Tam yirmi yıl
sonra Ritsa’nın balkonundan baktım “Tanrı’nın ülkesi”ne.
Zamanın durduğu andı ve herşey yolundaydı... Şafak vakti,
dostlarımın kanadında geldim buraya. Gözlerimi kapatıp çıktım
balkona, derin bir nefes alıp denizin ve havanın serin
kokusunu çektim içime. Anılar peş peşe filizlenince, bitmesini
istemediğim bir rüyadaymışçasına uzattım o anı. Sonra, tanıdık
bir sese uyanır gibi yavaşça açtım gözlerimi. Karadeniz’in
sisli uzaklığına baktım. Ve asılı duran bulutların akçalanan
yüzüne. Kentin denizle buluştuğu o bildik kıyıya yöneldim;
(sağda) tarihi binaları geçip eski kalenin kalıntılarına
doğru, (solda) palmiyeleri ve okaliptüsleri aşıp büyük
sürgünün acısına tanıklık etmiş olan eski limana doğru ve
(arkada) şehrin içine uzanıp botanik bahçesine ulaşan büyük
bulvara doğru baktım. Gündoğumuna ramak vardı. Rüzgar
uykudaydı, dalgalar uykuda. Şehir uykudaydı, insanlar uykuda.
Ve balıklar, martılar, kediler uykudaydı. İçten bir
gülüsemeyle selamladım sabahın sessizliğini. Tam yirmi yıl
sonra aynı noktadan baktım “Tanrı’nın ülkesi”ne. Zamanın
durduğu andı ve herşey yolundaydı...
Evet, tam yirmi yıl önce olduğu gibi yine Ritsa Oteli’nin köşe
balkonundayım. Buradan bakmıştım ilk kez Sohum’a, ve buradan
tanıyıp sevmiştim “Tanrı’nın ülkesi” Abhazya’yı.
Öyküyü bilirsiniz: Burası aslında Tanrı’nın bu dünyada kendisi
için ayırdığı yerdir de, yurtsuz kalmayalım diye biz Abhazlara
vermiştir. Bizimkisi de bir öyküdür ya, yine de Papua-Yeni
Gine’lilerin kendi yurtlarını ‘cennet’ sayan ya da İbranilerin
İsrail’i ‘vadedilmiş topraklar’ diye kutsayan öykülerinden
daha sahicidir. Neyse, öykünün bundan sonrası bana dairdir.
Evvel zaman içinde birgün, büyük büyük dedem (ki, henüz 8-10
yaşlarındaydı) bugünkü Ritsa Oteli’nin olduğu kumsalda haylaz
haylaz dolaşıp denizde taş sektirirken(!) savaş başlamış ve
pekçokları gibi salaş bir gemiye bindirilip Osmanlı diyarına
sürgün edilmiştir. Zaman akıp gitmiş, gün olmuş-yol olmuş ve
bendeniz, 1989’un 23 Ekim’inde Moskova üzerinden Sohum’a uçup,
Ritsa’nın benle özdeşleşen bu balkonuna bir haftalığına
konmuşumdur. Bu balkondan Abhazya’ya bakmışımdır, tanımışımdır
ve sevmişimdir. Kısa bir ziyarettir ama yüzyıllık hasrete
merhem olacak kadar şevkat, devamını şart kılacak kadar davet
yüklüdür. Yine de, diyaspora defterini kapatıp buraya geri
dönmem bir yıldan fazla zaman almıştır, 1991 14 Nisan akşamı
yeniden aynı balkona tüneyebilmişimdir.
Meraklıların, “Tanrı mı gönderdi, otostopla mı geldi”
bakışları ve fısıltıları altında, 1992’nin 28 Mayıs’ına kadar
(yani bir yıl, bir ay ve 15 gün) bu balkonda kurulup
“Tanrı’nın ülkesi”ne bakmışımdır. Otel bakım gerekçesiyle
kapatılmamış ve herşey olurunda gitmiş olsaydı burada
kalmayı sürdürecektim ya, maalesef öyle olmamıştı. Otel
kapatılmış ama bakıma alınamamıştı, çünkü (14 Ağustos 1992’de)
savaş çıkmıştı. Dahası, bombardımandan fazlasıyla nasibini
almış ve yıllarca dört duvar bir yıkıntı olarak kalmıştı.
Savaştan sonra, her önünden geçtiğimde yüreğim sızlasa da,
arada bir dayanamayıp yarısı uçmuş balkona tırmansam da,
tabanı-tavanı kalmamış odamı özlesem de nafileydi; giden
gitmişti... Benim düzen de değişmişti, yeniden beriye dönüp
diyasporalı olmuştum. Bu arada, Moskova’da palazlanan bir
müteşebbis, bir çuval parayla gelip otele el koymuş, adam
etmiş, müşteri kabulüne başlamıştı. Abhazya’ya her gidişimde,
aynı odayı tutup balkonunda kurulmaya niyetlendiysem de,
cebimde bir gününe dahi yetecek para olmamıştır.
