İkinci bölüme başlamadan önce, bu anlatının amacının başkasını
teşhir etmek ya da başkasının sırrını ifşa etmek olmadığını
belirtmek isterim. Zira sözkonusu kişi zaten memleket
medyasına defalarca malolacak kadar meşhur biridir, bahsi
geçen olaylar ise . birçok kişinin tanıklığında yaşanmış ve
pekçok kişinin dillendirmesiyle yeterince toplumsallaşmıştır.
Ayrıca, anlatıda zikredilen isimler gerçek değildir, sözkonusu
kişi tarafından türetilmiş ve kullanılmış müstear isimlerdir.
Sonuç olarak yazdıklarım başkasını değil olsa olsa kendi
kendimi teşhir mahiyetindedir. Kendi kendimi tekmili birden
teşhir ederek, aradan bunca yıl geçmesine rağmen hala kulaktan
dolma bilgilerle beni karalamaya çırpınan ‘irfan sahibi
zevat’a gani gani kına vermiş oluyorum.
Ayrıca amacımın, bu vakadan yola çıkarak aşkı yargılamak ya da
‘kadının fendi’ üzerine ahkam kesmek olmadığını da
belirtmeliyim. Şu kadarını söyleyeyim ki, Ataol Behramoğlu’nun
şiirleştirdiği gibi “aşk iki kişiliktir”. Yani, dünyanın en
güzel kadını-en yakışıklı erkeği de olsa, tek tarafın
tutkusundan iki kişiyi ısıtacak bir ateş çıkmaz. En azından
bazen çıkmaz...
Anlattıklarımın daha iyi anlaşılması ve yerli yerine oturması
bakımından, sözkonusu olayların savaştan yeni çıkmış bir
ülkede olduğunu bir kez daha dikkatinize sunmak isterim. Hiç
kuşkusuz savaş, nerede ve hangi şartlarda olursa olsun büyük
bir felakettir. Hele bu savaş Abhazya’daki gibi kurumsal
askeri güçle değil halkın katılımıyla oluşturulmuş milis
kuvvetleriyle yürütülen, coğrafyasının her karışını ve
nüfusunun tamamını doğrudan etkileyen bir direniş savaşıysa,
katmerli bir felakettir.
Savaşın asıl yıkıcılığı, savaş sonrasında kendini gösterir.
Kurşun yarası gibi, soğudukça daha çok acı verir. Savaşın
olağanlaştırdığı ve meşrulaştırdığı şiddet, saldırganlık ve
öfke savaştan sonra kendi içine döner. Kontrolsüz silahlı
gruplar çeteleşir, rant ve ganimet için evler-işyerleri
basılır, yollar kesilir, insanlar vurulur. Kan davaları, hasım
hesapları, alevlendirilen kişisel düşmanlıklar, dolduruşlarla
ve fesat dedikodularla körüklenen dalaşmalar, ‘yan
baktın’ sataşmaları, ‘bu çöplük benim’ çatışmaları... Şiddet
öyle keskindir ve öyle olağandır ki, evimizin yüz-yüzelli adım
yakınındaki bir çete evinin, başka bir çete tarafından
basılmasını, ağır silahlar-bombalar-roketatarlar eşliğinde
saatlerce çatışılmasını, sonunda evdeki 8-10 kişinin
katledilip evin yakılmasına pek şaşırmazsınız. İşte böyle bir
ortamdır savaş sonrası. Bazen diyasporadan gelen bizlerden de
bu şiddete sürüklenenler olur, bazen de şiddetin hedefi.
Ürdün’den gelip Dranda’da yerleşmiş dokuz çocuklu aileye
saldırılıp babaları vurulduğunda, ya da Türkiyeli bir gencimiz
kaçırılıp on gün sonra cansız bedeni Gumista nehri kenarında
bulunduğunda, yani şiddet iyice yakınımıza geldiğinde
tüylerimizi ürpertmiştir. Ama şiddet, isteseniz de istemeseniz
de sizi esir alır, o yüzden hiçbirimiz bunca olaya rağmen ‘ilk
gemiyle tüyelim’ demeyi beceremeyiz. Böyle tuhaf bir durumdur,
savaş sonrası.
İşte
bu ortamda, sanki bir o eksikmiş gibi, bir de ‘Lian bombası’
düşmüştür ocağımıza.
Neyse... Zor bir günün ve gecenin ardından 2 Ocak sabahına
erdik. Biz refakatçılar kahvaltı hazırlığı yaparken hastamız
da aramıza katıldı. İyi görünüyordu. Sigara ve ütü
yanıklarının acısı biryana, gerginliği yatışmış ve kendi
kendiyle barışmış bir dinginlikteydi... Biraz havadan sudan
sohbet ettik, katıldı; espri yaptık, güldü. Annesi ve
ablasıyla konuşmamı anlattım; kendisini sevdiklerini, birkaç
gün dinlendikten sonra İstanbul’a dönmesini istediklerini vs.
söyledim. Sessizce dinledi. Sonra yüzü biraz dalgalandı,
bakışları yeniden yabancılaştı. Hiçbirşey söylemeden odasına
gidip yattı. Bu arada olay duyulmuş, tanıyan-tanımayan
insanların merak ziyaretleri başlamıştı.
