...................
...................
Abhazya’dan Nazım Geçti, İzi Kaldı Yadigar...
“İŞTE GELDİK GİDİYORUZ, HOŞÇAKAL KARDEŞİM DENİZ”

20.04.2012

Sezai Babakuş
...................
 
...................

Dünya şairi Nazım Hikmet’in sık sık Abhazya’yı ziyaret ettiğini ve bazı şiirlerini burada yazdığını biliriz. 4 Nisan 1955’de çekilmiş bu fotoğrafa tutunup bilgimizi tazeleyelim istedik. Nazım, Abhaz şair dostları İvan Tarba, Bagrat Şinkuba ve Kumf Lomiya ile saf tutmuş. Bir selam verelim dedik...

Biz de (78’liler), abi-abla kuşağımız gibi (68’liler) Nazım Hikmet’in şiirleriyle hayata tutunduk. Romantizmi, idealizmi, sosyalizmi, enternasyonalizmi Nazım’ın şiirleriyle çoğalttık. Onun sihirli sözleriyle aşkı tattık, ‘ben’ iken ‘biz’ olduk, omuz omuza verip karanlığa meydan okuduk, zincirlerimizi kırıp yürüdük, güneşi içecek kadar yüreklendik, yandık kül olduk ve yeniden ve yeniden doğdup güneşe durduk. Nazım kimileyin su olup yüreğimizi ferahlattı, kimileyin rüzgar olup aklımızı titretti, ve kimileyin ateş olup ruhumuzu ısıttı. İster ücra bir köyde başlamış olsun hayatımız, ister büyük bir kentin kıyısında varoşunda... illaki hepimiz onunla yolculuk ettik, ve illaki hepimiz ona yolculuk ettik...

Abhazya’dan sevgili dostumuz Asida Lomiya, on yıllardır arşiv raflarında uyuyan bu fotoğrafı bulup facebook marifetiyle önümüze koydu. Ne ala... Bu fotoğraf, pekçoğumuz doğmadan önce çekilmiştir ve karede görünenlerin hiçbiri artık aramızda değildir. Ama iyi bakın, daha dün çekilmiş kadar canlıdır, ışıltılıdır... Nazım böyledir işte; sözleri gibi duruşu ve bakışı da eskimezdir...

Nazım’ın Sovyetler Birliği’nde yaşadığı yıllar boyunca sık sık Abhazya’ya gittiğini, ona yol arkadaşlığı yapmış dostlarından duymuşumdur. Dahası, ‘saçları saman sarısı’ Vera’sından detaylarıyla dinlemişimdir. Evet, Nazım severmiş Abhazya’yı, oradaki dostlarıyla buluşmayı, erik soslu lezzetler ve ‘çaça’ eşliğinde ısınan muhabbetleri. Nazım’ın 27 Eylül 1958’de Pitsunda’da yazdığı o ünlü şiir, bu muhabbetlerden damıtılmış satırlardan sadece birkaçıdır. Şöyle bir hatırlayalım, elverirse Livaneli eşliğinde yüksek sesle okuyalım;

“İşte geldik gidiyoruz
hoşça kal kardeşim deniz
biraz çakılından aldık
biraz da masmavi tuzundan
sonsuzluğundan da biraz
ışığından da birazcık
birazcık da kederinden
bir şeyler anlattın bize
denizliğin kaderinden
biraz daha umutluyuz
biraz daha adam olduk
işte geldik gidiyoruz
hoşça kal kardeşim deniz...”


Yolculuk başlıyor...

Evet, hepimiz Nazım’la yolculuk ettik, Nazım’a yolculuk ettik. Benim yolculuğum ilkokul yıllarında başladı. Çocuktum işte, tutkundum şiire. Bir de, tutkundum aynı sırayı paylaştığım kıza... Akşam yazılıp sabah bozulan türdendi şairliğim, amma sevda konusunda maymun iştahlı değildi yüreğim. Hala gözümdedir gözleri, bal sarısı saçları, ve güldükçe koyulaşan minik, muzip çilleri. Bence Tommiks'in Suzi’sine fark atardı güzelliği…