Ve en son, 2008’in Eylül sonunda kendimce hazırlıklı gitmiştim
de, zafer kutlamasına bağımsızlık kutlamasının da eklenmesiyle
müşteri bolluğu yaşanmış ve benim odanın günlük ederi açık
artırmayla dörtyüz dolara kadar çıkmıştı. Mecburen bir kez
daha pas geçmiştim.
İşte bu kez oldu. Sunay Sohum’dan arayıp davet edince, Handan,
Osman ve Betül bu davete teşne olup beni de sürüklemeye
niyetlenince, dostluğumu pahalıya satmaya karar verdim.
Tartışmaya açık olmayan şartım, o otelin o odasında
konaklamamın sağlanmasıydı. Sağolsunlar, nazıma katlanıp neyse
gereği yaptılar...
Sınırı aşmak...
THY’nın koltukları sıkışık bir uçağıyla İstanbul’dan havalanıp
yerel saatle 03:30 gibi Soçi’ye indik. Soçi havaalanının yirmi
küsür yıldır bildiğim-tanıdığım asık yüzlü, paslı-pasaklı
ilkel hali uçup gitmiş; terminal yenilenmiş, ‘düşman kapıya
dayandı’ ruh halindeki personel değişmiş. Daha güleryüzlü,
modern bir havaalanı olmuş. Belliki Ruslar Kış Olimpiyatları
uğruna Soçi’de bir devrim başlatmıştı. Pasaport ve gümrük
kontrolünü geçip bizi karşılayan wan’e bindik ve her yanıyla
şantiyeye dönmüş kenti geçip Abhazya sınırına vardık. Burada
herşey büyük ölçüde eskisi gibiydi. Pso nehri üzerindeki
köprülü sınırda düzen, pas-pasak aynıydı. Sadece personelde
biraz değişiklik olmuştu; nemrut suratlı kuşkucu bakışların
yerini daha lakayıt bakışlar almıştı. Gecenin tenhalığı da
yardım edince, 30 dakika gibi rekor bir kolaylıkta sınırın
Rusya tarafını aşıp Abhazya tarafına geçtik. Bu geçiş uğruna
5-6 saat beklediğim zamanları hatırlayıp, pasaportumu
damgalayan kıza abartılı bir cömertlikle gülümsedim, o da
‘beni bir de mesaiden sonra gör’ hınzırlığında göz kırparak
karşılık verdi.
Sınırın Abhazya tarafında da pek birşey değişmemişti.
“Ruslardan geçen bizden de geçer” pratikliği devam ediyordu.
“Tanrı’nın ülkesi”nde pasaporta göz ucuyla bakmak yeterdi,
kayıt-kuyut gibi teferruata ne lüzum vardı !...
Abhazya’nın her karışı muteberdir de, benim için biricik olan
Sohum’dur ve özellikle de Ritsa’nın bulunduğu kıyı şerididir.
O yüzden, sınırdan oraya kadarki Gagra-Gudaut-Novy Aphon
güzergahına kayıtsızlığımdan hiç rahatsızlık duymam. Sisli ve
koyu bir tenhalıkta yol alıp, sabahın 06:30’unda Ritsa’nın
kapısına dayandık. Uyku sersemi resepsiyonistten anahtarları
almak epey emek gerektirdi. Ve sonunda, diğerlerini kendi
hallerinde bırakıp odamın yolunu tuttum. Merdivenleri nefes
nefese çıktım, heyecanıma hükmederek kapıyı açtım, odaya şöyle
bir göz attım; herşey farklıydı ve herşey aynı.
Zamanın durduğu an...
Balkona iskemle çekip, bir sigara tellendirdim. Ağır bir
devinimle görüş alanımdaki herşeyi yeniden ve yeniden gözden
geçirdim. Hiç hareket yoktu. Öndeki kahve ocağına (rahmetli
Agop’un yeri) baktım, yanında satranç oyuncularının buluşma
yeri olan ağaçlıklı alana. Yeniden denize yöneldim, geniş bir
yay çizip solda koy’un uzak kıvrımında bambu ormanına
gizlenmiş daça’ya, devamındaki yamaca ve daha ilerde
üniversite binasına baktım. Yeniden, sahil boyunca uzanan
‘piyasa caddesi’ne zoom yaptım. Kimi binaların makyajlanan
yüzünü saymazsak herşey yirmi yıl öncesiyle aynıydı, yirmi yıl
öncesi gibi sessiz ve kıpırtısız. Zaman durmuştu. Geçmişin
kokusunu duydum, tadını aldım...
