...................
...................
Abhazya’da zamanın ruhu: Herşey değişir, ve herşey aynı kalır...
“TANRI’NIN ÜLKESİ”NDE İŞLER YOLUNDA

20.12.2011

Sezai Babakuş
...................
 
...................

Tam yirmi yıl sonra Ritsa’nın balkonundan baktım “Tanrı’nın ülkesi”ne. Zamanın durduğu andı ve herşey yolundaydı... Şafak vakti, dostlarımın kanadında geldim buraya. Gözlerimi kapatıp çıktım balkona, derin bir nefes alıp denizin ve havanın serin kokusunu çektim içime. Anılar peş peşe filizlenince, bitmesini istemediğim bir rüyadaymışçasına uzattım o anı. Sonra, tanıdık bir sese uyanır gibi yavaşça açtım gözlerimi. Karadeniz’in sisli uzaklığına baktım. Ve asılı duran bulutların akçalanan yüzüne. Kentin denizle buluştuğu o bildik kıyıya yöneldim; (sağda) tarihi binaları geçip eski kalenin kalıntılarına doğru, (solda) palmiyeleri ve okaliptüsleri aşıp büyük sürgünün acısına tanıklık etmiş olan eski limana doğru ve (arkada) şehrin içine uzanıp botanik bahçesine ulaşan büyük bulvara doğru baktım. Gündoğumuna ramak vardı. Rüzgar uykudaydı, dalgalar uykuda. Şehir uykudaydı, insanlar uykuda. Ve balıklar, martılar, kediler uykudaydı. İçten bir gülüsemeyle selamladım sabahın sessizliğini. Tam yirmi yıl sonra aynı noktadan baktım “Tanrı’nın ülkesi”ne. Zamanın durduğu andı ve herşey yolundaydı...

Evet, tam yirmi yıl önce olduğu gibi yine Ritsa Oteli’nin köşe balkonundayım. Buradan bakmıştım ilk kez Sohum’a, ve buradan tanıyıp sevmiştim “Tanrı’nın ülkesi” Abhazya’yı.

Öyküyü bilirsiniz: Burası aslında Tanrı’nın bu dünyada kendisi için ayırdığı yerdir de, yurtsuz kalmayalım diye biz Abhazlara vermiştir. Bizimkisi de bir öyküdür ya, yine de Papua-Yeni Gine’lilerin kendi yurtlarını ‘cennet’ sayan ya da İbranilerin İsrail’i ‘vadedilmiş topraklar’ diye kutsayan öykülerinden daha sahicidir. Neyse, öykünün bundan sonrası bana dairdir.

Evvel zaman içinde birgün, büyük büyük dedem (ki, henüz 8-10 yaşlarındaydı) bugünkü Ritsa Oteli’nin olduğu kumsalda haylaz haylaz dolaşıp denizde taş sektirirken(!) savaş başlamış ve pekçokları gibi salaş bir gemiye bindirilip Osmanlı diyarına sürgün edilmiştir. Zaman akıp gitmiş, gün olmuş-yol olmuş ve bendeniz, 1989’un 23 Ekim’inde Moskova üzerinden Sohum’a uçup, Ritsa’nın benle özdeşleşen bu balkonuna bir haftalığına konmuşumdur. Bu balkondan Abhazya’ya bakmışımdır, tanımışımdır ve sevmişimdir. Kısa bir ziyarettir ama yüzyıllık hasrete merhem olacak kadar şevkat, devamını şart kılacak kadar davet yüklüdür. Yine de, diyaspora defterini kapatıp buraya geri dönmem bir yıldan fazla zaman almıştır, 1991 14 Nisan akşamı yeniden aynı balkona tüneyebilmişimdir.

Meraklıların, “Tanrı mı gönderdi, otostopla mı geldi” bakışları ve fısıltıları altında, 1992’nin 28 Mayıs’ına kadar (yani bir yıl, bir ay ve 15 gün) bu balkonda kurulup “Tanrı’nın ülkesi”ne bakmışımdır. Otel bakım gerekçesiyle kapatılmamış ve herşey olurunda gitmiş olsaydı burada
kalmayı sürdürecektim ya, maalesef öyle olmamıştı. Otel kapatılmış ama bakıma alınamamıştı, çünkü (14 Ağustos 1992’de) savaş çıkmıştı. Dahası, bombardımandan fazlasıyla nasibini almış ve yıllarca dört duvar bir yıkıntı olarak kalmıştı. Savaştan sonra, her önünden geçtiğimde yüreğim sızlasa da, arada bir dayanamayıp yarısı uçmuş balkona tırmansam da, tabanı-tavanı kalmamış odamı özlesem de nafileydi; giden gitmişti... Benim düzen de değişmişti, yeniden beriye dönüp diyasporalı olmuştum. Bu arada, Moskova’da palazlanan bir müteşebbis, bir çuval parayla gelip otele el koymuş, adam etmiş, müşteri kabulüne başlamıştı. Abhazya’ya her gidişimde, aynı odayı tutup balkonunda kurulmaya niyetlendiysem de, cebimde bir gününe dahi yetecek para olmamıştır.