Asıl bunlar değildi yüreğimi çalan. Beni benden alan, salkımsöğütün müebbet hüznüne benzeyen yüzüydü, küsüp ağladığı zaman... Narindi, kırılgandı, bakışları hep derindi, ve sıkça dolardı gözleri. Salkımsöğütümdü... Ona bir şiir yazmak istedim. Aslında onu bir şiire yazmaktı, istediğim. ‘Ağlama salkımsöğüt ağlama’ diye başladım ve başladığım yerde kaldım. Günler haftalar nafile geçti, nafile geçti uykusuz geceler. Hiçbir kalem bir kelam daha eklenemedi bu nakarata. En iyisi öğretmen hanıma anlatmaktı derdimi, o bilirdi bilmediklerimi. Gel, dedi gülümseyen yüzü. Dinlerken derdimi, parlıyordu gözleri. Ertesi gün, elime tutuşturdu bir defter, ilk sayfasında diziliydi satırlar. Oturdum, bir solukta okudum. Bin soluktu, okurken soluduğum. Şöyle başlıyordu şiir: “Akıyordu su, gösterip aynasında söğüt ağaçlarını. Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını...”

Bir daha okudum, baştan sona. Bir daha ve birkaç daha... Ve şöyle bitiyordu: “Ağlama salkımsöğüt ağlama, kara suyun aynasında el bağlama. El bağlama, ağlama.”

Çocuktum işte, kıskançlık ateşi bastı şakaklarımı. Teneffüste koştum öğretmen hanımın yanına. Merak ve hırstan sesim düğümlenmişti sanki. Söyleyin dedim, bunu kim yazdı, kim benim iç dünyamı böyle çıplak gözledi!.. Gülümsedi öğretmen hanım, sanki dese mi-demese mi diye draksadı bir an. Sonra, büyük bir sırrı paylaşır yavaşlıkta konuştu. Dedi, bu şiir Nazım’ındır. Dedi, Nazım yüreğimizde ebedidir. Dedi, Nazım’ın evi Moskova’da bir çınarın dibidir. Dedi, bu şiir ve bu konuşma ikimizin arasındadır...

Kafam karışmıştı, ayrılırken öğretmen hanımın yanından. Lakin hınzır bir sevinç geçmişti, aklımın bir ucundan. Dersler bittiğinde, salkımsöğüt'le yürüdük parkın uzak ucuna ve otrdk papatyası bol bir yamacına. Dedim, dinle, bir şiir yazdım sana. Okudum şiiri(mi), ağladı. Dedim, ağlama salkımsöğüt... Okudu şiiri(ni), ağladım. Dedi, ağlama beyaz atlı. Çocuktuk işte...

Böyle başladı Nazım’a yolculuğum. Yeni dizeler istiyordum öğretmen hanımdan, yeni dizeler geliyordu Nazım’dan. Böyle geçiyordu günlerim, beyaz atlılar gibi koşar adım.

Baharlar böyle geçiyordu, yazlar ve güzler böyle. Kışlar da böyle geçiyordu ki, o yıl hava sertleşti, kararıp çöktü üstümüze. Önce Salkımsöğüt hastalandı. Karanlık daha da büyüdü, güneşi rehin aldı. On iki mart günüydü, büyük fırtına patladı. Köyde, kentte, sürek avı başladı. Asık yüzlü adamlar sınıfa daldı, öğretmen hanımı kara tahtanın önünden aldı. Günler-haftalar geçti, giden geri gelmedi. Yerini eli sopalı, bakışı asabi bir adam aldı. Aylar geçti. gelen geri gitmedi. Nazım'a yolculuk da şimdilik burada kaldı...

Kara bir yıldı, kara. Güneş silinmiş, gökyüzü kapanmıştı. Salkımsöğüt’ün hastalığı daha da artmıştı. Okula gelmez oldu. Okula gitmez oldum. Başucunda nöbet tutup şiir okudum.
Dürüstlüğe yenik düşüp itirafta bulundum. Şiirler Nazım’ındı. Nazım’a yolculuğu anlattım. Dinledi, gülümsedi, yüzü ıslaktı. Baktı, gözleri uzak. Dedi, bu yolculuk ikimizin...

Yağmurlu bir gündü, Nisan’ın onüçüydü. Otur, dedi yanıma. Elimi tuttu, sıkıca. Dedi, bir yola çıktık birlikte. Yalnız kalırsan eğer bundan sonra, yani, düşersem ben bir kuş gibi, vurulmuş gibi kanadından, sen yola devam edecek, beyaz atını güneşli günlere süreceksin. Söz ver bana, var git yoluna. Sustu, gevşedi eli. Sustu, soğudu eli...

