Dünya şairi
Nazım Hikmet’in sık sık Abhazya’yı ziyaret ettiğini ve bazı
şiirlerini burada yazdığını biliriz. 4 Nisan 1955’de çekilmiş
bu fotoğrafa tutunup bilgimizi tazeleyelim istedik. Nazım,
Abhaz şair dostları İvan Tarba, Bagrat Şinkuba ve Kumf Lomiya
ile saf tutmuş. Bir selam verelim dedik...
|
Biz de
(78’liler), abi-abla kuşağımız gibi (68’liler) Nazım Hikmet’in
şiirleriyle hayata tutunduk. Romantizmi, idealizmi,
sosyalizmi, enternasyonalizmi Nazım’ın şiirleriyle çoğalttık.
Onun sihirli sözleriyle aşkı tattık, ‘ben’ iken ‘biz’ olduk,
omuz omuza verip karanlığa meydan okuduk, zincirlerimizi kırıp
yürüdük, güneşi içecek kadar yüreklendik, yandık kül olduk ve
yeniden ve yeniden doğdup güneşe durduk. Nazım kimileyin su
olup yüreğimizi ferahlattı, kimileyin rüzgar olup aklımızı
titretti, ve kimileyin ateş olup ruhumuzu ısıttı. İster ücra
bir köyde başlamış olsun hayatımız, ister büyük bir kentin
kıyısında varoşunda... illaki hepimiz onunla yolculuk ettik,
ve illaki hepimiz ona yolculuk ettik...
Abhazya’dan sevgili dostumuz Asida Lomiya, on yıllardır arşiv
raflarında uyuyan bu fotoğrafı bulup facebook marifetiyle
önümüze koydu. Ne ala... Bu fotoğraf, pekçoğumuz doğmadan önce
çekilmiştir ve karede görünenlerin hiçbiri artık aramızda
değildir. Ama iyi bakın, daha dün çekilmiş kadar canlıdır,
ışıltılıdır... Nazım böyledir işte; sözleri gibi duruşu ve
bakışı da eskimezdir...
Nazım’ın Sovyetler Birliği’nde yaşadığı yıllar boyunca sık sık
Abhazya’ya gittiğini, ona yol arkadaşlığı yapmış dostlarından
duymuşumdur. Dahası, ‘saçları saman sarısı’ Vera’sından
detaylarıyla dinlemişimdir. Evet, Nazım severmiş Abhazya’yı,
oradaki dostlarıyla buluşmayı, erik soslu lezzetler ve ‘çaça’
eşliğinde ısınan muhabbetleri. Nazım’ın 27 Eylül 1958’de
Pitsunda’da yazdığı o ünlü şiir, bu muhabbetlerden damıtılmış
satırlardan sadece birkaçıdır. Şöyle bir hatırlayalım,
elverirse Livaneli eşliğinde yüksek sesle okuyalım;
“İşte geldik gidiyoruz
hoşça kal kardeşim deniz
biraz çakılından aldık
biraz da masmavi tuzundan
sonsuzluğundan da biraz
ışığından da birazcık
birazcık da kederinden
bir şeyler anlattın bize
denizliğin kaderinden
biraz daha umutluyuz
biraz daha adam olduk
işte geldik gidiyoruz
hoşça kal kardeşim deniz...”
Yolculuk başlıyor...
Evet, hepimiz Nazım’la yolculuk ettik, Nazım’a yolculuk ettik.
Benim yolculuğum ilkokul yıllarında başladı. Çocuktum işte,
tutkundum şiire. Bir de, tutkundum aynı sırayı paylaştığım
kıza... Akşam yazılıp sabah bozulan türdendi şairliğim, amma
sevda konusunda maymun iştahlı değildi yüreğim. Hala
gözümdedir gözleri, bal sarısı saçları, ve güldükçe koyulaşan
minik, muzip çilleri. Bence Tommiks'in Suzi’sine fark atardı
güzelliği…
Asıl bunlar değildi yüreğimi çalan. Beni benden alan,
salkımsöğütün müebbet hüznüne benzeyen yüzüydü, küsüp ağladığı
zaman... Narindi, kırılgandı, bakışları hep derindi, ve sıkça
dolardı gözleri. Salkımsöğütümdü... Ona bir şiir yazmak
istedim. Aslında onu bir şiire yazmaktı, istediğim. ‘Ağlama
salkımsöğüt ağlama’ diye başladım ve başladığım yerde kaldım.
