanın butonuna basıp kuyunun
dibine göndermek işten bile değildi, ama ne mümkün hipnotize
olmuş halde izliyorum. Kuşku yok, bu Lian’dı... Yıllardır kaç
kadını uzaktan ona benzetip irkilmiş, kaç kez yol değiştirmiş,
kaç masadan telaşla uzaklaşmıştım. Şimdi bu cesaret nereden,
bu merak neden?... Zapla geç!... Ne çare, bakıyorum
televizyona kabusa uyanamayan bir tutuklulukla. İklim’e
baktıkça Lian’ı görüyor, Lian’ı gördükçe anıların labirentine
yuvarlanmaya devam ediyordum.
İşte
böyle bir akşamın, keyfimi kaçıran anıların ve uykumu bölen
karabasanların ardından yine de ertesi gün unutmaya hazırdım.
Yeni günün ilk saatlerinde hüsnü kuruntumu zapdedip kötü
hatıraların etkisinden çıkmaya başlamışken İsmet Berkan’ın
Hürriyet’teki yazısı ilişiyor gözüme:
Lian hadisesini hatırlamak...
İsmet Berkan durmuyor, ertesi gün daha da
dallandırıp ballandırarak yazmaya devam ediyor:
Bir Lian vardı...
Eh, ister istemez başka yazan-çizen var mı’yı
merak edip ‘google paşa’ya soruyorum Lian’ı. Peş peşe
dökülüyor; benzerliğe dikkat çeken güncel yazılar-yorumlar,
hatırlatma babında eski yazılar-yorumlar, kupürler, kolajlar,
fotoğraflar, çizimler...
Bu arada, arkadaşlardan peş peşe telefonlar,
mesajlar gelmeye başlıyor; İsmet Berkan’ın yazısını okudun mu,
ne düşündün, ne hissettin... Yetmiyor, kimi gazeteci dostlar
malzeme koparmak üzere arıyor; Lian’ı anlat bize, Lian’ı yaz
bize, şimdi nerelerde, ne işlerle meşgul... Havalarını aldılar
elbet...
‘Sadede gel be kardeşim’ sabırsızlığına kapılan
okuyucuya diyeceğim şudur ki, bu ‘Lian’ 1994’de taa
Abhazya’lara gelip benim de hayatıma limon sıkmış bir feno(wo)men’dır.
Hem de ne limon!...
Öykü koca bir kitap yazdıracak kadar uzun,
çetrefilli ve janjanlıdır. Burada sadece kısa bir özet
yapacağım; mümkün olduğunca kişi haklarını, hasta haklarını ve
hakkaniyeti koruyarak, ve de ‘insanlık hali’nin hoşgörü
sınırlarını gözeterek...
1991’den beri yaşamakta olduğum Abhazya’da
savaş yeni bitmiş, Trabzon-Sohum arasında deniz ulaşımı
açılmış, diyasporadan geliş gidişler hızlanmıştı. 1994’ün
baharında, hiç değilse iki haftada bir limanda toplaşır,
Trabzon’dan Sohum’a onlarca insan taşıyan küçük gemiyi
karşılardık. İşte böyle bir günde, çok sonra Lian olduğunu
bileceğim(iz) genç bir bayan, bu geminin güvertesinde göründü.
Gelenlerin hemen hepsini tanıyordum, belki tek istisna oydu.
‘Işık’ diye tanıttı kendini. O da bizim camiadanmış.
Sohum’da kaldığım 7-8 odalı koca ev, anavatanı
görmeye ve/veya yerleşmeye gelen tanıdıkların, dostların
uğradığı-konakladığı misafirhane gibiydi. Biz zaten 6-7
kişiydik (Mümtaz, Meral, Ayten, Yusuf, Hakan, Erkan ve ben),
gelenlerden 4’ü daha (Handan, Hilal, Nurten, Emrah) bende
kalacaktı, diğerleri otelde. Ertesi gün bende kalanlar ‘bizim
yol arkadaşları ne durumda’ merakıyla otele gitti, bir saat
sonra yanlarında Işık ve ona yol-oda arkadaşlığı yapan Ergül
olmak üzere geri döndüler. Velhasılı Işık, ‘otelde gece
birileri askıntı oldu’ gibi doğruluğu epey su kaldırır bir
gerekçeyle diğerlerini ikna edip benim eve kapağı atmış oldu.