Söz verilmişti. Varıp gitmeli, beyaz atı güneşli günlere sürmeliydi. Bırakıp o’nu küçük bir akarsuyun yamacına, ve bir salkımsöğüt dikip başucuna, yüreğimin yarısını bırakıp düştüm yollara... Büyük umut büyük kent adına, tutunup bir rüzgarın kanadına, sürdüm atımı yetmişlerin ilk yıllarına. İlkyaz günleri gibiydi gençlik günleri. Ateş gibi, güneş gibi. Ve herşeye gücüm yetermiş gibi… Lise vardı, ve üniversite. Romantizm terketse de idealizm vardı, ve de sosyalizm... Yeni düşler vardı, ve yeni aşklar. Caddeler benimdi, meydanlar benim. Nazım sesimdi, Nazım yüreğim. İzledim Nazım'ı adım adım. Yazılarda, sözlerde izini aradım. Dostlarını ve sahte dostlarını tanıdım…


12 Mart’tan, 12 Eylül’e...

Düşe kalka sürüyordu yolculuğum. Nazım'ın adresi Moskova'da bir çınarın dibiydi, benim oraya gitmem ise devrime kalmış gibiydi. Devrimi beklerken zahir, bir oniki eylül sabahı erken, yeniden ve bu kez çok daha şiddetli bir darbe geldi askeriyeden. Kışlalardan çıkan tanklar kentlere, tanklardan çıkan postallar evlere daldı, onbinleri zapt-ı rapt altına aldı.

Zabita Kamil, işçi Hasan, memur Ramiz, artist Mehmet, yazar Hüseyin, tiyatrocu Deniz, bir de gazeteci bendeniz, aynı gece Hasdal’a alınmıştık hepimiz. Hüseyin’in baba adı Nazım'dı, ana adı Hikmet. Kışlanın komutanı bir binbaşıydı, külyutmaz bir sert. Nazım Hikmet’in oğluna(!) ve arkadaşlarına özel bir hoşgeldiniz partisi vermek göreviydi elbet. Heyhat, böylece elektrikli copla başlamıştı Hasdal ayazındaki hayat. Bazen paslı ranza kokusuydu yüreğimizi rehin alan, bazen işkencede sakat kalma korkusu…

Günler uzundu Hasdal'da, geceler uğursuz… Arada bir mektup gelsin diye düşlerdik dışardan, arada bir düşten mektup yazıp üflerdik içerden. Hasdal’da kış zordur, demir ranzalar buz tutar. Umut, cesaret buz tutar. İçimizde bir ateş yakıp ısınmaya çabalarız, çıramız yetmez olur. Yeniden Nazım’ın büyük ateşine tutunuruz: “Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak...”

Hasdal’ın soğuk kışı Harbiye’de mehter marşı olur, Gayrettepe’nin yedi kat dibi Selimiye’de eski at ahırları olur. Aylar geçer ağır adım, geçer paslı ranza kokusu ve işkence korkusu.

Sonra yeniden günışığı, gökyüzü. Dışarda herşey başka, dışarda herkes başka. Ne çayın tadı eskisi gibidir Boğaz'da, ne de martıların valsi. Dostlar, dostluklar el değişmiş. Bu kez fırtına büyük, umutkıran. Fırtına sonrası sessizlik de... Hey dostlar nerdesiniz!.. Ses yok. Hey yoldaşlar nerdesiniz!.. Tıs yok. Yürekler susmuş, herkes sinmiş, sanki silinmiş... Yalnızlık şarkıları revaçta, ve bibaşına danslar… Zor yıllardı. Derin sarsıntılarla yıkılmıştı en sağlam kaleler...

Zor yıllardı. Yükselen değerlerin sıradanlaştığı, Sisley'lerin sevincimizi, Benetton'ların gururumuzu, Levi’s’lerin tutkumuzu rehin aldığı, yüreğimizin tümden istila edildiği, sisli puslu, zor yıllar… Salkımsöğütün hüznünü özlerim, özlerim yitik düşlerimi...

Zor yıllardı. Zor da olsa yola devam etmeliydi. Nazım'ın evi Moskova'da bir çınarın dibiydi, benim oraya gitmem ise artık mucizeye kalmış gibiydi. Yine de umut vardır hep. Umut yüreğimizin çoban yıldızıdır, yol verir bize.