Günler haftalar nafile geçti, nafile geçti uykusuz geceler.
Hiçbir kalem bir kelam daha eklenemedi bu nakarata. En iyisi
öğretmen hanıma anlatmaktı derdimi, o bilirdi bilmediklerimi.
Gel, dedi gülümseyen yüzü. Dinlerken derdimi, parlıyordu
gözleri. Ertesi gün, elime tutuşturdu bir defter, ilk
sayfasında diziliydi satırlar. Oturdum, bir solukta okudum.
Bin soluktu, okurken soluduğum. Şöyle başlıyordu şiir:
“Akıyordu su, gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını...”
Bir daha okudum, baştan sona. Bir daha ve birkaç daha... Ve
şöyle bitiyordu: “Ağlama salkımsöğüt ağlama, kara suyun
aynasında el bağlama. El bağlama, ağlama.”
Çocuktum işte, kıskançlık ateşi bastı şakaklarımı. Teneffüste
koştum öğretmen hanımın yanına. Merak ve hırstan sesim
düğümlenmişti sanki. Söyleyin dedim, bunu kim yazdı, kim benim
iç dünyamı böyle çıplak gözledi!.. Gülümsedi öğretmen hanım,
sanki dese mi-demese mi diye draksadı bir an. Sonra, büyük bir
sırrı paylaşır yavaşlıkta konuştu. Dedi, bu şiir Nazım’ındır.
Dedi, Nazım yüreğimizde ebedidir. Dedi, Nazım’ın evi
Moskova’da bir çınarın dibidir. Dedi, bu şiir ve bu konuşma
ikimizin arasındadır...
Kafam karışmıştı, ayrılırken öğretmen hanımın yanından. Lakin
hınzır bir sevinç geçmişti, aklımın bir ucundan. Dersler
bittiğinde, salkımsöğüt'le yürüdük parkın uzak ucuna ve otrdk
papatyası bol bir yamacına. Dedim, dinle, bir şiir yazdım
sana. Okudum şiiri(mi), ağladı. Dedim, ağlama salkımsöğüt...
Okudu şiiri(ni), ağladım. Dedi, ağlama beyaz atlı. Çocuktuk
işte...
Böyle başladı Nazım’a yolculuğum. Yeni dizeler istiyordum
öğretmen hanımdan, yeni dizeler geliyordu Nazım’dan. Böyle
geçiyordu günlerim, beyaz atlılar gibi koşar adım.
Baharlar böyle geçiyordu, yazlar ve güzler böyle. Kışlar da
böyle geçiyordu ki, o yıl hava sertleşti, kararıp çöktü
üstümüze. Önce Salkımsöğüt hastalandı. Karanlık daha da
büyüdü, güneşi rehin aldı. On iki mart günüydü, büyük fırtına
patladı. Köyde, kentte, sürek avı başladı. Asık yüzlü adamlar
sınıfa daldı, öğretmen hanımı kara tahtanın önünden aldı.
Günler-haftalar geçti, giden geri gelmedi. Yerini eli sopalı,
bakışı asabi bir adam aldı. Aylar geçti. gelen geri gitmedi.
Nazım'a yolculuk da şimdilik burada kaldı...
Kara bir yıldı, kara. Güneş silinmiş, gökyüzü kapanmıştı.
Salkımsöğüt’ün hastalığı daha da artmıştı. Okula gelmez oldu.
Okula gitmez oldum. Başucunda nöbet tutup şiir okudum.
Dürüstlüğe yenik düşüp itirafta bulundum. Şiirler Nazım’ındı.
Nazım’a yolculuğu anlattım. Dinledi, gülümsedi, yüzü ıslaktı.
Baktı, gözleri uzak. Dedi, bu yolculuk ikimizin...
Yağmurlu bir gündü, Nisan’ın onüçüydü. Otur, dedi yanıma.
Elimi tuttu, sıkıca. Dedi, bir yola çıktık birlikte. Yalnız
kalırsan eğer bundan sonra, yani, düşersem ben bir kuş gibi,
vurulmuş gibi kanadından, sen yola devam edecek, beyaz atını
güneşli günlere süreceksin. Söz ver bana, var git yoluna.
Sustu, gevşedi eli. Sustu, soğudu eli...