Öğleye doğru, İstanbul’dan bir haber var mı’yı öğrenmek için
uydu telefon-faks cihazının bulunduğu Dışişleri
Bakanlığı’ndaki ofisime gittim. Önce Handan’ı aradım, Ergül’le
birlikte akşam ailesini (anne ve ablasını) ziyaret
ettiklerini, olup biteni gayet soğuk kanlı ve şaşırtıcı bir
sükunetle karşıladıklarını vs. anlattı. Psikolog Arda’nın
sözlerini, gece olanı ve şimdiki halini özetledim. “Evet”
dedi, “ailesi pek sır vermedi ama kızın ciddi derecede hasta
biri olduğu belli, biz de Ergül’le daha çok bilgi toplayıp
parçaları birleştirmeye çalışıyoruz, epey şaşırtıcı şeyler
öğrendik”...
Handan’ın sözünü ettiği şaşırtıcı şeyler,
aile-arkadaş-tanıdık çevresinden edinilmiş bilgilerdi. Benim
açımdan kayda değer olan ise, Abhazya’ya gelmeye bir yıl önce
beni İstanbul’daki bir toplantıda gördüğünde karar vermesi ve
bunu çevresindeki insanlara ta o zaman anlatmış olmasıydı. Ne
gizli bir karizmaymışım ki, hakkımda bir yıl önceden plan
yapılıyordu. Vay anasını be!..
İkinci şaşırtıcı husus ise, gelişini
gerekçelendirme şekliydi. Bazı insanlara şöyle anlatmış;
“Sezai’nin İstanbul’daki eşi Türk’tü, Abhazya’da da bir Rus
kadına takılmıştı. Mümtaz abi ve Handan abla Sezai’yi bu iki
yabancıdan kurtarmak için beni yönlendirdiler ve Abhazya’ya
davet ettiler”... Oysa Handan da Mümtaz da onu tanımıyordu.
Kızın hayagücü şaşırtıcıydı. Aşk var, tutku var, milliyetçilik
var, vatan-millet misyonu var. Var da var...
Handan bunca bilgiyi verdikten sonra, araştırmalara devam
edeceklerini ve yeni birşey öğrenirlerse arayacağını söylüyor.
Sonra kızın annesine telefon ediyorum, yine
donuk-tutuk-meraksız bir sesle karşılıyor. İyiye gittiğini
anlatıyorum.
Aslında yanılıyordum, iyiye gittiği yoktu. Ben evden
ayrıldıktan sonra yeniden kahve-sigara ile migrenini çağırmış,
başağrısıyla inandırıcılığını destekleyip ziyarete gelenlerin
acıma duygularına hükmetmeye başlamış. Kimilerine beyin
sarsıntısı geçirmiş olabileceğini, kimilerine de iç kanama
geçiriyor olabileceğini anlatıyormuş. ‘Uğradığı saldırı’yla
ilgili de, birbirinden farklı komplo versiyonları üretiyormuş.
‘Bana saldıranlar Sezai’yi arayan silahlı birileriydi,
aralarında Gürcüce konuşuyorlardı” dan tutun da, “gelenleri
Sezai gönderdi, kendisini de kapı aralığından gördüm”e,
“gelenler Çeçen’di, soygun için geldi”den “bana saldıran
tartıştığım akrabamdı, yüzü maskeleydi ama sesinden tanıdım,
yanında da 3-4 kişi vardı”ya kadar, akla-hayale sığmayacak
pekçok senaryo...
Bu
gelişmelerden habersiz, ofiste oyalanmayı sürdürüyorum.
İstanbul’dan camiadan tanıdıkları arayıp bilgi edinme sürecini
hızlandırmaya çabalıyorum. Bir saat, iki saat, üç saat...
Nihayet telefon çalıyor, Handan. “Sıkı dur” diyor, “Kız, kısa
süre önce borderline kişilik bozuluğu teşhisiyle hastaneye
yatırılmış, ünlü psikiyatrist S.Tanaltay gözetiminde altı ay
süreyle tedavi görmüş”... Bu bilgiye şans eseri nasıl
ulaştığını anlatıyor, benim asıl merak ettiğim ise
‘borderline’ın ne menem birşey olduğu. Özetiyor, “bir saate
kadar etraflıca not edip faks çekerim” diyor.