Sonra bilmem nasıl, neden... Gorbaçov, glasnost, perestroyka derken, yollar açılıverdi birden. Sovyetler yıkılıyordu. Evet, sosyalizm ve enternasyonalizm ütopyası ağır darbe almıştı. Ama yollar açılıvermişti. Ve idealizm (hiç değilse kişiye özel haliyle), koruma altındaydı. Demek oluyordu ki, biraz merak, biraz istek, biraz kararlılık ve biraz mesleki şans yardımıyla yola koyulmak mümkündü.


Moskova’lar, Moskova’lar...

Kiminiz Nail V.’yi bilir, kiminiz Nail Çakırhan’ı. Ben ikisini de bildim-tanıdım, aynı kişidir. Nazım’ın yol arkadaşlarındandır. Onun da zengin bir yaşam öyküsü vardır, onun da yolu vaktiyle Moskova’ya oradan da Abhazya’ya varmıştır. Arnavutköy’deki müzevari kışlık evinde ve Akyaka’daki Ağa Han ödüllü yazlık evinde pekçok kez dostluğunu paylaşmış, rakısını içmiş ve eski fotoğraflar eşliğinde Moskova, Abhazya anılarını dinlemişimdir. Ben sosyalizm yolunda acemi bir çaylaktım, o ise ütopyasına tutku derecesinde bağlı kıdemli bir komünist. Sovyetler yıkılmaya başlamışken bile, o bütün gerçekleri elinin tersiyle reddetmeyi başarabilirdi. Şöyle derdi: “Bunlar empertalislerin kara propagandası, hep yaptılar. Sovyetlerde kıtlık var dediler, dükkanların önünde kuyruklar var dediler. Evet, kuyruklar var ama kıtlıktan değil, insanlar zengin, para çok, harcamak için dükkanlara hücum ediyorlar. Bak burda dükkanlarda mal var ama alan yok, çünkü halk fakir. Şimdi de Sovyetler yıkılıyor diyorlar. Yalan, hepsi kara propaganda...” İşte böyle hoşsohbetti Nail amca, nevi şahsına münhasır bir eski tüfek...

Moskova’da yapılacak Türk-Sovyet Karma Ekonomik Konseyi toplantıları için basın daveti gelince ve Genel Yayın Müdürü Çetin Emeç yeşil ışık yakınca, hemen Nail amcaya koştum. Gidiyorum, teşkilattan kimi bulayım, dedim. Uzun uzun düşündü, tarttı, yüzünü buruşturdu. Teşkilatı boşver, en iyisi Radi’yi bul, o sana yardım eder, dedi. Radi Fiş’in telefonunu verdi.

1989’un 15 Ekimi’nde Ankara’dan bakanlar, bürokratlar yüklenen bir uçak İstanbul’dan da gazeteci ve işadamlarını alıp Moskova’ya havalandı. Şeremetova’ya indiğimizde heyecanımız, merakımız, keyfimiz yerindeydi. Kalacağımız Mejdunarodnaya oteline vardıktan hemen sonra kendimi Radi Fiş’e teslim ettim. Gazeteciydi, yazardı, Türkologdu, ve Nazım’ın yol arkadaşlarındandı...

Moskova denince elbet, önce Kızıl Meydan gelir aklımıza. Ama Moskova’lar çoktur; Kremlin’ler, Arbat’lar, Nevsky’ler, Bolşoy’lar... Daha da çoktur; Rasputin’ler, Jivago’lar, Tolstoy’lar, Puşkin’ler, Çehov’lar, Çaykovski’ler, Korsakov’lar, Gorki’ler, Lenin’ler, Troçki’ler... Ve Moskova’lar pekçoktur; büyük caddeler, parklar, gece vakti kalinkalar, votkalar, Anya’lar, Tanya’lar... Yazarlar evi, ozanlar evi, Ribakov’lar, Aytmatov’lar, Yevtuşenko’lar. Moskova’lar, Moskova’lar… Nazım’ın gönül verdiği, Nazım’ın Vera’yı sevdiği, geldiği, güldüğü ve öldüğü. Moskova’lar, Moskova’lar…

‘Karlı kayın ormanı’nda durdum, yüzümü Nazım’ın evine döndüm, yürüdüm açılan kapıya, yürüdüm Vera’nın gülümseyen bakışına. Bir düş gördüm, bir kuş gördüm, saçında gümüş gördüm. Çay, dedi. Çay, dedim. Sıcak kurabiyesinden yedim. Kimbilir kaçıncı yolcuydum ve kaçıncı heyecanlı yürek.