Söz verilmişti. Varıp gitmeli, beyaz atı güneşli günlere
sürmeliydi. Bırakıp o’nu küçük bir akarsuyun yamacına, ve bir
salkımsöğüt dikip başucuna, yüreğimin yarısını bırakıp düştüm
yollara... Büyük umut büyük kent adına, tutunup bir rüzgarın
kanadına, sürdüm atımı yetmişlerin ilk yıllarına. İlkyaz
günleri gibiydi gençlik günleri. Ateş gibi, güneş gibi. Ve
herşeye gücüm yetermiş gibi… Lise vardı, ve üniversite.
Romantizm terketse de idealizm vardı, ve de sosyalizm... Yeni
düşler vardı, ve yeni aşklar. Caddeler benimdi, meydanlar
benim. Nazım sesimdi, Nazım yüreğim. İzledim Nazım'ı adım
adım. Yazılarda, sözlerde izini aradım. Dostlarını ve sahte
dostlarını tanıdım…
12 Mart’tan, 12 Eylül’e...
Düşe kalka sürüyordu yolculuğum. Nazım'ın adresi Moskova'da
bir çınarın dibiydi, benim oraya gitmem ise devrime kalmış
gibiydi. Devrimi beklerken zahir, bir oniki eylül sabahı
erken, yeniden ve bu kez çok daha şiddetli bir darbe geldi
askeriyeden. Kışlalardan çıkan tanklar kentlere, tanklardan
çıkan postallar evlere daldı, onbinleri zapt-ı rapt altına
aldı.
Zabita Kamil, işçi Hasan, memur Ramiz, artist Mehmet, yazar
Hüseyin, tiyatrocu Deniz, bir de gazeteci bendeniz, aynı gece
Hasdal’a alınmıştık hepimiz. Hüseyin’in baba adı Nazım'dı, ana
adı Hikmet. Kışlanın komutanı bir binbaşıydı, külyutmaz bir
sert. Nazım Hikmet’in oğluna(!) ve arkadaşlarına özel bir
hoşgeldiniz partisi vermek göreviydi elbet. Heyhat, böylece
elektrikli copla başlamıştı Hasdal ayazındaki hayat. Bazen
paslı ranza kokusuydu yüreğimizi rehin alan, bazen işkencede
sakat kalma korkusu…
Günler uzundu Hasdal'da, geceler uğursuz… Arada bir mektup
gelsin diye düşlerdik dışardan, arada bir düşten mektup yazıp
üflerdik içerden. Hasdal’da kış zordur, demir ranzalar buz
tutar. Umut, cesaret buz tutar. İçimizde bir ateş yakıp
ısınmaya çabalarız, çıramız yetmez olur. Yeniden Nazım’ın
büyük ateşine tutunuruz: “Ben yanmasam, sen yanmasan, biz
yanmasak...”
Hasdal’ın soğuk kışı Harbiye’de mehter marşı olur,
Gayrettepe’nin yedi kat dibi Selimiye’de eski at ahırları
olur. Aylar geçer ağır adım, geçer paslı ranza kokusu ve
işkence korkusu.
Sonra yeniden günışığı, gökyüzü. Dışarda herşey başka, dışarda
herkes başka. Ne çayın tadı eskisi gibidir Boğaz'da, ne de
martıların valsi. Dostlar, dostluklar el değişmiş. Bu kez
fırtına büyük, umutkıran. Fırtına sonrası sessizlik de... Hey
dostlar nerdesiniz!.. Ses yok. Hey yoldaşlar nerdesiniz!.. Tıs
yok. Yürekler susmuş, herkes sinmiş, sanki silinmiş...
Yalnızlık şarkıları revaçta, ve bibaşına danslar… Zor
yıllardı. Derin sarsıntılarla yıkılmıştı en sağlam kaleler...
Zor yıllardı. Yükselen değerlerin sıradanlaştığı, Sisley'lerin
sevincimizi, Benetton'ların gururumuzu, Levi’s’lerin tutkumuzu
rehin aldığı, yüreğimizin tümden istila edildiği, sisli puslu,
zor yıllar… Salkımsöğütün hüznünü özlerim, özlerim yitik
düşlerimi...
Zor yıllardı. Zor da olsa yola devam etmeliydi. Nazım'ın evi
Moskova'da bir çınarın dibiydi, benim oraya gitmem ise artık
mucizeye kalmış gibiydi. Yine de umut vardır hep. Umut
yüreğimizin çoban yıldızıdır, yol verir bize.
