12 Haziran’da Türkiye kendine yakışan bir
şekilde sandıklandı. Sürpriz yok, genel görüntü değişmedi.
Memleket, milliyetçi-mukaddesatçı ideolojinin dominasyonunda
yoluna devam edecek. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle tahkim
edilen sağın 30 yıldır süren yüzde 70’lik hegamonyasının
neredeyse ‘makus talih’e dönüştüğünü söyleyebiliriz. AKP, MHP
ve diğer milliyetçi-muhafazakar parti ve grupların oylarına
bir de CHP’ye yuvalandırılanları eklersek, üzerimizde nasıl
bir sağ ağırlık olduğunu daha iyi kavrarız. Yine de, benim
gibi nefes almakta zorlanan azınlıktakileri umutlandırabilecek
pekçok olumlu gelişme de oldu...
Recep Tayyip Erdoğan’ın her iki faniden birinin
hayır duasını alan muazzam yükselişi otoriterliği daha da
mutlaklaştıracak gibi gözükse de, AKP’li vekil sayısının
330’un altında kalması benim kafadakiler için önemli bir
teselli ikramiyesidir. Neyse ki başbakanın bu meclis
aritmetiğinden anayasayı istediği gibi değiştirip herşeye
kadir bir ‘başkan baba’ olması pek mümkün gözükmüyor.
AKP’liler hayallerindeki 367’yi bulamadılar, kabullendikleri
330’u bulamadılar. 326’nın sağlayacağı ‘lüküs hayat’la
yetinsinler...
CHP’nin ‘sağ oy aşkına’ kimi milliyetçi
gladyatörleri omuzlayıp meclise çıkarmasına içerlesek de,
vitrinini epeyce değiştirmiş olması, proje üretir hale
gelmesi, demokratik açılımlar yapması ve halkçılığını yeniden
hatırlaması umut vericidir. Yanısıra Rıza Türmen, Sencer Ayata,
Binnaz Toprak gibi değerleri meclise kazandırmış olması
sevindiricidir. Umarız bu ve benzeri isimler, daha önce AKP
saflarında meclis’te boy gösterip gıkı çıkmayan Zafer Üskül
gibi ‘etkisiz eleman’ konumuna düşüp mahcup olmazlar. Sakarya
Kafkas Derneği’mizin üyesi Engin Özkoç’a da meclis’te
başarılar dileyelim, toplumumuzun kendisinden çok şey
beklediğini belirtelim.
Beni asıl tesellendiren ve umutlandıran ise,
omurgasını BDP’nin oluşturduğu ‘Emek,
Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun meclise taşıdığı 36 bağımsız
vekildir. Bu blokta yer alanlar, siyaseti dar Kürt
milliyetçiliği ekseninden çıkarıp solu kucaklayan bir
genişliğe ve menzile ulaştırabilirse, meclis’te taa 45 yıl
önce 15 TİP’li vekilin yarattığı umut ve heyecan fırtınasını
yeniden oluşturabilirler. Bu Türkiye için, demokrasi için, sol
için bir şanstır. Umarız Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü
ve benzerleri, Ufuk Uras’ın ve Akın Birdal’ın beceremediğini
becerip, bu döneme sol adına damga vururlar.
Bu minvalde son sözüm MHP içindir. Türk milliyetçiliğinin
barajı aşıp meclis’e girmiş olması, giremeseydi kendisini
sokakta ve daha uçta ifade etmeye yönelebileceği ihtimali
nedeniyle, tesellidir. Demek oluyor ki, mücadelelerine meclis
yoluyla ve diliyle devam edeceklerdir...
Herşeye rağmen bu seçim sonuçlarıyla Türkiye
yeni bir döneme adım atmıştır. Önümüzde duran en çetrefilli
konu, ülkeyi ‘Türk-Sünni’ monolitiğine hapseden zapt-ı raptın
topyekün değiştirilerek, tüm kesimleri kucaklayacak çağdaş bir
anayasa’nın yapılmasıdır. Elbette buradaki makul beklenti,
yeni anayasanın Kürtlerin ve diğer
etnik-kültürel-dinsel-siyasal-toplumsal hak ve taleplerin
karşılık bulacağı bir ustalıkta kotarılabilmesidir. Velhasılı
yeni dönem, hak ve taleplerin en üst düzeyde seslendirileceği,
toplumsal uzlaşı pazarlıklarının en keskin uçlarda
sonuçlandırılacağı bir dönem olacak.
Hiç kuşku yok ki bu yeni dönemde ‘ağlayana meme
verilecek’. Elbette ne istediğini bilen ve en üst perdeden
seslendiren Kürtler ve bunu kısmen yapabilen Aleviler yol
alacak. Peki ‘diğer’lerin hakları nasıl zapta geçirilecek? Biz
Çerkesler gibi hak ve taleplerini ürkek-mahcup sözcüklerin
ilerisine taşıyamayanlar ya da hiç ses vermeyenler,
sessizliğin çaresizliğini mi yaşayacak? Eğer bugünkü gidişat
aynen devam ederse, görünen o ki, yıllardır hüküm süren etnik
ve mezhepsel monolistik yapıdan dualistik yapıya geçilecek;
Türk-Kürt, Sünni-Alevi...