Ve en son, 2008’in Eylül sonunda kendimce hazırlıklı gitmiştim de, zafer kutlamasına bağımsızlık kutlamasının da eklenmesiyle müşteri bolluğu yaşanmış ve benim odanın günlük ederi açık artırmayla dörtyüz dolara kadar çıkmıştı. Mecburen bir kez daha pas geçmiştim.
İşte bu kez oldu. Sunay Sohum’dan arayıp davet edince, Handan, Osman ve Betül bu davete teşne olup beni de sürüklemeye niyetlenince, dostluğumu pahalıya satmaya karar verdim. Tartışmaya açık olmayan şartım, o otelin o odasında konaklamamın sağlanmasıydı. Sağolsunlar, nazıma katlanıp neyse gereği yaptılar...

Sınırı aşmak...

THY’nın koltukları sıkışık bir uçağıyla İstanbul’dan havalanıp yerel saatle 03:30 gibi Soçi’ye indik. Soçi havaalanının yirmi küsür yıldır bildiğim-tanıdığım asık yüzlü, paslı-pasaklı ilkel hali uçup gitmiş; terminal yenilenmiş, ‘düşman kapıya dayandı’ ruh halindeki personel değişmiş. Daha güleryüzlü, modern bir havaalanı olmuş. Belliki Ruslar Kış Olimpiyatları uğruna Soçi’de bir devrim başlatmıştı. Pasaport ve gümrük kontrolünü geçip bizi karşılayan wan’e bindik ve her yanıyla şantiyeye dönmüş kenti geçip Abhazya sınırına vardık. Burada herşey büyük ölçüde eskisi gibiydi. Pso nehri üzerindeki köprülü sınırda düzen, pas-pasak aynıydı. Sadece personelde biraz değişiklik olmuştu; nemrut suratlı kuşkucu bakışların yerini daha lakayıt bakışlar almıştı. Gecenin tenhalığı da yardım edince, 30 dakika gibi rekor bir kolaylıkta sınırın Rusya tarafını aşıp Abhazya tarafına geçtik. Bu geçiş uğruna 5-6 saat beklediğim zamanları hatırlayıp, pasaportumu damgalayan kıza abartılı bir cömertlikle gülümsedim, o da ‘beni bir de mesaiden sonra gör’ hınzırlığında göz kırparak karşılık verdi.
Sınırın Abhazya tarafında da pek birşey değişmemişti. “Ruslardan geçen bizden de geçer” pratikliği devam ediyordu. “Tanrı’nın ülkesi”nde pasaporta göz ucuyla bakmak yeterdi, kayıt-kuyut gibi teferruata ne lüzum vardı !...

Abhazya’nın her karışı muteberdir de, benim için biricik olan Sohum’dur ve özellikle de Ritsa’nın bulunduğu kıyı şerididir. O yüzden, sınırdan oraya kadarki Gagra-Gudaut-Novy Aphon güzergahına kayıtsızlığımdan hiç rahatsızlık duymam. Sisli ve koyu bir tenhalıkta yol alıp, sabahın 06:30’unda Ritsa’nın kapısına dayandık. Uyku sersemi resepsiyonistten anahtarları almak epey emek gerektirdi. Ve sonunda, diğerlerini kendi hallerinde bırakıp odamın yolunu tuttum. Merdivenleri nefes nefese çıktım, heyecanıma hükmederek kapıyı açtım, odaya şöyle bir göz attım; herşey farklıydı ve herşey aynı.

Zamanın durduğu an...

Balkona iskemle çekip, bir sigara tellendirdim. Ağır bir devinimle görüş alanımdaki herşeyi yeniden ve yeniden gözden geçirdim. Hiç hareket yoktu. Öndeki kahve ocağına (rahmetli Agop’un yeri) baktım, yanında satranç oyuncularının buluşma yeri olan ağaçlıklı alana. Yeniden denize yöneldim, geniş bir yay çizip solda koy’un uzak kıvrımında bambu ormanına gizlenmiş daça’ya, devamındaki yamaca ve daha ilerde üniversite binasına baktım. Yeniden, sahil boyunca uzanan ‘piyasa caddesi’ne zoom yaptım. Kimi binaların makyajlanan yüzünü saymazsak herşey yirmi yıl öncesiyle aynıydı, yirmi yıl öncesi gibi sessiz ve kıpırtısız. Zaman durmuştu. Geçmişin kokusunu duydum, tadını aldım...