Sonra bilmem nasıl, neden... Gorbaçov, glasnost, perestroyka
derken, yollar açılıverdi birden. Sovyetler yıkılıyordu. Evet,
sosyalizm ve enternasyonalizm ütopyası ağır darbe almıştı. Ama
yollar açılıvermişti. Ve idealizm (hiç değilse kişiye özel
haliyle), koruma altındaydı. Demek oluyordu ki, biraz merak,
biraz istek, biraz kararlılık ve biraz mesleki şans yardımıyla
yola koyulmak mümkündü.
Moskova’lar, Moskova’lar...
Kiminiz Nail V.’yi bilir, kiminiz Nail Çakırhan’ı. Ben ikisini
de bildim-tanıdım, aynı kişidir. Nazım’ın yol
arkadaşlarındandır. Onun da zengin bir yaşam öyküsü vardır,
onun da yolu vaktiyle Moskova’ya oradan da Abhazya’ya
varmıştır. Arnavutköy’deki müzevari kışlık evinde ve
Akyaka’daki Ağa Han ödüllü yazlık evinde pekçok kez dostluğunu
paylaşmış, rakısını içmiş ve eski fotoğraflar eşliğinde
Moskova, Abhazya anılarını dinlemişimdir. Ben sosyalizm
yolunda acemi bir çaylaktım, o ise ütopyasına tutku
derecesinde bağlı kıdemli bir komünist. Sovyetler yıkılmaya
başlamışken bile, o bütün gerçekleri elinin tersiyle
reddetmeyi başarabilirdi. Şöyle derdi: “Bunlar empertalislerin
kara propagandası, hep yaptılar. Sovyetlerde kıtlık var
dediler, dükkanların önünde kuyruklar var dediler. Evet,
kuyruklar var ama kıtlıktan değil, insanlar zengin, para çok,
harcamak için dükkanlara hücum ediyorlar. Bak burda
dükkanlarda mal var ama alan yok, çünkü halk fakir. Şimdi de
Sovyetler yıkılıyor diyorlar. Yalan, hepsi kara propaganda...”
İşte böyle hoşsohbetti Nail amca, nevi şahsına münhasır bir
eski tüfek...
Moskova’da yapılacak Türk-Sovyet Karma Ekonomik Konseyi
toplantıları için basın daveti gelince ve Genel Yayın Müdürü
Çetin Emeç yeşil ışık yakınca, hemen Nail amcaya koştum.
Gidiyorum, teşkilattan kimi bulayım, dedim. Uzun uzun düşündü,
tarttı, yüzünü buruşturdu. Teşkilatı boşver, en iyisi Radi’yi
bul, o sana yardım eder, dedi. Radi Fiş’in telefonunu verdi.
1989’un 15 Ekimi’nde Ankara’dan bakanlar, bürokratlar yüklenen
bir uçak İstanbul’dan da gazeteci ve işadamlarını alıp
Moskova’ya havalandı. Şeremetova’ya indiğimizde heyecanımız,
merakımız, keyfimiz yerindeydi. Kalacağımız Mejdunarodnaya
oteline vardıktan hemen sonra kendimi Radi Fiş’e teslim ettim.
Gazeteciydi, yazardı, Türkologdu, ve Nazım’ın yol
arkadaşlarındandı...
Moskova denince elbet, önce Kızıl Meydan gelir aklımıza. Ama
Moskova’lar çoktur; Kremlin’ler, Arbat’lar, Nevsky’ler,
Bolşoy’lar... Daha da çoktur; Rasputin’ler, Jivago’lar,
Tolstoy’lar, Puşkin’ler, Çehov’lar, Çaykovski’ler,
Korsakov’lar, Gorki’ler, Lenin’ler, Troçki’ler... Ve
Moskova’lar pekçoktur; büyük caddeler, parklar, gece vakti
kalinkalar, votkalar, Anya’lar, Tanya’lar... Yazarlar evi,
ozanlar evi, Ribakov’lar, Aytmatov’lar, Yevtuşenko’lar.
Moskova’lar, Moskova’lar… Nazım’ın gönül verdiği, Nazım’ın
Vera’yı sevdiği, geldiği, güldüğü ve öldüğü. Moskova’lar,
Moskova’lar…
‘Karlı kayın ormanı’nda durdum, yüzümü Nazım’ın evine döndüm,
yürüdüm açılan kapıya, yürüdüm Vera’nın gülümseyen bakışına.
Bir düş gördüm, bir kuş gördüm, saçında gümüş gördüm. Çay,
dedi. Çay, dedim. Sıcak kurabiyesinden yedim. Kimbilir kaçıncı
yolcuydum ve kaçıncı heyecanlı yürek.