Telefon çalıyor, bu kez iç hat. Mümtaz telaşlı,
“Kız iyice zıvanadan çıktı, gelen giden herkese bir hikaye
uyduruyor, söyleniyor, bağırıyor, ağlıyor, çok ağrısı olduğunu
sayıklıyor, hastaneye götürülmesini istiyor”... Biraz idare
etmelerini, faks beklediğimi, hemen geleceğimi söylüyorum.
Hadi Handan, hadi!...
Uydu hattı çalıyor, faksın ilk satırı
görünüyor; “Borderline Kişilik Bozukluğu”. Devamındaki notlar
şöyle;
Ø
Borderline kişilik bozukluğu genelde çocuklukta
yaşanılan önemli bir kayıp, anne-baba ile olan bağın dengesiz
olması, travma, kötü muamele yada duygusal olarak yoksun
kalmak gibi nedenlere dayanmaktadır. Kadınlarda daha
yaygındır. Başlıca belirtileri;
- Tehlikeli boyutlarda kendine güven eksikliği ve dengesizlik
- Ruh halinde sürekli ve büyük değişimler
- Aşırı ve yoğun öfke; kendine zarar verme
eğilimi
- Kızgın ve saldırgan patlamalar; başkasına zarar verme
eğilimi
Ø
Borderline Kişilik Bozukluğu olan insanlar
sürekli olarak terkedilme duygusu yaşarlar ve bu yüzden panik
içindedirler. Genel olarak davranışları değişkendir ve ani
hareketlerden oluşur. Duygular sürekli değişir, diğer
insanlarla olan ilişkileri yoğun ve fırtınalıdır.
Değer verdikleri insanlara tutunmak için çılgınca bir çaba
sarfederler, bir yandan da kaybetme korkusundan kaçınmak için
önemsizleştirmeye çalışırlar.
Ø
Borderline kişiliğe sahip kişilerin kendine
güven duyguları çok kırılgan olduğu için insanlar tarafından
kabul edilmeye yada reddedilmeye karşı aşırı derecede
hassastırlar. Bir ilişkileri olsa bile kendilerini dışlanmış
ve yalnız hissederler. Olası bir kayıp, ayrılık yada
terkedilme ihtimali karşısında kendilerini tehdit altında
hissederler ve genelde hiddet, aşırı öfke, aşağılama vs.
saldırılarla tepki verirler.
Ø
Borderline kişilik bozukluğunda kendine zarar
verme ya da intihara teşebbüs etme eğilimi çok sık görülür.
Manipülatif intihar girişimleri, kendine zarar verme gibi
davranışlarına depresyon, işlevsellikte bozulma, duygulanımda
dalgalanmalar, dürtü kontrolünde zorlanmalar, boşluk duyguları
ve kaygı eşlik eder.
Ø
Borderline kişiliğe sahip insanların
duygularını kontrol etmekte zorlandıkları yaygın olarak
bilinmektedir. Ayrıca bazı durumlarda yalnızlık ve
terkedilmişlik duygularından kurtulmak için alkol ve
uyuşturucuya yönelim görülebilir.
Şu işe bakın, nasıl karmaşık bir derttir
başımıza patlayan!. Bu kadar komplike bir durumla nasıl başa
çıkılır? Bir yandan üzülüyorum, öte yandan kaygım da artıyor
kızgınlığım da. Tekrar annesini arıyorum, hastalığını
soruyorum, hasta kızlarını nasıl buralara gönderebildiklerini
sorguluyorum, bana neden söylemediklerine içerliyorum.
Kadıncağız bıkkın bir çaresizlikle karşılıyor, “ah evladım ne
diyeyim sana, iyileştiğine inanmıştık”... Uzun bir
sessizlikten sonra ekliyor, “en iyisi biran önce bu tarafa
gönderin”...
Psikolog Arda’yı arıyorum, gelen bilgiden
kısaca bahsediyorum, köşede buluşmaya karar veriyoruz. Faksı
katlayıp cebime koyuyorum, Arda ile buluşuyorum, konuşa konuşa
hastamızın bulunduğu eve doğru koşturuyoruz.
Daha üç beş yüz metre yürümüşken yolumuz
kesiliyor, ilk saldırı... Aslında bu saldırının bu konuyla
doğrudan alakası yoktu, sadece zemin yaratmış ve fırsat
vermişti; hiç ilgim-bilgim olmayan absurd bir didişmenin hıncı
alınmak istenmişti. Olan gözlüğüme oluyor, arbedede yere düşüp
kırılıyor. ‘Işık kırılması’nın yanında bunun lafı mı olur...
Yola devam ediyoruz, eve vardığımızda ise geç kaldığımızı
anlıyoruz. Hastamız, diğer insanları durumunun ciddi olduğuna
inandırmış ve hastaneye kaldırılmasını sağlamıştı. Hastaneye
koşturuyoruz. Doktorlar bir kez daha baştan aşağı muayene
etmiş, bir odaya yatırılmıştı. Etrafta, bana pek de sempatiyle
bakmayan 5-6 silahlı ‘yardımsever’. Doktoru bulup soruyoruz,
“rontgen çektik, eldeki imkanlarla kontrol ettik, fiziki bir
sıkıntı göremedik” diyor. Yatıştırıcı ilaçlar vermişler.