O an gözlerimin gördüğüyle, aklımın ve yüreğimin yirmi yıl geriden bulup çıkardığı görüntüler birbirine karışmaya başladı. Hiç ses, hiç hareket yoktu, ama dalgalar peş peşe kıyıya toslayıp köpük bırakıyor; martılar kanat çırpıp denize pike yapıyor; çocuklar kıyıda koşturup çığlık atıyor; rüzgar ağaçların yapraklarına dans ettiriyor; kuşlar daldan dala dolaşarak şarkı söylüyor; yeni yetme gençler ağaçların altında acemice flört ediyordu. Ve asıl cümbüş, iki tarafında deniz kızı heykellerinin olduğu geniş tak’ın sahanlığında başlattığım karnaval tüm coşkusuyla sürüyordu; Ardzınba da teşrif etmiş, çocukların ve gençlerin ortasında Dalida’yla dans ediyordu.

Önce rüzgar uyandı eskisi gibi, ve deniz ve martılar. Uzakta, sokakları süpüren iki silüet belirdi, peşlerinde gölge gibi dolanan küçük bir köpek. Sabah kahvesi meraklısı yaşlı adamlar ağır adımlarla gelip ocağın önünde sıra tutmaya başladı, eskisi gibi. Evet herşey aynıydı, ama tanıdık kimse yoktu. Sonra ocağın kepengi kalktı, eskisi gibi. Ama görünen Agop’un yüzü değildi. Zaman aktı, kalabalık arttı. Daur’u, Alik’i, Gunda’yı, Rada’yı, Diana’yı, Ruslan’ı, Manana’yı, Adgur’u, Mişa’yı, Lena’yı, Viktoria’yı ve diğer dostlar gördüm, ama görünen onlar değildi. Ve Eleni ve İndira, kendilerine katılmam için bana el sallıyorlardı... ve Elenor, yine çapkın-muzip bakışlarıyla beni süzüyordu, ama hiçbiri orda değildi...

Evet, geçmişle şimdi karışmıştı. Şimdiki zamana, geçmiş zamanın görüntülerini ekip kendimce bir kolaj yapıyordum. Devam ettim. Çevredeki cafe’ler-restaurantlar açılmaya başladı, eskisi gibi. Ama hemen hepsi salaşlıktan lükslüğe terfi etmişti. Otelin yanındaki geniş caddeye arabalar gelip park etmeye başladı, eskisi gibi. Ama eski-püskü jiguli’lerin, volga’ların, lada’ların, niva’ların yerini son model bmw’ler, mercedes’ler, toyoto’lar, lexus’lar, infiniti’ler, land rover’lar almıştı. Öğleye doğru kalabalık arttı. Yürüyenler, konuşanlar, şakalaşanlar, gülüşenler. Baktım yakına-uzağa, gelen geçene. Bakımlı, pahalı giyimli, kendine güvenen insan manzaraları. Hepsi oranın insanlarıydı. Lakin tanıdık-bildik kimse yoktu.

Herşey değişir...

Evet, “Tanrı’nın ülkesi”nde işler yolunda gibiydi, herkesin keyfi yerinde gibi. Herşey eskisi gibiydi, ve herşey yeni. Öğleden sonra, şehrin içlerine yürüyüp tanıdık avına çıktım.

Şehir genel hatlarıyla aynı gözükse de için için çok şey değişmişti. Yirmi yıl önceki entelektüel ehlikeyfin saltanatı bitmiş, girişimciliğin devri başlamıştı. Eskinin ürün kıtlığı yaşayan dükkanlarına bolluk yağmıştı. Bu, doğal bir süreçti. Ayak uyduramayan ‘eski’ler çekilmiş, meydanı değişimin öne ittiği ‘yeni’ler doldurmuştu. Tanıdıklarımın çoğu kayıptı. Bulabildiklerimin çoğu ise, yirmi yıl önceki değildi. Zaman herkesi değiştirmiş, dönüştürmüştü. En acısı da, yirmi yıl önce yüreğimi hoplatan genç kızların yaşlanmış kadınlar olduğunu görmekti. Eskisi gibi “Sizaaay” diye seslenip kucaklasalar da, bana kattıkları buruk bir tattan ibaretti...