Yetmezmiş gibi elime, İstanbul’daki ilgili cemiyet büyüğümüzün
bana hitaben yazmış olduğu bir ‘referans’ mektubu tutuşturdu.
(Mealen) şöyle diyordu: “Bu kardeşimiz yakından tanıdığımız
bir ailenin kızıdır, bilgisayar mühendisidir, Abhazya’da kalıp
faydalı olmak istiyor, yardımcı olursan sevinirim”. Görmezden
gelemeyeceğim bir hatırdı...
İşte böyle başladı Işık’lı günler. Nerden
tanırdım ki Işık’ı; nerden bilirdim ki onun ‘Lian’ adıyla
şöhrete ermiş bir komplikasyon olduğunu. Bir gemiyle geldi
gördüm, tanıştırdılar tanıdım, başıma kaldı bildim, neyse
bedeli ödedim...
İş işten geçtikten sonra öğreneceğim(iz) üzere,
Lian’ın Abhazya’ya gelişi hedef odaklı-planlı-programlı bir
eylemdi. Gelişinden hemen hemen bir yıl kadar önce, yani
Abhazya’da savaşın devam ettiği 93’ün baharında, aylak
günlerinin birinde tesadüfen camiamızın bir toplantısına
katılmış. İlk orda görmüş beni. O sıralar Abhazya-Türkiye
arasında mekik dokuyan ben, bu toplantının konuşmacısıydım.
Meğer ben kürsüden savaşın gidişatını anlatıp, çekilen
sıkıntıları ve ihtiyaçları sıralayıp daha çok destek olmaları
için katılımcıların vicdanlarına hitap etmeye çabalarken,
farkında olmadan arka sıralarda oturan Lian’ın yüreğine ve
dikkatine hitab etmişim. ‘İlk görüşte hedefini seçmiş’ ve
hemen oracıkta bendenizle ilgili oyun kurgusunu oluşturmaya
başlamış bile. Belki İstanbul’daki maceralarından sıkılmıştı,
belki kredisinin tükendiğini ve denizin bittiğini anlamıştı.
Her ne idiyse, işte o sıralarda gözü bana değmişti işte. İlk
bilgileri oradakilerden almış, sonra alanını genişletip
derinlemesine araştırma yapmış, planlamış, hazırlanmış ve
şartlar müsait olunca hedefe ulaşmak üzere Abhazya’nın yolunu
tutmuş.
Bazen beni karalamaya hevesli bir-iki
zavallının ‘çapkın’, ‘zampara’ vs. abartılı dedikodularına
malzeme olmuşumdur. Bu yakıştırmaları haketmesem de, ne büyük
bir bahtiyarlıktır ki, yüreğini ısıttığım ve yüreğimi ısıtan
kadınlar olmuştur hayatımda. Ayrıca, bu konularda dedikodu
yapan olmak yerine dedikodusu yapılan olmayı hep tercih
etmişimdir. Aşk iyidir; mutluluktur, sevinçtir, heyecandır,
sıcaklıktır, hazdır. Pek çoğunuz gibi ben de bunu kendi
pratiğimden bilirdim. Ama aşkın kör tutku halinin nasıl
ateşten bir gömlek olabildiğini, hele hele
takıntılı-ihtiraslı-umutsuz halinin nasıl ölümcül bir oyuna
dönüşebildiğini, yine pekçoğunuz gibi ancak romanlarda okuyup
filmlerde izlemişimdir. Taa ki, Lian’ı tanıyıncaya kadar...
Demek bu işler bazen böyle oluyormuş. İlgi
meraka, merak takıntıya, takıntı kurguya, kurgu tutkuya, tutku
ihtirasa dönüşüyormuş. Sonunda karar verilip yola
düşülüyormuş. Bunu ardışık tepkime diye mi tanımlamalı?..
Lian’ı bana odaklayan gerçek neden neydi ya da
hangi süreçte hangi saikler baskın gelmişti bilemiyorum. Ama
eylemi planlanmış, kurgulanmış, uzun uzun düşünülüp
yolu-yordamı belirlenmiş ve titizlikle icra edilmeye
çalışılmış bir kalkışmaydı. Tam da ‘taammüden’ denilen
cinsten...
İşte böyledir Lian’ın Abhazya seferi. Bir kaçış
gerekmiştir, bir hedef belirlenmiştir, bir strateji
kurgulanmıştır, hepsi tutkuyla soslanmış ve yola düşülmüştür.