Arda ile birlikte doktorla uzun uzun
konuşuyoruz, olup biteni özetleyip edindiğimiz son bilgileri
paylaşıyoruz. Doktor, “Benim de teşhisim fiziksel değil,
ruhsal bir travma olduğu yönünde. Bugün burda kalsın, yarın
psikiyatristimiz de görür. Ona göre karar veririz” diyor.
Ayten’le Yeşim refakat için kalıyor, biz 4-5 kişi Mümtaz’ın
evine gidiyoruz. Çay demleyip herşeyi baştan sona yeniden
gözden geçiriyoruz.
İçimizde en yetkin kişi, Moskova
Üniversitesi’nde psikoloji okumuş olan Arda. Handan’ın
‘borderline’ ile ilgili notlarını yarı Abazaca, yarı İngilizce
kelime kelime çevirerek aktarıyorum. Annesi, ablası ve
Handan’la yaptığım konuşmaları detaylarıyla anlatıyorum. Arda
‘evet, ciddi bir rahatsızlığı olduğu belliydi” diyor.
Üzülüyoruz...
Herşeyi taa baştan alıyoruz, herkes kendi
konuşmalarını, gözlemlerini sıralıyor. Tutarsızlıklar,
yalanlar, hayal ürünü zırvalıklar ortaya döküldükçe ve
parçaları birleştirdikçe hayretimiz artıyor. Biz konuştukça
Arda daha derin düşüncelere dalıyor, çünkü o psikolog, bu
anlatılanların korkulacak şeyler olduğunu biliyor. Sonunda
durumu şöyle tarifliyor; “Psikiyatrist değilim ama ben
borderline’ı da aşan şizofrenik bir kişilik problemiyle karşı
karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Ya bilerek oyun oynuyor ya da
ne yaptığının farkında değil. Her halükarda ciddi ve tehlikeli
bir durum. En iyisi biran önce İstanbul’a göndermeli,
tedavisine kalınan yerden devam etmeli”...
Öyle ya, burnumuzun dibinde bu kadar hayal
ürettiğine göre kimbilir uzağımızda kimlere neler anlatmıştı.
Dahası, anlatmaya devam da ediyordu.
Arda, ertesi gün iki psikiyatrist arkadaşını
hastaneye çağıracağını belirterek gitti. Kalanlar sohbete
devam ettik. Derken kapı çalındı, 3-4 silahlı ‘bıçkın’ beni
arıyordu. “Gulrıpş’ta arkadaşlar toplandı, olup biteni
konuşmak için seni istiyorlar”. Silahın ikna güçüne hayır
demek mümkün değildi, çaresiz isteklerine uydum. Siyah bir
‘Volga’ ya doluştuk, Gulrıpş’taki ‘karargah’a vardık. Sanırım
15-20 kişi vardı. Dedim ya, savaş sonrasının kontrolsuz
silahlı grupları çoktu, işte bunlar da o gruplardan biriydi.
Çoğunluğu Türkiyeli, birkaçı savaşa katılmış, çoğu savaştan
sonra gelip silahlanmıştı. Hemen hepsi tanıdıktı. Bir-ikisi
‘durumdan vazife çıkarma’nın ateşli öncülüğünü yapıyordu.
Bunlar, Işık’ın ‘akıl oyunları’na inanmış ve kendilerine olayı
aydınlatma görevi vehmetmiş insanlardı. Işık rolünü iyi
oynamış ve inandırmıştı. Kendilerince sorguluyorlardı. Kimin
saldırdığını soruyorlardı. Saldıran yoktu, anlattığı herşey
yalandı ve ne olduysa kendi kendine yapmıştı... Sorgu bu
minvalde sürüyordu. Olayı aydınlatma kararlılıklarını
göstermek için bir ara dışarı çıkarıp sağıma soluma
Kalaşnikof’la ateş ettiler. Eyvallah. Korktum desem yalan
olur, çünkü bu numaralar Türkiye’de polis marifetiyle sıkça
karşılaştığımız klasik kaba yöntemdi. Ayrıca korksam ne yazar,
onların beklediği türde ne verecek bir bilgim vardı ne diyecek
bir sözüm. Sonra kendi aralarında fiskoslu mütealalarda
bulundular, aynı araçla geri getirdiler. Velhasılı Işık’ın
başıma sardığı bela bu kadar uç noktalara varabildi. Neyse,
insan yaşadıkça neler görmez ki!.. (Durumdan vazife çıkaran bu
‘kahramanlar takımı’nın çeperdeki bazı üyeleri daha sonra
benden özür dileme medeni cesaretini gösterdiler.