İlk günkü aramalarımı tesadüfi karşılaşma metodu üzerine sürdürdüm. Gazetecileri, yazarları, şairleri, ressamları, müzisyenleri, akademisyenleri, öğretmenleri... müdavimi oldukları mekanlarda aradım. Çok azına rasladım. Evet, entelektüel dostlarımın bir kısmını zaten savaş sırasında ya da sonrasında yitirmiştim. Kalanlar ise ya makas değiştirip girişimciliğin rüzgarına tutunmuşlar ya da yoksunluğun ve tükenişin tenha köşelerine sürüklenmişler. Kimileyin samimi ama çaresiz, kimileyin gururlu ama kof kucaklaşmalar yaşadım. Hayat böyleydi...

Neyse ki, kadim dostlar Arda İnalipa ile Liana Kvarçelia (ve Asida Şakrıl) ile programlı bir görüşme ayarlayıp moralimi düzelttim. Her üçü de Abhazya’nın yetiştirdiği en önemli orta kuşak yurtsever aydınlarındandı. Savaştan hemen sonra kurdukları vakıfla topluma ve ülkeye çok değerli katkılarda bulundular. Halen canla başla çalışıyorlar; makas değiştirmeden ve enseyi karartmadan... Onları her gördüğümde iyimserliğim kamçılanıyor.

Halk cephesinde durum böyleydi, devlet cenahına yöneldim. Evet, burada da pekçok değişiklik olmuştu ama yeni gelenleri de gidenler kadar iyi tanıyordum. Önce, savaş sırasında ve sonrasında (4-5 yıl) bünyesinde görev yaptığım Dışişleri’ne uğradım. Çiçeği burnunda bakan Viacheslav Chirikba henüz koltuğuna ısınıyordu. Eski bakan Maksim Gunjia’yı da severdim, başarılı bulurdum. Ama ne yalan söyleyeyim, bu koltuğun Chirikba’ya daha çok yakıştığı kanısındayım. Görüşmemizin zengin içeriği de beni doğrular gibiydi.

Benim dönemimde Dışişleri kadrosu 3-5 kişiden ibaretti. Şimdiyse 15-20 kişiye ulaşmış. Hemen hepsi 20’li yaşlarda, genç, dinamik ve pırıl pırıl bir kadro. Geçen yıl UNPO başkan yardımcılığına seçilmiş olan Lana Agırba’ya da uğrayıp çene çaldım.

Önceki bakan Gunjia’yı ile de görüşüp kucaklaşma şansımız oldu, Abhazya Ticaret Odası’nın uluslararası ilişkilerden sorumlu yöneticisi olmuş. O da yeni dünyasına alışmaya başlamış.

Sonraki durağım Abhazya Parlamentosu’nun bilge başkan Nugzar Aşuba’nın makam odasıydı. Görüşmemizi, kendi bahçesindeki küçük bağın hasadından demlediği şaraptan ikram ederek ısıttı, yeni dönem beklentileri üzerine etraflıca konuşma imkanı bulduk.

Ve herşey aynı kalır...

Üç geceye ve dört güne sığan bu kısa gezinin son akşamını yine Ritsa’nın balkonunda geçiriyorum. Anılar eşliğinde, yalnız. Burada yaşadığım yıllar akıp geçiyor gözümün önünden. En güzel, en neşeli, en heyecanlı, en muzip... ve en zor, en sıkıntılı günleri hatırlıyorum, bir bir. İyi ki gelmişim, görmüşüm, tanımışım, sevmişim. İyi ki buranın tadına ortak olmuşum...

Artık veda vakti. Ortalık sessiz, sakin. Biraz yağmur, biraz rüzgar. Sahile beyaz köpükler bırakan dalgalar eşlik ediyor yalnızlığıma. Ve sokak lambaları göz kırparak uğurluyor beni.

İşte, yirmi yıl aradan sonra aynı noktadan bakarak gördüğüm Abhazya. Herşeyin hızlandığı, dur durak bilmez bir koşturmacanın hüküm sürdüğü, hızlı üreten ve hızlı tüketen, hızla değişen ve hızla değiştiren bir dünyada yaşıyoruz. “Tanrı’nın ülkesi”nde de zaman akar ve herşey değişir. Ama burada zamanın ruhu bir başkadır; herşey değişir ve herşey aynı kalır, burada...

Sabah vakti Ritsa balkonundan görünen sükunet...
Fotoğraf: Betül Şenyıldız Kanbolat

Not: Bu geziye dair daha ayrıntılı notlarımı, Nart dergisinin Aralık sayısında okuyabilirsiniz.