O an gözlerimin gördüğüyle, aklımın ve yüreğimin yirmi yıl
geriden bulup çıkardığı görüntüler birbirine karışmaya
başladı. Hiç ses, hiç hareket yoktu, ama dalgalar peş peşe
kıyıya toslayıp köpük bırakıyor; martılar kanat çırpıp denize
pike yapıyor; çocuklar kıyıda koşturup çığlık atıyor; rüzgar
ağaçların yapraklarına dans ettiriyor; kuşlar daldan dala
dolaşarak şarkı söylüyor; yeni yetme gençler ağaçların altında
acemice flört ediyordu. Ve asıl cümbüş, iki tarafında deniz
kızı heykellerinin olduğu geniş tak’ın sahanlığında
başlattığım karnaval tüm coşkusuyla sürüyordu; Ardzınba da
teşrif etmiş, çocukların ve gençlerin ortasında Dalida’yla
dans ediyordu.
Önce rüzgar uyandı eskisi gibi, ve deniz ve martılar. Uzakta,
sokakları süpüren iki silüet belirdi, peşlerinde gölge gibi
dolanan küçük bir köpek. Sabah kahvesi meraklısı yaşlı adamlar
ağır adımlarla gelip ocağın önünde sıra tutmaya başladı,
eskisi gibi. Evet herşey aynıydı, ama tanıdık kimse yoktu.
Sonra ocağın kepengi kalktı, eskisi gibi. Ama görünen Agop’un
yüzü değildi. Zaman aktı, kalabalık arttı. Daur’u, Alik’i,
Gunda’yı, Rada’yı, Diana’yı, Ruslan’ı, Manana’yı, Adgur’u,
Mişa’yı, Lena’yı, Viktoria’yı ve diğer dostlar gördüm, ama
görünen onlar değildi. Ve Eleni ve İndira, kendilerine
katılmam için bana el sallıyorlardı... ve Elenor, yine
çapkın-muzip bakışlarıyla beni süzüyordu, ama hiçbiri orda
değildi...
Evet, geçmişle şimdi karışmıştı. Şimdiki zamana, geçmiş
zamanın görüntülerini ekip kendimce bir kolaj yapıyordum.
Devam ettim. Çevredeki cafe’ler-restaurantlar açılmaya
başladı, eskisi gibi. Ama hemen hepsi salaşlıktan lükslüğe
terfi etmişti. Otelin yanındaki geniş caddeye arabalar gelip
park etmeye başladı, eskisi gibi. Ama eski-püskü jiguli’lerin,
volga’ların, lada’ların, niva’ların yerini son model bmw’ler,
mercedes’ler, toyoto’lar, lexus’lar, infiniti’ler, land
rover’lar almıştı. Öğleye doğru kalabalık arttı. Yürüyenler,
konuşanlar, şakalaşanlar, gülüşenler. Baktım yakına-uzağa,
gelen geçene. Bakımlı, pahalı giyimli, kendine güvenen insan
manzaraları. Hepsi oranın insanlarıydı. Lakin tanıdık-bildik
kimse yoktu.
Herşey değişir...
Evet, “Tanrı’nın ülkesi”nde işler yolunda gibiydi, herkesin
keyfi yerinde gibi. Herşey eskisi gibiydi, ve herşey yeni.
Öğleden sonra, şehrin içlerine yürüyüp tanıdık avına çıktım.
Şehir genel hatlarıyla aynı gözükse de için için çok şey
değişmişti. Yirmi yıl önceki entelektüel ehlikeyfin saltanatı
bitmiş, girişimciliğin devri başlamıştı. Eskinin ürün kıtlığı
yaşayan dükkanlarına bolluk yağmıştı. Bu, doğal bir süreçti.
Ayak uyduramayan ‘eski’ler çekilmiş, meydanı değişimin öne
ittiği ‘yeni’ler doldurmuştu. Tanıdıklarımın çoğu kayıptı.
Bulabildiklerimin çoğu ise, yirmi yıl önceki değildi. Zaman
herkesi değiştirmiş, dönüştürmüştü. En acısı da, yirmi yıl
önce yüreğimi hoplatan genç kızların yaşlanmış kadınlar
olduğunu görmekti. Eskisi gibi “Sizaaay” diye seslenip
kucaklasalar da, bana kattıkları buruk bir tattan ibaretti...