Merkezdekiler ise zaten iflah olmazdı, orda-burda çetecilik
oyunu oynamayı sürdürdüler).
Ertesi sabah (3 Ocak 1995), yeni bir haber var
mı’yı öğrenmek için ofise uğruyorum. Uydu telefon sisteminde
üç-beş sayfa faks duruyor, hemen el atıyorum. Işık’ın kocaman
bir fotoğrafının yer aldığı küpürler. Nefes nefese okuyorum.
İşte o zaman ‘borderline’ı da aşan patalojik bir vakayla karşı
karşıya olduğumuzu anlıyorum. Meğer bizim aylarca ‘Işık’ diye
tanıdığımız kişi ‘Lian’ adıyla ne işler karıştırmış.
Küpürler Nokta dergisinin
19
Nisan 1987 tarihli sayısından. “Babıali’den bir Lian geçti”
başlığıyla yayınlanan haber yazısı. İki tam sayfaya yayılmış
şaşırtıcı, akıl almaz bir hikaye.
Özetle, bizim kızın Cumhuriyet, Nokta, Güneş gibi önemli yayın
organlarında önce ‘grafiker’ sonra da ‘gazeteci’ olarak
çalıştığı, ‘Lian’, ‘Aylin’, ‘Işık’ ve ‘Bayan Petrovniç’
adlarını kullanarak pekçok kişiyi dolandırdığı ifade
ediliyordu. Babasının Beyaz Rus anasının Suriyeli olduğunu,
Roma Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirdiğini, hatta ünlü
yönetmen Fellini ile çalıştığını vs. pekçok yalan-dolanın
ortaya saçıldığı bir yazı.
Gelen fakslar arasında bir de iki-üç sayfalık
kitap küpürü de vardı. Engin Ardıç’ın Babıali’yi anlatan
kitabından Lian’a ayrılmış sayfalar. Nokta’daki yazının farklı
bir versiyonu...
Hepsini okuyorum, birkaç kez okuyorum. Gülmek,
kızmak ve üzülmek arasında gidip geliyorum. Daha önce bu
hikakeyi duymuş muydum? Hatırlayamıyorum. Magazin haberlere
hiç ilgim olmamıştır, belki ondan. Ya da gözüme ilişmiş,
unutmuşumdur. Ya da böyle bir bombanın yakınıma geleceğine hiç
ihtimal vermemişimdir. Velhasılı beni şok eden, ‘yuh artık’
dedirten bir durumla karşı karşıyaydım.
Asıl ilginç olan, faksın kim tarafından
gönderildiğini öğrenememiş olmam. Belki Işık’ı Abhazya’ya
yönlendirerek başımıza bunca dert açılmasına vesile olan
annesi-ablası ya da ailesinden yakın biri ‘vicdan temizliği’
için göndermişti, belki kendisinden çok çekmiş olan eski eşi
bize yardımcı olmak için göndermişti. Velhasılı onu iyi
tanıyan, oyunlarını bilen yakın biri göndermişti ve kendisinin
bilinmesini istemiyordu. Bu da anlaşılır bir şeydi...
Artık düğüm çözülmüş, ‘Lian’ foyası ortaya
çıkmıştı. Bundan sonrası, onu olabilecek tıbbi ve psikolojik
destekle normalleştirmek, söz yerindeyse zıvanasına geri
döndürmek ve İstanbul’a göndermekti. Arda ve psikiyatrist
arkadaşlarıyla hastanede buluşup yeni bilgileri de dikkate
alarak durum değerlendirmesi yapıyoruz. Hastanedeki
doktorlarla görüşüyoruz. Migreni dışında fiziki bir
rahatsızlığı olmadığı iyice anlaşılıyor, ertesi gün dinlenmesi
ve kendi kendine kalarak olup biteni düşünmesi, muhasebe
etmesi için bir arkadaşımızın refakatında Pitsunda’daki bir
otele gönderiyoruz. İki hafta kadar burada kalıyor. Ben de
daha detaylı bilgilenmek üzere İstanbul’a geliyorum.
Önce yakın çevreden tamamlayıcı bilgiler
ediniyorum, sonra Cumhuriyet, Güneş ve Nokta’da ‘Lian
vakası’nın tanıklarıyla, olayı yakından bilenlerle konuşup
detaylandırıyorum. Gerçekten dudak uçuklatacak, Lian’ı
hakkıyla şöhrete ulaştıran zekice kurgulanıp oynanmış pekçek
oyun. Bazı gazete ve dergiler ‘Lian’ın Abhazya maceralarını’
yazmamı istiyorlar, ‘hayır’lanıyorum. Bu arada Nokta’nın
kardeş dergisi Express’de ‘Lian çizgi romanı’ başlıyor. İlk
sayıda ‘Lian’ın Babıali maceraları anlatılmakta, son karede
ise Lian elinde valiz Abhazya yolunda resmedilmektedir.