Ondan sonrası, hem benim için hem onun için kabustur. Kontrol
edilemez bir takıntılı tutku, üst düzeyde sinir harbi ve
sonunda hüsranın depreştirdiği ‘border line’ patlaması. Bir
bakıma ‘Öldüren Cazibe’nin farklı bir versiyonu...
Evet, ben ele geçirilecek hedefdim ama ne
haberim vardı, ne isteğim, ne müsaitliğim. Daha, geride
bıraktığım kimi aşk yaralarını dağlayamamıştım bile. Öte
yandan acı dolu, yıkıcı bir savaştan ancak çıkmıştık. Pekçok
dostumu, arkadaşımı, tanıdığımı kaybetmiştim. Savaş sonrası
ise, savaşı aratacak kadar berbat bir ortam oluşmuştu.
Kontrolsüz silahlı gruplar çoktu, alkol ve uyuşturucu
kullanımı hırçınlıkları iyice biliyordu; baskınlar, kavgalar,
çatışmalar, öldürmeler, yaralamalar giderek artıyordu. Çok zor
ve kötü koşullarda iki yıl geçirmiştim; gıdasızlık, soğuk,
kaygı ve üzüntü yüzünden tüberküloz yeniden nüksetmişti, ülser
zıvanadan çıkmıştı. Velhasılı ruhen ve fiziken dibe vurduğum
günlerdi. Ne bir aşk heyecanını taşıyacak gücüm vardı, ne bir
sevgiyi yeşertecek yüreğim. Evet, kadınların güler yüzüne ve
teveccühüne genellikle kapılıp gitmişimdir. Dedim ya, aşk
iyidir. Ama bu kez değil. Bu kez mümkün değil. Kasabın et,
koyunun can derdinde olduğu durumlar vardır ya, bizimki de
biraz öyle birşeydi... Velhasılı adres yanlıştı. Ama ‘kara
sevda’ adresin doğrusuna yanlışına bakmaz, kapıya dayanırmış.
Dayandı...
Güzelliğine ve baştan çıkarıcılığına pek
güvenen biriydi. Ve ona göre ben her halukarda ‘çantada
keklik’tim, ‘hazır asker’dim. Bu yüzden işe etrafımdakileri
ikna etmek ve inandırmakla başladı. Önce şaka yollu hafif
imalar, sonra giderek koyulaşan sözler. “Birbirimize ilgi
duyuyorduk”, “bir elektriklenme oluşmuştu”, “sahilde romantik
bir yürüyüş yapmıştık”, “yeniden aşkı bulmuştuk”,
“birbirimizindik” vs... Herkese farklı hikayeler anlatıyordu.
Kimse ciddiye almadığı için gülerek geçiştiriliyordu. Ne de
olsa bulunduğumuz koşullar ‘hafif çatlak olmaya’ ya da ‘biraz
uçta gezinmeye’ cevaz verecek olağanüstülükteydi.
Ben parçaları birleştiremeden ev boşalmaya
başladı. Bir kısmı Türkiye’ye döndü, Mümtaz devraldığı evin
tamiratını bitirip taşındı, diğer arkadaşlar da ‘makul’
gerekçeler eşliğinde yakınlardaki diğer dost-arkadaş evlerine
geçti. Bir-ikisi beni uyardı, ‘bu kıza dikkat et’ diye.
Kulağıma küpe ettim.
Kulağıma küpe ettim de ne edeceğimi bilemedim.
Kaç-kovala oyunları başlamıştı. Gergin, komik, trajikomik,
trajik günler. Mazeretler, mevzu değiştirmeler, vatan-millet
maneviyatları, konuşmalar, tartışmalar... Ben saf saf,
Abhazya’da kalacaksa geriye dönüş komitesi aracılığıyla bir ev
edinmeli, kendi hayatını kurmalıydı üzerine yönlendirmede
bulunmaya çalışıyorum. Israrlar işe yarar gibi oluyor, ‘evet’
diyor, kendisine bir ev tahsis ediliyor. Günler geçiyor,
haftalar. Evi orda kendisi burda. Niyetini sorguluyorum arada.
“Güvenliksiz” diyor, “tadilat lazım” diyor. Üsteliyorum.
“Tamam, eksiklerini tamamlayıp taşınacağım” diyor.
Oyalamalar, oyalanmalar. Kaçmalar-kovalamalar.