İlk günkü aramalarımı tesadüfi karşılaşma metodu üzerine
sürdürdüm. Gazetecileri, yazarları, şairleri, ressamları,
müzisyenleri, akademisyenleri, öğretmenleri... müdavimi
oldukları mekanlarda aradım. Çok azına rasladım. Evet,
entelektüel dostlarımın bir kısmını zaten savaş sırasında ya
da sonrasında yitirmiştim. Kalanlar ise ya makas değiştirip
girişimciliğin rüzgarına tutunmuşlar ya da yoksunluğun ve
tükenişin tenha köşelerine sürüklenmişler. Kimileyin samimi
ama çaresiz, kimileyin gururlu ama kof kucaklaşmalar yaşadım.
Hayat böyleydi...
Neyse ki, kadim dostlar Arda İnalipa ile Liana Kvarçelia (ve
Asida Şakrıl) ile programlı bir görüşme ayarlayıp moralimi
düzelttim. Her üçü de Abhazya’nın yetiştirdiği en önemli orta
kuşak yurtsever aydınlarındandı. Savaştan hemen sonra
kurdukları vakıfla topluma ve ülkeye çok değerli katkılarda
bulundular. Halen canla başla çalışıyorlar; makas
değiştirmeden ve enseyi karartmadan... Onları her gördüğümde
iyimserliğim kamçılanıyor.
Halk cephesinde durum böyleydi, devlet cenahına yöneldim.
Evet, burada da pekçok değişiklik olmuştu ama yeni gelenleri
de gidenler kadar iyi tanıyordum. Önce, savaş sırasında ve
sonrasında (4-5 yıl) bünyesinde görev yaptığım Dışişleri’ne
uğradım. Çiçeği burnunda bakan Viacheslav Chirikba henüz
koltuğuna ısınıyordu. Eski bakan Maksim Gunjia’yı da severdim,
başarılı bulurdum. Ama ne yalan söyleyeyim, bu koltuğun
Chirikba’ya daha çok yakıştığı kanısındayım. Görüşmemizin
zengin içeriği de beni doğrular gibiydi.
Benim dönemimde Dışişleri kadrosu 3-5 kişiden ibaretti.
Şimdiyse 15-20 kişiye ulaşmış. Hemen hepsi 20’li yaşlarda,
genç, dinamik ve pırıl pırıl bir kadro. Geçen yıl UNPO başkan
yardımcılığına seçilmiş olan Lana Agırba’ya da uğrayıp çene
çaldım.
Önceki bakan Gunjia’yı ile de görüşüp kucaklaşma şansımız
oldu, Abhazya Ticaret Odası’nın uluslararası ilişkilerden
sorumlu yöneticisi olmuş. O da yeni dünyasına alışmaya
başlamış.
Sonraki durağım Abhazya Parlamentosu’nun bilge başkan Nugzar
Aşuba’nın makam odasıydı. Görüşmemizi, kendi bahçesindeki
küçük bağın hasadından demlediği şaraptan ikram ederek ısıttı,
yeni dönem beklentileri üzerine etraflıca konuşma imkanı
bulduk.
Ve herşey aynı kalır...
Üç geceye ve dört güne sığan bu kısa gezinin son akşamını yine
Ritsa’nın balkonunda geçiriyorum. Anılar eşliğinde, yalnız.
Burada yaşadığım yıllar akıp geçiyor gözümün önünden. En
güzel, en neşeli, en heyecanlı, en muzip... ve en zor, en
sıkıntılı günleri hatırlıyorum, bir bir. İyi ki gelmişim,
görmüşüm, tanımışım, sevmişim. İyi ki buranın tadına ortak
olmuşum...
Artık veda vakti. Ortalık sessiz, sakin. Biraz yağmur, biraz
rüzgar. Sahile beyaz köpükler bırakan dalgalar eşlik ediyor
yalnızlığıma. Ve sokak lambaları göz kırparak uğurluyor beni.
İşte, yirmi yıl aradan sonra aynı noktadan bakarak gördüğüm
Abhazya. Herşeyin hızlandığı, dur durak bilmez bir
koşturmacanın hüküm sürdüğü, hızlı üreten ve hızlı tüketen,
hızla değişen ve hızla değiştiren bir dünyada yaşıyoruz.
“Tanrı’nın ülkesi”nde de zaman akar ve herşey değişir. Ama
burada zamanın ruhu bir başkadır; herşey değişir ve herşey
aynı kalır, burada...
|
Sabah vakti Ritsa
balkonundan görünen sükunet...
Fotoğraf:
Betül Şenyıldız Kanbolat |
Not: Bu geziye dair daha ayrıntılı notlarımı, Nart dergisinin
Aralık sayısında okuyabilirsiniz. |