Telaşlanıyorum, ya çizgi romanın devamı varsa!.. Derginin
Levent’teki yerine gidip yetkilileriyle görüşüyorum, aman
etmeyin eylemeyin... Neyse ki devam etmiyor.
Birkaç hafta sonra Abhazya’ya dönüyorum. Lian
iyileşmiş, hiçbirşey olmamış gibi Sohum’da yaşamayı
sürdürüyormuş. Nerde? Benim geçici olarak kendisine sağladığım
dairede. Bir iki kişiden tabanca istemiş, beni vurmak üzere.
Ölümüm Lian’ın eliyle olacaksa şimdiye kadar olurdu. O kadar
uygun ortamda boğazımı bir bıçakla kesmediyse ateş de
edemezdi. Çünkü iyice anladım ki bütün bunları beni sevdiği
için ve beni kaybetmemek için yapmıştı. Çılgın bir aşk,
çaresiz bir tutunma çabası...
‘Çılgın aşığımla’ son kez yüzleşmem ve
helalleşmem şarttı. Bir akşam üzeri kapısını çalıyorum. Beni
görünce bakışı yere düşüyor, biraz tedirgin oluyor.
“Nasılsın”ıma sessizlikle cevap veriyor. İyi görünüyordu.
Belki biraz azarlanma ürkekliği içindeydi. Kendisiyle ilgili,
olup bitenlere dair hiçbirşey sormuyorum, söylemiyorum. Sadece
iyi olmasını istediğimi, hayatın iniş çıkışları olduğunu
söylüyorum. Kendisinin arkadaşıydım, ne sevgilisiydim ne de
aşığı. “Evet” diyor, “anladım”... İstanbul’a dönmesinin
kendisi için iyi olacağını söylüyorum. Abhazya’da kalmaya
devam edecekse ve bu dairede oturmayı sürdürecekse ev
sahipleriyle görüşüp anlaşmasını belirtiyorum. Ona şans
diliyorum ve veda ediyorum. Bu benim ‘Işık’la, ‘Lian’la,
‘Aylin’le, ‘Bayan Petrovniç’le... ya da gerçekte her kim
idiyse, son konuşmamdır. Sonra o bazen İstanbul’a gidip
gelmiştir, ben ha keza... Bazen Sohum caddelerinde uzaktan
birbirimizi görüp yol değiştirmişizdir ya da cafelerde
rastlaşıp mekan terketmişizdir.
Ben 1996 başında Abhazya’dan ayrılıp Moskova’ya
geçtim, ondan sonra kendisini hiç görmedim. Sanırım bir süre
daha Abhazya’da kalıp sonra İstanbul’a döndü ya da başka bir
yere gitti. Aradan bunca yıl geçti, anılar epey gölgelendi ama
hala uzaktan birini ona benzetip yol değiştirmeye devam
ederim. Ne olur, ne olmaz...
Görüyorsunuz, ‘insanlık hali’nin sınırları
geniştir ve son derece çetrefilli. Yarım yüzyıllık yaşamımda
pekçok insan tanıdım, iyisiyle kötüsüyle pekçok olaya tanıklık
ettim. Benim gibi pekçok olay yaşamış bir arkadaşım, sakın
hayat süren diğer arkadaşımın “yahu bütün bunlar seni mi
buluyor” sorusuna hiç tereddüt etmeden şu cevabı vermişti; “Ne
yapayım, senin gibi evimde oturmuyorum, hayatın içinde
yürüyorum ve yürüdükçe pekçok şeye raslıyorum”... Evet,
hayatın içinde yürüdükçe olaylar sizi buluyor. Doğrusu bazen
kendi kendime “biraz evinde otur be adam” demişimdir. Yoruldum
mu ne...
Sonuç olarak, Nokta’nın başlığına benzetirsek
‘Abhazya’dan bir Lian geçti’ ya da ‘hayatımdan bir Lian
geçti’. Hem de çarptı geçti... Belki ‘Lian’ı güvensizliğe ve
çokkişilikliliğe sürükleyecek gerçek travmalar yaşadı, belki
de içinde zaptedemediği bir ‘oyun oynama isteği’ vardı. Ya da
hep benim gibi ‘işe yaramaz’, ‘oyunbozan’ erkeklerle
karşılaştı hayatı boyunca. Her ne idiyse, sonuçta bir ‘Lian
vakası’ çıktı ortaya...
Şimdi nerelerdedir, ne yapmaktadır bilmiyorum.
Her neredeyse ve hangi isimle yaşıyorsa, umarım kendi başına
dert açmadan ve kimsenin başına bela olmadan, sakin ve huzurlu
bir hayat sürüyordur. Bunu içten diliyorum.
İşte, ‘İklim’in çağrıştırdığı ‘Lian’ ile ilgili
anılarımın özeti. Bu anılar, 16 yıllık bir derinlikten çıktı.