Ve bir akşam eve döndüğümde gördüğüm manzayla ayılıyorum.
Bütün duvarlara yazılmış umutsuz aşk notları; “sevmiyorsan da
katlanmayı bil”, “kendini beğenmiş züppe”, “duygusuz aptal”,
“sen de erkek misin”, “neyimi beğenmiyorsun”, “sen kendini ne
sanıyorsun”, “yalvaracak değilim” vs. onlarca ‘veciz’. Sert,
yumuşak, sitemkar, tehditkar, acıklı, saçma sapan notlar...
Artık anlarım ki, beni aşan bir vaka vardır karşımda. Sonra
oturup epey zor, epey gergin, epey hüzünlü, epey uzun bir
konuşma. Kendisi kendini anlatır eğri-doğru, ben kendimi
anlatırım doğru-eğri. Zeki, çok zeki... Bazen aklı başında,
bilgili, anlayışlı, makul sözler; bazen hırçın, saldırgan,
tutarsız saçmalamalar. Kırık-dökük pekçok mevzu. Yenilgisini
kabul eder gibi, ‘döneyim ben İstanbul’a’ der sonunda. Bence
de... Döner. Bir hafta, iki hafta, bir ay, iki ay... Oh be,
kurtulduk galiba... Nerdeyse unutmaya başlamışken, yanında 6-7
yaşlarındaki kızıyla çıkagelir. Ey hak!..
Sevimli, güzel, uslu bir çocuk. Belki Türkiye’de
gerçekten çaresizdi, çocuğu da alıp geri geldi. Belki benle
ilgili çaresizliğine deva olur umuduyla çocuğu da sürükledi
peşinden. Neyse, yatışmış, uslanmış, beni hedeften çıkarmış
gibiydi. İş-güç planlarını anlattı. Bilgisayarlar getirip kurs
açacağını, kendisine verilen evi elden geçirip en kısa sürede
taşınacağını vs. anlattı. Birçok büyük şirketin bilgi-işlem
parkını kurup işlettiğini, birçoklarına danışmanlık hizmeti
verdiğini, hatta Süleyman Demirel’e bile danışmanlık yaptığını
vs. söyledi. İyi, iyi diyorum. Dikkati benden uzaklaşsın da..
Yine de işi sürüncemede bırakmamak lazımdı.
Savaştan önce kirada oturduğum küçük apartman dairesi boştu,
ev sahipleriyle konuşup yeniden kiraladım. Işık ve kızı, kendi
evlerine geçinceye kadar orada kalabilirdi. Böylece, bazen
orda bazen burda iki evli hayat başladı. Bir süre böyle idare
ettik. Ben işimle (Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı’nda
çalışıyordum) ve rutin hayatımla, o Abhazya’yı keşifle ve
projeleriyle... Arada bir gerilmeler olsa da dost-arkadaş
sohbetleriyle durumu dengeler gibi olmuştuk. Bir akşam cafe-bar’da
kızlı erkekli bir arkadaş grubuyla gırgır-şamata yaparken
görüp, küçük bir kıskançlık gösterisi yaptı, sonra yeniden
sakinleşti. Derken bir fısıltı dolaşmaya başladı, ‘yakında
evleniyormuşsunuz’ yollu. Allah Allah, yine başa mı sardık?.
İnkar eder, “ben kimseye böyle birşey söylemedim” der. Ya
sabır...
Böyle inişler çıkışlar, günler haftalar akıp
gitti. Sonra küçük kızına kötü davranmaya başladı, sanki
hırsını ondan çıkarıyormuşcasına. Azarlamalar, hırpalamalar,
dövmeler. Kızarmalar, morarmalar, yara-bereler. Yeniden
konuşmalar, sohbetler, dostluk terapileri. Psikiatrist miyim
be, ne bilirim ne anlarım ruhsal ve sinirsel
dalgalanmalardan.. Neyse ki annesi çıkar gelir Sohum’a. Ağır
başlı, saygın, görmüş geçirmiş bir kadındır. Epey şey anlatır,
kendisi, ailesi ve kızının şanssızlıklarıyla ilgili,
doğru-eğri, eksik-yanlış... Anneye özel, anne-kıza birlikte
kendi bakımımdan rahatsızlığımı, sürdürülemez bir durumla
karşı karşıya olduğumuzu anlatırım. Abhazya’da yaşamanın zor
olduğunu, Işık için daha da zor olduğunu, geri dönmesinin
doğru olacağını anlatırım. Dinler gibi, anlar gibi baş
sallamalar. Ne ki, tercih kalmaktan yanadır. Birkaç kez tahsis
edilen eve giderler birlikte, biraz çeki-düzen verir gibi
yaparlar, ölçerler-biçerler, ufak tefek eksikleri için neyi
nasıl yaparız-yaptırırızı konuşurlar uzun uzun. Sanki işler
yoluna girecek gibidir. Sonra anne küçük kızı da alıp döner,
benden biraz daha zaman ister, en kısa zamanda eşyalarla geri
geleceğini ve kızını yeni evine yerleştireceğini vadeder.