Denilebilir ki, dualizm monolizmden ehvendir;
riske gireceğimize yeni toplumsal denklemin empati insafına
kendimizi teslim edelim, elbet bize de birşey düşer. Bu da bir
tercihtir, ‘bekle ve bekle’ tercihi... Diğer yolsa, bu
dualizmin dışında kalan ve tek tek yeterince ses
veremeyenlerin biraraya gelip koro oluşturmasını ve birlikte
ses vermesini denemektir. Yani, Çerkesler, Boşnaklar, Lazlar,
Gürcüler, Arnavutlar, Ermeniler, Süryaniler, Araplar,
Museviler, Rumlar... velhasılı kader birliği yapabilecek diğer
‘az sesliler’ ve ‘sessizler’ biraraya gelip bir ıslık
çalabilir. Umut var mı? Var...
Yukarıda tariflemeye çabaladığım Türkiye
iyimserliğimin yanında umudumu artıran başkaca gelişmeler de
oldu. Geçen ay ‘Çerkes soykırımını tanıma’ kararı alarak
siyasi kurnazlık atağı yapan Gürcistan Parlamentosu’nun bu
adımı hem Adigeler hem diğer Kuzey Kafkas halkları tarafından
pek ciddiye alınmadı, karşılık bulmadı.
Gürcistan’ın bu kararı ilk günlerde anavatanda
ve diyasporada kimi Adige milliyetçilerinin gönlünü biraz
okşamış olsa da, Kaf-Fed’in kararlı tavrı sayesinde bu
kurnazlığın foyası çabuk döküldü. Münferit alkışlar ve
‘teşekkür Gürcistan’ sesleri giderek sustu, yerini aklı selime
bıraktı. Sonuçta Gürcistan’ın Kuzey Kafkas halklarını yanına
alarak Abhazya ve G. Osetya’yı
yalnızlaştırma stratejisinin ürünü olan ‘Çerkes açılımı’na
prim verilmedi. Kafdağı kardeşliğinin Gürcü kurnazlığına ve
hokkabazlığına feda edilemeyecek kadar güçlü ve kalıcı
olduğunu görmek sevindirici ve gelecek için güven verici...
Bir diğer umut verici gelişme ise insanlık ve
vefa adınaydı, tarihi bir kadirşinaslık örneği...
Geçen hafta (10 Haziran günü) Abhazya’dan bir
dostum kısa bir mail göndererek İtalya’dan gelen bir heyetin
Tatyana Sultanovna Pabba’yı ziyaret ederek 1943-1945
yıllarında İtalya’da faşizme karşı savaşa katılan rahmetli
babası Sultan Pabba adına kahramanlık nişanı verdiğini
bildirdi.
Tatyana Pabba Abhazya’ya ilk gittiğimde (1989) beni
havaalanında karşılayan ve evinde konuk eden ‘Tata hala’mdır.
‘Osmanlı kadını’ denilen türde bir insan abidesidir, beni hep
en sıcak duygularla bağrına basmıştır. Sekiz yıl kadar önce
Abhazya’ya gidebilmiş olsaydım, İtalya’da savaşa katılıp
kahramanlık gösteren Sultan Pabba’yı da tanıyacaktım. Tata
hala bu eksiğimi babasını uzun uzun anlatarak gidermeye
çalışmıştı. Sultan Pabba’nın öyküsü bir romana ya da bir
sinema filmine konu olacak kadar heyecanlıdır. 2. Dünya
Savaşı’nda Sovyet ordusunda piyade ve istihbarat subayı olarak
görev almış, Alman işgal kuvvetlerince yakalanıp önce
Polonya’ya sonra Almanya’ya oradan da İtalya’ya gönderilmiş,
üç arkadaşıyla birlikte faşistlerin elinden kaçarak
İtalya’daki anti-faşist direniş hareketine katılmış, İtalyan
kahramanı Guseppe Garibaldi’nin adını taşıyan partizan
birliğinde komutan yardımcılığı yapmıştır. Levanto şehrinin
kurtarılması ve müttefik kuvvetlerin Cenova’da karaya
çıkmalarını sağlayan operasyonda öncü rol üstlenmiş, birkaç
kez yaralanmış ve savaşın bitiminde 1946’da Abhazya’ya geri
dönmüştür.
İşte 70 yıl kadar sonra İtalya’dan bir heyet Abhazya’ya
gelerek, vatanlarının kurtarılması savaşına katılan ve
kahramanlık gösteren bu adamı onurlandırmışlardır; şimdi
80’lerine gelmiş olan kızı Tatyana’ya rahmetli babasının
hakettiği kahramanlık nişanını vermişlerdir. Ey insanlık
vefası, ey İtalyan kadirşinaslığı. 70 yıl unutmamış, 70 yılın
üstüne yatıp teşekkür borcunu görmezden gelmemiş. Hafızasında
saklamış, zamanı gelince yola düşmüş, aramış araştırmış Sultan
Pabba’nın ailesini bulmuş ve şükranlarını sunmuş, Sultan
Pabba’nın Eşera köyündeki mezarına gitmiş ve saygı duruşunda
bulunmuş.
Bu bana insanlık bilinci adına umut verdi. Biraz da utandırdı.
Biz de bir toplumuz, biz de 1992-1993’de Abhazya’nın özgürlük
savaşına diyaspora adına katılan kahramanlara sahibiz. Toplum
olarak şehitlerimizi, gazilerimizi, kahramanlarımızı
hafızamızda ne kadar canlı tutabiliyoruz, onları ne kadar
layikiyle onurlandırabiliyoruz? Toplumsal bilinç ve vefa
duygusu açısından Avrupa ile aramızda okyanus kadar mesafe
olsa da, insanlık bilinci ortaktır, bize de ulaşır elbet. Bize
de bir pay düşer... |