Günübirlik notlar tutmamış olduğum için elbette ufak-tefek
eksikler ve kronolojik sapmalar olmuştur. Anlattıklarım
bütünüyle gerçektir; yaşadıklarımın, öğrendiklerimin ve
gözlemlediklerimin toplamından oluşmaktadır. Yine de,
algılamalarımı ve yorumlamalarımı da içerdiğini ifade etmek
isterim. Objektif olanla subjektif olanı dengeleyerek ve en
başında da belirttiğim gibi mümkün olduğunca kişi haklarını,
hasta haklarını ve hakkaniyeti koruyarak, ve de ‘insanlık
hali’nin hoşgörü sınırlarını gözeterek bir özet yapmaya
çalıştım. Günahı da sevabı da bana aittir....
Meraklıları için tamamlayıcı ekler;
Ek.1
İsmet Berkan’ın yazısı, Hürriyet Gazetesi, 13 Mart 2011
Bir
Lian Mit vardı...
Gazetecilik ve siyaset... İkisi de erkeklerin egemenliğindeki
meslekler. Şimdilerde gazetecilikte erkek egemenliği biraz
olsun seyreldi belki ama benim mesleğe başladığım ilk yıllarda
durum fenaydı. Mesela ben 1978 sonunda Cumhuriyet Gazetesi’nin
spor servisinde çalışmaya başladığımda, gazetenin köşe
yazarları hariç bütün editoryal kadrosu tek bir büyük salona
sığardı. Ve bu koca salonda dört kadın vardı sadece: Şükran
Soner, Ümit Alemdar, Meral Tamer ve Emine Uşaklıgil. Evet,
sonuncusu patrondu ama henüz stajyer patron. O yüzden dış
haberler servisinde Meral Tamer ve Osman Ulagay’la birlikte
oturur, sabahtan akşama daktilo başında çalışırdı. Yüz tane
erkeğin arasında olmak nasıl bir duyguydu bu dört kadına
sormak lazım. Benim de annem gazeteciydi ve onun meslekteki
yıllarında bütün Babıali’deki kadın sayısı üçü-beşi
geçmiyordu.
Her
neyse, 80’li yıllarda bizim katta kadın sayısında sınırlı bir
artış oldu. Hasan Cemal, harita yayınlamayı çok seven bir
genel yayın müdürüydü, o sayede Cumhuriyet’in bir grafik
servisi oldu, burada da dünyanın en çalışkan iki kadını görev
aldı. (Bu arada başka servislere de kadın gazeteciler gelmeye
başlamıştı ama hala sayıları azdı.) 80’lerin ortasında bu
bizim gül gibi grafik servisimize bir gün bir kadın daha
katıldı. Bu genç kadın, efsanesiyle birlikte gelmişti. Adı
Lian, soyadı Mit’ti. Beyaz Rus asıllıydı. İtalya’da grafik
okumuştu. Bir İtalyan’la evlenmiş, ondan çocuğu olmuş, sonra
boşanmış ve sağlık sorunları da olan küçük çocuğunu alıp
Türkiye’ye dönmüştü.
Küçük çocuğunu doyurabilmek için çalışması gereken bu genç
kadının hikayesinin bizim Cumhuriyet’in yazıişleri katında
nasıl bir ‘şefkat’ duygusu patlamasına yol açtığını, bizim
erkeklerimizin Lian Mit’e yardımcı olabilmek için nasıl
gündüzleri masasının etrafında pervane olduklarını görmek
hayata ilişkin derslerle doluydu.
Sonra sonra gece falancayla filan meyhaneye gittiğini, oradan
ayrılıp bir başka arkadaşımızla falanca barda buluştuğunu vs
dinlemeye başladık. Erkek toplumunun en fena özelliği,
erkeklerin birbirleriyle konuşmasıdır. Burada farklı olan
durum, Lian Mit’in bütün erkekleri bir diğerine söylemesi,
onları baştan haberdar etmesiydi.
Ama
gariptir, herkes herkesin hikâyesini bilse de öyle kıskançlık
kavgaları falan da çıkmıyordu. Gazetenin erkekleri birbiriyle
yarış halinde Lian’a ‘şefkat’ gösterme peşindeydi. Ona
hediyeler alanlar, çocuğunun hastane masrafı için katkı
sağlayanlar, borç verenler, kefil olanlar...
Artık her şey çok rahatsız edici olmaya başladığında Lian Mit
işten çıkarıldı; çünkü aslında iş falan yapmıyordu. Grafik
yapmayı bilmediğini ben daha Lian Mit’in işteki ikinci gününde
tespit etmiştim, o sıralar Ümit Kıvanç’la birlikte yaptığımız
‘Siyaset’ eki için bir siparişim bir türlü yapılamayınca...