İnanırım...
Yine inişli-çıkışlı günler, kaç-kovala
vaziyetleri başlar. Bazen bir gün, iki gün görünmezdi; ya yeni
yeni tanımaya başladığı şehri gezerdi bibaşına ya yeni
tanıdığı insanlarla takılırdı ya da küçük dairede zaman
geçirirdi, sonra yine ortaya çıkardı. Dikkatinin benden
uzaklaşmasına sevinirdim, yine de başına kötü birşey
gelmesinden endişe ederdim. Bir defasında 3-4 gün kayboldu.
Arkadaşlardan gören-duyan da yoktu. Küçük daireye gittik,
zar-zor kapıyı açtırdık, kesif bir sigara dumanı, izmaritle
dolu koca bir kap, içilmiş-saçılmış kahve fincanları. Üç
gündür çıkmamış, bedbaht yalnız kadını oynamış. Kahve ve
sigarayla azdırdığı migreni sayesinde arabeski iyice acılı
hale getirmiş. Neyse, arkadaşların yakın ihtimamı sayesinde
çabuk toparlandı.
Bu olaydan bir hafta kadar sonra cafede, iki-üç
yıldır Abhazya’da yaşayan bir akrabasıyla tartışmış.
Kendisine abilik etmek isteyen akrabası, ‘daha fazla kendini
rezil etmeden Türkiye’ye dön’ nasihatında bulunmuş. Vay sen
misin bunu diyen. Milletin ortasında adamcağıza hakaretler,
tehditler yağdırmış. Böylece vaka giderek toplumsallaşmaya
başlıyordu.
İşte böyle dalgalana durula, kabara-köpüre
devam etti günler. Haftalar geçti, anne geri dönmedi. 1994
bitti, yılbaşı geldi çattı. Öyle ki, asıl büyük patlamayı da
beraberinde getirdi...
Bizim kafadar grup yılbaşını Mümtaz’ın evinde
kutlamaya karar vermiştik. Işık, ‘ben başka arkadaşlarla
program yaptım’ dedi. Tamamdır, herşey yolunda gibidir. Biz de
8-10 kişi Mümtaz’ın evinde eğlenir sabahlarız, sedirlerde,
koltuklarda uyuklarız. Sabah kapı çalar, güm güm güm. Lena’dır,
telaşla anlatır, Işık benim evde ‘saldırıya uğramış’tır.
‘Üstü-başı parçalanmış, sigara yanıkları içinde çaresiz’dir.
Kendisini arayıp yardım istemiştir. Mümtaz, Meral, Lena
koşarız. Peşimizden diğerleri. Evet, Işık sigara yanıkları
içinde, elbiseleri yırtılmış, ‘çaresiz’ haldedir. Üstelik bir
de ütü yanıkları oluşmuştur. Ve fonda, epey yüksek volümde
Fleetwood Mac’ın ‘Then Play On’ albümünden ‘Closing my eyes’
şarkısı çalmaktadır. Ne oldu? “Gece 4-5 kişi evi basıp bana
saldırdı. Dövdüler, işkence ettiler.” Neden? Ne
istiyorlarmış?.. “Bilmiyorum, sadece saldırdılar.” Oysa Lena
ilk gördüğünde, gelenlerin beni sorduğunu, nerde olduğumu
söyletmek için işkence ettiklerini söylemişti. Yine Lena ilk
gördüğünde ütü yanıkları yoktu. Ütüyü bulduk, hala sıcaktı.
‘Closing my eyes’ yeniden çalmaya başlar. CD-çalar sadece o
şarkıyı tekrar tekrar çalmak üzere komutlanmıştı. Işık’ın “bu
şarkı eşliğinde ölmek isterim” dediği ve sıkça dinlediği
şarkıdır; ‘intihar şarkısı’...