Evi gezdirirken yavaş yavaş, gözünde üç sıcak damla yaş, Nazım burda çalışırdı, dedi. Burda dostlarla sohbet ederdik ve burda sevgimizle ısınırdık... Polonyalı kadınlar Nazi kampında dokumuşlar bu kilimi, dedi. Her ipliği, gaz odasına gönderilen bir insanı anlatsın, diye... Bu uzun dalgalı özel radyoyu Moskovalı işçiler yaptı, dedi. Nazım, hasretini çektiği memleketinin sesini duysun, diye... Bu resimler Dino’dan, bu mektuplar Robson’dan... Enternasyonal bu plaketi verdi, bu boncuklar Afrikalı bir anadan, ve bu çiçekler Hiroşimalı bir çocuktan... Çay, dedim. Çay, dedi. O bana Nazım’ı anlattı, ben ona Nazım’a yolculuğu...

İşte Novadeviçiye. Anıt mezarlar, mezar anıtlar. Çınarlar, kayınlar, çamlar... İşte Nazım’ın o büyük yolculuğunun son durağı. O şimdi heybetli bir granitti, granitin yüzünde mavi gözlü bir devdi. Uslu dur gözlerim, ellerim uslu dur. Uslu dur ey heyecanlı yürek. Ne kadar çok taze çiçek var başucunda, ne kadar seveni var yamacında...

Yanaştım usulca yanına, yüce dağ başında bir arkadaşla buluşmuş kadar bahtiyar... Mavi gözlü dev, anlatmamı bekledi memleketin halini. Dedim, çocuklar hala doğmakta ve ölmekte, ve devran ağır aksak dönmekte. Mavi bakışları huzursuzdu, sanki canı sıkkın gibi. O an, Türkiye’nin mi yoksa Sovyetlerin halini mi daha fazla dert etmekteydi, bilinmez. Herşey değişir, dedi. Gece gündüze, gündüz geceye erişir... Biraz Salkımsöğüt’ü anlattım, biraz kendimi. Yarım kulak dinledi. Ve, ‘biraz daha adam olmak’ uğruna, Abhazya’ya doğru devam edecek olan yolculuğumdan sözettim. Gözleri parladı birden. Kutladı, kucakladı. Canlar ülkesine selam olsun, dedi. O kederli, umutlu, dirençli... o koca yürekli insanlara benden selam olsun... Kucakladım...

23 Ekim 1989 günü Moskova’dan havalanıp Abhazya’ya varmak vardı; Sohum'a uğrayıp ‘çaça’ içmek; Pitsunda sahilinden denize bakmak ve bir çakıl taşı fırlatıp mavi sulara “işte geldik” diyebilmek; oturup Abhazyalı şairlerle lezzetin sofrasına Nazım’ı sohbet etmek; Kerem Gibi’yi Abhazca okumak vardı, hep bir ağızdan: “Sara sımbılıriy, uğara uğumbılıriy, hara hambılıriy, yışpaçurtsua alaştsarakoa alaşareh..."

Evet Nazım, doğru gördün; burası canlar ülkesidir, cana can katan. Evet Nazım, doğru bildin; burası nica savaşlar, yıkımlar, sürgünler yaşamış kederli insanların yurdudur. Evet Nazım, doğru dedin; burası umutlu, dirençli koca yürekli insanların evidir. Ve burada daha nice kederler, nice umutlar ve nice direnişler devşirilir. Evet Nazım, burası Abhazya’dır. Gelip iz bıraktığın, izini yadigar bıraktığın...



İşte Asida Lomiya’nın onyıllar sonra arşivlerden çıkarıp bize ulaştırdığı bu tarihi fotoğrafın hatırlattıkları. Fotoğrafta yer alan Abhazya’nın büyük şairi Bagrat Şinkuba’ya şormuştum Nazım’ı. Cevabı, herşeyi anlatmaya yetecek kadar uzundu: O, hepimizdir. O, hepimizindir...

Bu dünyadan Nazım geçti, izini sürdüm; biraz sonsuzluğundan aldım, biraz ışığından... Abhazya’dan Nazım geçti, izini sürdüm; biraz daha kendim oldum, biraz daha adam...


Not: Bu yazının tamamını Nart dergisinin Şubat 2012 sayısında okuyabilirsiniz.