2012’yi
sevmedim, rehavet ve karamsarlık olup çöktü üstüme. Günlerdir
miskinliğin postunda yatıyorum. Ivır-zıvır özlük işler, biraz
gazete-dergi, biraz internet-facebook, biraz
televizyon-kitap... Bir de, penceremden görünen manzaraya
dalıp gitmeler; Anadoluhisarı ile Kandilli arasında, Göksu ve
Küçüksu derelerinin birlikte oluşturduğu küçük delta
semalarında alan savaşı veren martı’larla karga’ların bıkmak
yorulmak bilmez dalaşları, kazara aralarına karışan acemi
güvercinlerin ürkek kaçışları, sığırcık sürülerinin senkronize
uçuşları, ahalinin çömertliğinde semirmiş kedi ve köpeklerin
aylak yürüyüşleri... İşte böyle, gri-ıslak kubbenin altında ve
tembelliğin sıcak koynunda geçti günler..
Bu kez kar da işe yaramadı. Beni hep sevindiren, özgür kılan
ve bu dünyanın ötesine kanatlandıran bu masalsı güzellik, tam
da kışın karanlık gölgesi ruhumu zaptetmek üzereyken yetişip
yüreğimi aydınlatan doğanın bu en büyük mucizesi nedense bu
kez iş yapmadı, yapamadı. Bu kez, sihri yitip gitmiş sıradan
bir gösteriye bakıyor gibiyim.
Beni miskinliğin postundan kurtaracak bir şans daha geçti
elime; Kaf-Fed’in Bolu’daki ‘ortak akıl’ toplantısına
yollandım. Hareketse hareket, mevzuysa mevzu, tartışmaysa
tartışma. Dostlar sofrasında sohbet-muhabbet gırla. Dahası
ne!.. Ama nafile. Bu kez olmadı, olamadı. Negatif enerjimi
oraya da taşıdım, kem-küm’den öte bir katkım olmadı ortak
akla. Sessizce özür diledim, kendimden ve hazerundan...
2012’yi sevmedim, peş peşe ölümler getirdi. Önce Theo’yu aldı.
Masumiyetin, merhametin, iyiliğin ve umudun sesi-sineması Theo
Angelopoulos’u. Artık küçük insanların büyük destanları
yazılmayacak, artık çaresizliğin sessiz çığlığı
beyaz perdeye yansımayacak. Onun
gibilerini yitirdikçe vicdanımız daha hızlı körelecek. Daha
bencil, daha açgözlü ve daha acımasız olacağız... Theo’nun
filmlerini gözümde canlandırmakla meşkulken, daha yakınlardan
iki iyi insan yittip gitti; Üner Özbay-Yismeyl ve Sebahat
Lugon- Deguf... Ve onlara, varlığıyla gururumuzu okşamış olan
güzeller güzeli bir insan daha katıldı; Keriman Halis Ece-Bijnov...
Eksik kaldım. Temsil ettikleri iyiliği, güzelliği, masumiyeti
ve merhameti özledim. Şimdiden...
Yaa işte, 2012 böyle başladı; debelendikçe daha da içine çeken
bir bataklık gibi. Sanki aklım, yüreğim, bedenim esir düştü.
Ocak bitti. Takvimden sildim, yok saydım. Bakalım, gelecek
aylar ne gösterecek. Neyse ki kar, karamsarlığımı örtmek için
daha kararlı, beni özgür kılmak için daha istekli. Umudum var,
belki değişir ve hep olmakta olana dönüşür. Umudum var,
eksilmesin...
Hayatı plan-program üzerine kuran, moda değişle ‘hedef odaklı’
yaşayan biri değilim. Yine de, geçen yılın başında ‘2011’de
yapacaklarım’ listesi çıkarmıştım. Mavra’larla sahici’leri,
kişisel’lerle toplumsal’ları harmanladığım 18 maddelik bir ilk
hedefler manzumesiydi bu. 2012’ye girerken, 2011 için
belirlediğim hedeflerin ne kadarını tutturduğumun hesabını
yaptım. Vasat bir karne çıktı, çöpe attım.
Vasat, idare-i maslahatın diğer adıdır. İştah kaçıran,
tatsız-tuzsuz, renksiz-kokusuz birşey... 2011’in karnesi
‘vasat’ değil de ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olsaydı, muhtemelen aynı
yolda devam edip 2012 için de hedefler belirleyecektim. Zira
başarı da başarısızlık da motive edicidir. Ama ‘vasat’ insanı
bloke eden bir sonuçtur. O yüzden, 2012’de kendime hedef
koymak yerine, gündemi irdelemekle yetineceğim.