Evi gezdirirken yavaş yavaş, gözünde üç sıcak damla yaş, Nazım
burda çalışırdı, dedi. Burda dostlarla sohbet ederdik ve burda
sevgimizle ısınırdık... Polonyalı kadınlar Nazi kampında
dokumuşlar bu kilimi, dedi. Her ipliği, gaz odasına gönderilen
bir insanı anlatsın, diye... Bu uzun dalgalı özel radyoyu
Moskovalı işçiler yaptı, dedi. Nazım, hasretini çektiği
memleketinin sesini duysun, diye... Bu resimler Dino’dan, bu
mektuplar Robson’dan... Enternasyonal bu plaketi verdi, bu
boncuklar Afrikalı bir anadan, ve bu çiçekler Hiroşimalı bir
çocuktan... Çay, dedim. Çay, dedi. O bana Nazım’ı anlattı, ben
ona Nazım’a yolculuğu...
İşte Novadeviçiye. Anıt mezarlar, mezar anıtlar. Çınarlar,
kayınlar, çamlar... İşte Nazım’ın o büyük yolculuğunun son
durağı. O şimdi heybetli bir granitti, granitin yüzünde mavi
gözlü bir devdi. Uslu dur gözlerim, ellerim uslu dur. Uslu dur
ey heyecanlı yürek. Ne kadar çok taze çiçek var başucunda, ne
kadar seveni var yamacında...
Yanaştım usulca yanına, yüce dağ başında bir arkadaşla
buluşmuş kadar bahtiyar... Mavi gözlü dev, anlatmamı bekledi
memleketin halini. Dedim, çocuklar hala doğmakta ve ölmekte,
ve devran ağır aksak dönmekte. Mavi bakışları huzursuzdu,
sanki canı sıkkın gibi. O an, Türkiye’nin mi yoksa Sovyetlerin
halini mi daha fazla dert etmekteydi, bilinmez. Herşey
değişir, dedi. Gece gündüze, gündüz geceye erişir... Biraz
Salkımsöğüt’ü anlattım, biraz kendimi. Yarım kulak dinledi.
Ve, ‘biraz daha adam olmak’ uğruna, Abhazya’ya doğru devam
edecek olan yolculuğumdan sözettim. Gözleri parladı birden.
Kutladı, kucakladı. Canlar ülkesine selam olsun, dedi. O
kederli, umutlu, dirençli... o koca yürekli insanlara benden
selam olsun... Kucakladım...
23 Ekim 1989 günü Moskova’dan havalanıp Abhazya’ya varmak
vardı; Sohum'a uğrayıp ‘çaça’ içmek; Pitsunda sahilinden
denize bakmak ve bir çakıl taşı fırlatıp mavi sulara “işte
geldik” diyebilmek; oturup Abhazyalı şairlerle lezzetin
sofrasına Nazım’ı sohbet etmek; Kerem Gibi’yi Abhazca okumak
vardı, hep bir ağızdan: “Sara sımbılıriy, uğara uğumbılıriy,
hara hambılıriy, yışpaçurtsua alaştsarakoa alaşareh..."
Evet Nazım, doğru gördün; burası canlar ülkesidir, cana can
katan. Evet Nazım, doğru bildin; burası nica savaşlar,
yıkımlar, sürgünler yaşamış kederli insanların yurdudur. Evet
Nazım, doğru dedin; burası umutlu, dirençli koca yürekli
insanların evidir. Ve burada daha nice kederler, nice umutlar
ve nice direnişler devşirilir. Evet Nazım, burası Abhazya’dır.
Gelip iz bıraktığın, izini yadigar bıraktığın...
İşte Asida Lomiya’nın onyıllar sonra arşivlerden çıkarıp bize
ulaştırdığı bu tarihi fotoğrafın hatırlattıkları. Fotoğrafta
yer alan Abhazya’nın büyük şairi Bagrat Şinkuba’ya şormuştum
Nazım’ı. Cevabı, herşeyi anlatmaya yetecek kadar uzundu: O,
hepimizdir. O, hepimizindir...
Bu dünyadan Nazım geçti, izini sürdüm; biraz sonsuzluğundan
aldım, biraz ışığından... Abhazya’dan Nazım geçti, izini
sürdüm; biraz daha kendim oldum, biraz daha adam...
Not: Bu yazının tamamını Nart dergisinin Şubat 2012
sayısında okuyabilirsiniz. |