Kendisiyle ilgilen, doktor çağır derken
mütalalara da başladık. Ortak tahminimiz oydu ki, bu kendi
kendine bir saldırıdır. Ağır sinir krizinin yarattığı bir
çılgınlık. Doktorlar gelir. İlk kontrolden sonra onlar da
‘kendi kendine saldırı’ kanısına varırlar, yatıştırıcı ilaçlar
verirler. Doktorlar sorar, ‘uyuşturucu kullanıyor mu, daha
önce benzeri krizler geçirmiş mi, nasıl bir tedavi
uygulanmış?’... Nerden bilebilirdik ki. Doktorlara göre
hastaneye kaldırmaya gerek yoktur, istirahat etmesi
yeterlidir. ‘Ama mümkünse başka bir evde, farklı bir ortamda
dinlensin’ derler. Lena’nın evine taşırız. Başka doktorlar
gelir, psikologlar, psikiyatristler. Yeniden muayeneler,
mütalalar. Sonuç; ağır bir sinirsel travma, evveliyatı olan
bir patlama, biran önce Türkiye’ye gönderilmeli.
Hemen İstanbul’u arayıp annesine durumu
bildiriyor, hemen gelmesini istiyoruz. Sessiz telaşsız bir
dinleme ve kestirme bir mesaj: “Onu sevdiğimizi,
kızmadığımızı, ne zaman isterse İstanbul’a gelebileceğini
söyleyin. Vay be!... Sonra ablasıyla konuşuyorum, aynı sözleri
kopya ediyor. Demek şaşırtıcı değil, sürpriz değil,
telaşlanmak gerekmez. Anlıyoruz ki bu bilinen, önce de
yaşanan, alışık olunan bir durum. Tamam söyleriz, biraz
toparlanırsa göndeririz. Peşinden Handan’ı arıyoruz, Ergül’le
birlikte anne ve ablasıyla görüşmesini, mümkünse gelmeleri
için ikna etmelerini istiyoruz. Tabi Işık’la ilgili hertürlü
bilgiye acil ihtiyacımız olduğunu söylemeyi de unutmuyoruz.
Sabahtan beri yardımımıza koşan psikolog Arda
ile yıllardır tanışırız. Işık’ı da az-buçuk tanımıştı. Olup
biteni uzun uzun sordu bana. Biraz meslek bilgisini, biraz da
kadınlık hislerini harmanlayıp (mealen) şu yorumu yaptı: “Bu
çok ciddi bir travma. Beğenilmeme var, reddedilme var, hırs
var, ihtiras var. Sana fazlasıyla tutulmuş, takıntı haline
getirmiş. Bu tehlikeli, çok tehlikeli. Büyük bir çaresizlik,
gerginlik içinde. Bu tür vakalarda şiddet son çaredir. Hem
senin ilgini çekmek istemiş, hem kendi kendini cezalandırmak.
Ama bunun tersi de olabilirdi, sana saldırabilirdi. Sevgiyle
nefretin ince-keskin çizgisinde. Bir cam gibi, içe de
kırılabilir dışa da. Ağır bir depresyon, çok ağır. Ve hala
riskli, kendine zarar vermenin işe yaramadığını anladığı an
sana yönelecektir. Uzak dur, kendini sakın”...
Akşam biraz çorba, biraz tek yanlı sohbet ve
ilaç, sakin bir odaya yatırıyoruz. Biz üç-dört refakatci de
sedirlerde, koltuklarda, yerde halı üzerinde uyukluyoruz.
Gecenin bir vakti bir dokunma hissine gözlerimi açıyorum.
Karanlıkta üstüme eğilmiş iki cam göz. İrkiliyorum. “Korkma”
diyor, Işık’ın boğuk sesi; “battaniyen kaymış, üstüne
çektim”... Sesi yumuşuyor, “üşüme” diyor. Şefkatli bir anne
gibi eliyle yanağımı okşuyor. Kedi sessizliğinde odasına
dönüyor. Hiç hareket etmeden karanlığa bakarak sabahlıyorum.
Ürküyorum, içim acıyor, üzülüyorum, Arda’nın söylediklerini
hatırlayıp korkuyorum...
Bitti sanıp sevinmeyin, devam edecek.
Haftaya... |