Baştan belli olan birşey varsa, o da 2012’nin zor bir yıl
olacağıdır. Tek tek bireyler bakımından zor olacak,
toplumlar-ülkeler bakımından zor olacak. Yıl yeni başlamışken,
daha şimdiden kaytarma yolları arar oldum. Nedense aklıma sık
sık, okulları bombalanan haylaz öğrencilerin “yaşasın okul
yok, ders yok, sınav yok” diye sevindikleri bir film sahnesi
geliyor. Yoksa bilinçaltım, 2012’yi ‘kıyamet yılı’ gören Maya
kehanetine selam durma sevdasına mı düştü?.. O yüzden mi,
Zecharia Sitchin’in bu kehanete bilimsel sos katan “12.
Gezegen” kitabına yeniden sarılmam?.. Bundan mıdır, Roland
Emmerich’in umudu Çin işi ‘Nuh’un gemileri’ne yükleyen
sinematoğrafisine geri sarmam?...
Öyle kıyamet meraklısı değilim elbet. Bu çocukca akıl
sürçmesinin nedeni, belki de, yaşadığımız coğrafyada ve
çevresinde giderek şiddetlenen çatışma halinin 2012’de pik
yaparak büyük bir yıkıma yolaçma ihtimalidir. Yani, bölgesel
bir kıyamet tehlikesinin gözle görülür-elle tutulur hale gelen
varlığıdır... Baksanıza; Ortadoğu adım adım mezhep savaşına
sürükleniyor; Mısır, Irak, Suriye iç savaşın tehditi altında;
ABD ve İsrail’in İran’ı vurması ve bunun büyük bir savaşa
dönüşmesi an meselesi... Yetmez mi?... Peki bunlar, zaten
kendi fay hatları üzerinde kıpırdaşan Anadolu’yu ve
Kafkasya’yı iyice sarsmaz mı?... Teyet mi geçer, bizi?... Hadi
onlar teyet geçsin, ABD-Gürcistan ittifakının Kafkasya’yı adım
adım Rusya ile çatışmaya sürükleyen sismik alaverelerini ne
yapacağız?...
Neyse, çocuk yanım istediği kadar kaytarmaya çabalasın,
istediği kadar haytalık kapısı arasın dursun, bilirim ki Maya
kehanetine bel bağlayıp oturmak olmaz. Evet, şiddetli
sarsıntılar olacak. Ama büyük okul yıkılmayacak, hayat
dersleri devam edecek. Üstelik daha da ağırlaşacak, ödevler
çoğalacak ve sınavlar iflah kesecek...
Türkiye’nin 2012 için ilan edilmiş en canalıcı gündemi yeni
anayasa. Henüz kamuoyunda dişe dokunur bir hareket yaratmamış
olsa da, gün geçtikçe ortalık ısınacak. Demokrasi, hukuk,
insan hakları gibi kavramları ‘hep bana’ diye tarifleyip hiç
eden iktidarın ‘herkes için anayasa’ umuduna ne kadar saygı
duyacağını, hazırlık çalışmaları ilerledikçe daha iyi
anlayacağız. Ancak, yeni anayasa sürecinde kayda değer bir
ağırlık oluşturması beklenen aydınların sindirilmesine, gazete
ve televizyonların, üniversitelerin susturulmasına, sivil
toplumun yıldırılmasına bakarak gidişatı şimdiden
değerlendirebiliriz. Yanısıra, yeni anayasanın çokkültürlülüğe
cevaz verip vermeyeceğini, bunun en güçlü savunucuları olan
Kürt siyasetçilerinin, toplum önderlerinin ve aydınlarının
topluca içeri tıkılıp bertaraf edilmesinden anlayabiliriz.
İktidar partisinin anayasa mevzusuyla mücehhez şahsiyetlerinin
‘ulan’ vurgusuyla edebileştirdikleri hitabetlerinden,
demokrasi ve hukuk bakımından ne kadar umutvar olacağımızı da
kestirebiliriz. Ya da, otuz yıldır baskıcı 12 Eylül
anayasasının gölgesine sığınıp varlıklarını sürdüren iki
muhalefet partisinin demokrasiyle imtihanının nasıl olacağını
da tahmin edebiliriz. Olsun, yine de merakla bekleyip dikkatle
izleyeceğiz. Dur bakalım noolacak?...