Ama
yine de işten çıkarıldığında üzüldüm; onun peşinde bir ümitle
dolaşmaktan iş yapamaz hale gelen hiçbir erkeğe hiçbir şey
olmamıştı.
Kısa
süre sonra Lian Mit’in Nokta Dergisi’nde işe girdiğini
öğrendik. Nokta’cılar bizden Lian Mit’le ilgili bilgi/dedikodu
soruyorlardı sürekli, bu sayede Cumhuriyet’in erkekleri olarak
bizler de Lian Mit’ten haberdar olmaya devam etmiş oluyorduk.
Derken bir haber geldi, Lian Mit, genel yayın yönetmeni ve
başyazarın özel danışmanı olarak Güneş gazetesine işe
alınmıştı. Hem de Nokta dergisinde işten atıldıktan hemen
sonra. 19 Nisan 1987 Cumhuriyet’in içinde bombanın patladığı
gündü. Çünkü o gün piyasaya çıkan Nokta dergisinde bizim Lian
Mit birkaç sayfalık bir haberin konusuydu.
Lian
Mit, Nokta dergisini yayınlayan Gelişim Yayınları’ndaki
erkekler arasında da aynen Cumhuriyet’te yarattığı
dalgalanmayı yaratmış, fakat biraz daha ileri giderek pek çok
kişiyi evine aldığı müzik seti, TV, buzdolabı, çamaşır
makinesi vs için kefil etmişti. Gelişim’in erkekleri ellerinde
borç senetleriyle kalakalmışlar, Lian Mit gitmişti.
Zaten Nokta’nın haberine göre Lian Mit’in adı da yalandı,
özgeçmişi de. Ne Beyaz Rus’tu, ne İtalya’ya gitmişti...
Türkiye’nin en ‘uyanık’ ve en ‘külyutmaz’ geçinen erkekleri
aylarca bir ‘mitoman’ın anlattığı ‘mit’lerin peşinde helak
olmuştu...
Ek.2
Türe Özçelik’in yazısı, 10 Ekim 2009, Akşam gazetesi
Medyadan bir 'Lian Mit' geçmişti
...
80'li yılların ortalarıydı. Bir, Lian Mit fenomeni yaşandı.
Lian, birden piyasaya çıktı. Herkes onu, onun bize anlattığı
kadar tanıyordu. Uzun boylu, bembeyaz duru tenli, şahane
vücutlu bir kızdı. 20'li yaşlardaydı. Rus asıllıymış, beş dili
anadili gibi konuşurmuş... Annesi ve babası Rusya'da bir
üniversitede öğretim görevlisiymiş. Cumhuriyet Gazetesi'nden
Gelişim Yayınları'na kadar pek çok yayın grubunda çalışmış.
Bir gün çalıştığım gazetenin ofis boylarını bir telaştır aldı.
Salavatla çıktığımız, kırmızı halılı yönetim katına
sandalyeler, masalar taşındı. 'Sonra yine veririz' diye benim
masamdaki telefon söküldü. Yan masamdaki daktilo alındı. Hoop,
bir saat içinde yönetim katında bir oda, Lian Mit için
hazırdı. Günler günleri kovaladı. Yaşlarımız yakın olduğu için
belki de, Lian Mit beni pek sevdi. Güzelim odasını bırakıp
aşağıda, benim masamda vakit geçirmeye başladı. Bir gazetenin
üst düzey yöneticisiyle sürekli telefonlaşma halindeydiler ama
bizim gazetenin yönetimine de boncuk dağıtmaktan geri
durmuyordu. Bu arada nadiren hazırlamak üzere üstlendiği yazı
konuları için sürekli benden yardım istiyordu. Müdürü 'Dansın
tarihçesini hazırlar mısın?' demiş. Evde hazırlayıp eline
vermiştim. O güne kadar benim yazılar kesilip biçilirken, onun
için yazdıklarım, tam sayfa yayınlanıyordu. Elbette, Lian'ın
imzasıyla.
Genel Müdür Yardımcısı 400 bin lira alırken, onun ederi 550
bindi. Lian, o dönemde pek çok yöneticiyle birlikte oldu,
onlardan borç aldı. İşin komiği hepsi birbirinden habersizdi.
Sonra işin kokusu çıkmaya başladı ve Lian Mit bu trafiği iyi
idare edemediğinden, derdest edilip gönderildi. Ama nereye?
Hiç kimse bilmedi. Hatta bir süre sonra, zamanın en iyi
haftalık dergisi Nokta, Lian'ı göbekten haber yaptı; 'Kim bu
Lian Mit?' diye sordu. Yıllar sonra cevap vermek kısmetmiş;
Lian Mit, medyanın ahvalinin sembolüydü. Akıllı olup trafiği
iyi idare edebilseydi , bugün artık yazı yazmayı da öğrenmiş
olacaktı...
Ek.3
Nokta dergisi haber küpürü, 19 Nisan 1987 |