Diğer toplumsal kesimlerin ne düşündüğü ve ne dediğiyle
fazlaca ilgilenmesek de, biz kendi istek ve beklentilerimizi
Kaf-Fed eliyle tarifleyip Anayasa Komisyonu’na verdik.
İstiyoruz ki bu çorbada bizim de tuzumuz olsun ya da bu
çorbadan bize de bir pay düşsün. Hala biraz çekingeniz, biraz
ürkek. Ama umudumuz var ve beklentimiz yüksek...
Dünyanın 2012 için ilan edilmiş en canalıcı gündemi ise
ekonomik kriz. Ocak sonunda Davos’ta toplanan yüksek zevat,
kapitalizm gemisinin gidişatını masaya yatırdı. Kimi, ‘deniz
bitti gemi karaya vuracak’ dedi. Kimine göre ise biraz rota
değiştirerek ve kıvrak manevralar yaparak yola devam etmek
mümkün. En çok, en semirmişler-en şişmanlar panikte.
Zayıflamaktan korkuyorlar. Diyorlar ki, böyle giderse
toplumsal ayaklanmalar ve kontrol edilemez çatışmalar başlar.
Öyle görülüyor ki kriz büyüyecek ve hiç değilse şişmanların
bir kısmını zayıflatacak. Ama bunun zaten bir deri bir kemik
olanlara bir faydası olmazsa, aksine orta hallileri de en
diptekilerin hızasına doğru iterse, görün o zaman kıyameti...
Ekonomik kriz elbette bütün dünyanın sorunu. Yine de en çok
Amerikalıları korkutuyor. Bu iki yüzlü bir korku. Bir yüzünde
refah kaybı, diğer yüzünde ise dünyaya hükmetme iddiasının
zaafa uğrama ihtimali. Belki de daha kahredici olanı
ikincisidir. Açıkca söyledikleri üzere, en çok da Çin’in
yükselişinden rahatsızlar.
İngilizler, dünyaya hükmetmenin geçici birşey olduğunu tarihi
deneyimlerinden iyi bildikleri için gayet sakinler. Olsa olsa
refah kaybına uğrar, biraz zayıflarız diyorlar. Almanlar da
öyle. Şimdilik en tuzu kuru olanlar onlar. Üstelik bunu,
Nazizmin yerle bir etmesine, büyük miktarda savaş ve soykırım
tazminatları ödemelerine, Almanya’nın diğer yarısını geri
almak için Ruslara yüksek ‘hava parası’ vermelerine ve şimdi
Avrupa Birliği’ni ayakta tutmak için kesenin ağzını açmalarına
rağmen başarıyorlar. Fransızların korkusuysa, Avrupa’da
insiyatifi tamamen Almanlara kaptırmak. Bu yüzden hırçınlar.
Libya gibi çaresizlere karşı abartılı askeri atraksiyonları,
petrol hesabı kadar Almanlara pazu gösterme saiklidir.
Deniyor ki, dünyanın efendiliği sırayladır; önceki gün
Latinler (Romalılar), dün-bugün Anglo-Saksonlar (İngilizler ve
Amerikalılar), yarın Çinliler... Çok heves etmiş olmalarına
rağmen Almanlar, Fransızlar ve Ruslar şanslarını iyi
kullanamadılar. Bakalım Çinliler efendiliği becerebilecek
mi?... Yoksa sırayı Hindulara mı kaptıracaklar...
Bu noktada bir Kaberdey fıkrası gelir aklıma: Uzunyayla’nın
ücra köyünden bir Kaberdey, akraba ziyareti için Ankara’ya
gelir. Elindeki adresi sora ede yürür, başkentin telaşlı
kalabalığında. Koca bir caddeyi geçmek üzere hamle yapmışken
trafik polisi düdük çalıp durdurur, ‘bekle orda’ der. Çaresiz
beklemeye koyulur, bizimki. Polis dükük çalıp ‘araçlar geçsin’
der, geçerler. Sonra yine düdük çalıp ‘yayalar geçsin’ der,
geçerler. Bu böyle devam eder epey zaman. Bizimkisi bekler ha
bekler. Ben diyeyim bir saat, siz deyin iki saat. Sonunda bu
işte bir terslik olduğunu anlayıp polise seslenir. Polis bey,
polis bey... Araçlar geçsin diyorsunuz, yayalar geçsin
diyorsunuz. Peki ne zaman Kaberdeyler geçsin diyeceksiniz?
Kaberdeylere ne zaman sıra gelecek?...
Evet, sıra Kafkasya’nın gündeminde... Hem iç hem dış
dinamikleri bakımından çok büyük değişiklikler olmayacak gibi.
Rusya’da 4 Mart’ta yapılacak başkanlık seçiminden sürpriz
beklenmiyor, Putin’le yola devam edilecek. Bu da, Rusya’nın
bugüne kadarki Kafkasya politikalarının pek değişmeyeceği
anlamını taşıyor. Yine de küresel güç Amerika’nın ve yerel
ittifakı Gürcistan’nın Kafkasya’daki hamleleri belirleyici
olacak. Bu ittifakın Kuzey Kafkasya’yı Rusya’ya karşı organize
etmeye yönelik saha çalışmaları devam ederse ve Rusya bunu
ciddi bir tehdit olarak algılarsa, elbette bölgenin iklimi
sertleşecektir.
Tersi de olabilir. Amerika üç yıllık saha çalışmalarına
bakarak, ‘bu işte kar yok’ sonucuna varabilir. Ya da,
önceliklerini yeniden tanımlayıp dikkatini başka yerlere,
örneğin ‘büyüyen tehdit’ diye tanımladığı Çin’e ve çevresine
kaydırabilir. Bu durumda Gürcistan’ın tek başına, Abhazya ve
G. Osetya’yı geri döndürmek hayali ve Rusya’dan rövanş almak
hırsıyla Kuzey Kafkasya’yı etkilemesi pek mümkün olmayacaktır.
Sonuçta üç yıldır yükselen tansiyon düşebilir, Adigelerle
Abazaları birbirinden koparmaya yönelik çabalar hız kesebilir.
Önümüzdeki 21 Mayıs, gidişatı biraz daha anlamamızı
sağlayacak. Amerika ve Gürcistan’ın, Adigeleri kazanma
umuduyla başlattığı ‘Çerkes soykırımı’ hamlesinin son adımı
önümüzdeki 21 Mayıs’ta Anaklia’da anıt açılışıyla atılacak.
Anavatandakileriyle diyasporadakileriyle Adigelerin ve diğer
Kuzey Kafkas halklarının bu anıt açılışına ilgi-alakası,
Amerika ve Gürcistan’ın oyunu hangi düzeyde sürdüreceğini
belirleyecek. Ve de, Rusya’nın bu oyuna karşı alacağı tavrı...
Bunlar dış dinamiklerin etkisi. Bir de kendi içimize bakalım.
Maalesef dış yönlendirmelere fazlasıyla açık bir toplumuz.
Tıbbi değişle enfeksiyona açığız. O yüzden daha önce
İngilizlerin Osmanlı destekli eli, şimdi de Amerikalıların
Gürcistan destekli eli kolayca içimize girebiliyor.
İstedikleri zaman birleştirerek, istedikleri zaman
ayrıştırarak Rusya’nın karşısına dikiyorlar. Birkaç kuru-sıkı
sözle pohpohlanmamız, birkaç boş vaadle umutlandırılmamız,
feodal kibrimizin ve egomuzun biraz okşanması motive olmamıza
yetiyor. Cesaret desen hazır, kahramanlık tutkusu desen
bolkepçe...
İşte böyle yüzyıllardır Ruslara karşı savaştık, savaştırıldık.
Şöyle helalinden bir yutkunup, ‘artık Ruslarla savaşmayacağız’
diyebilsek, bütün oyunları bozacağız. Bu kez diyebiliriz,
demeliyiz. Kibrimizi ve egomuzu bastırıp, cesaretimizi
dizginleyip, yeni bir kırılmaya-sürülmeye maruz kalmadan yola
devam edebiliriz. Bu kez, başkalarının hesabına cesur-cengaver
olmaktansa kendi hesabımıza akıllı-uslu olmayı seçebiliriz.
Seçmeliyiz. Bu seçimi Adigeler-Abazalar birlikte yapacağız.
Birliği koruyarak yapacağız...
Son olarak, kısaca kendi özel gündemime değineceğim. Yukarıda
sözünü ettiğim miskinlik postunda yatarken biraz da kendimi
sorgulamaya çabaladım. Son yıllarda siyasi kimlik alanını
boşladığımı, giderek eknik-kültürel kimlik çizgisine sıkışan
bir toplumsal mücadele anlayışına ve pratiğine saplandığımı
fark ettim. 2012’de bunun üzerinde etraflıca düşüneceğim ve
mümkünse yeniden ‘hayatın her alanında’ gerçeğine dönmeye
çalışacağım. Kimbilir belki bu sayede, etnik-kültürel kimlik
mücadelesine de daha doğru ve daha fazla katkı vermenin
yollarını bulurum... |